Me and Early and Dyling Girl – Ben, Early ve Ölen Kız
Bugüne kadar izlediğimiz en iddaalı büyüme hikâyelerinden
biri Me and Early and Dyling Girl. Ergenlik çağındaki Greg, az sayıdaki
arkadaşı(?) –özellikle lösemi hastası olan Rachel- insanları önemsemeyi,
dostluğun ne anlama geldiğini öğreniyor. Bu süreç elbette yer yer hüzünlü
oluyor. Fakat yönetmen Alfonso Gomez-Rejan bu hüzünlü hikayeye komediyi öyle
bir güzel yerleştiriyor ki, hiçbir zaman filmini duygu sömürüsüne
dönüştürmüyor. Özellikle sinema tarihinin vazgeçilmez yapıtlarını bu eğlenceye dâhil
olması filmin en büyük artılarından. Bu filmi en başta ergen olmak üzere her
yaş grubunun izlemesi gerekiyor.
Mia Madre – My Mother – Annem
Kendi de dahil olmak üzere kimseye hayrı olmayan bir anne,
yönetmen,, çocuk, eski eş, kardeş, eski sevgili Margarita. Durum böyleyken aksi
gibi çevresindekiler ona inat hayat dolu, fazlasıyla olumlu kişiler. Böyle bir
durumda Margarita, kendini yargılamaktan çok fazla kaçamıyor. Mia Madre,
Margarita’nın annesinin hastalık sürecine paralel ilerleyen, kendini sorgulama
sürecine gözlemci yapıyor biz seyirciyi. Bu sürece Margarita’nın toplumsal
içerikli filminin çekimleri de ekleniyor. Böylece Margarita’nın rüyaları,
hayalleri, çekilen film sahneleri, flashback ile tanık olduğumuz geçmiş zaman
birbirine karışıyor. Seyirci olarak hangisinin gerçek, hangisinin kurmaca,
hayal, rüya olduğunu kestiremiyoruz. Bu anları ayırt ederken biraz yoruluyor
olsak da emin olun buna değiyor.
Tale of Tales – Bir Varmış Bir Yokmuş
Masalları sever misiniz?
Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler, canavarlar,
cadılar, periler… Hepsi fazlasıyla Tale of Tales’de. Pireyi deve yapanların,
çirkini güzel, bakireyi anne, güçsüzü galip yapan bir Dünya’nın içine sokuyor
yönetmen Matteo Garrane bizi. Çocuklara anlatılan –aslında fazlasıyla korkunç
olan masallar- en gerçek halleriyle asıl sahiplerine(yetişkinlere) ulaşıyor bu
film sayesinde. Tale of Tales’i izlerken bir yandan çocukluğunuzda dinlediğimiz
masalları hatırlayıp güzel günleri yad ediyor bir yandan da bir yandan da
küçükken o savunmasız kalbimiz bu dünyayı –gücü elinde bulunduran erkin, kendi
menfaati uğruna yaptığı insanlıktan uzak davranışları- nasıl kaldırmış diye
sormadan edemiyor insan.
Ex Machina
Tam bir ‘’Boynuz kulağa geçer.’’ Filmi Ex Machina. Sanal
zekânın iki erkek tarafından test edildiği ya da sanal zekanın onları alt
ettiği bir hikayenin içinde bulacaksınız kendinizi. Ava adlı insanoğlunun duygu
dünyasından nasibini almamış sanal zekâ, zekâsı ve sinsiliği ile izleyenleri
oldukça şaşırtıyor.
Slow West-Sakin Batı
Bugüne kadar izlediğim yol hikâyelerinden kafası en
dumanlılarından biri Slow West. Western türüne yeni bir soluk getiren bu indie
western tarzında çekilen Slow West izleyici içine almakta hiç sorun yaşamıyor.
Amaçsız bir şekilde yollarda yaşayan Silas ile ne istediğine adı gibi emin olan
ve tam gaz ilerleyen Jay’in abi kardeş boyutuna kadar taşınan hikâyesi Slow
West. Bir o kadar da Amerika’nın tarihine okkalı bir tokat atıyor film.
The Lobster
Yorgos Lanthimos’un dispotik bir ortamda geçen filmi The
Lobster, faşizmin Dünya’da geleceği son noktayı gözler önüne seriyor. Bugün
Dünya’yı kasıp kavuran sorunlar önemsizleştiğinde öyle şeyler suç olur ve
acımasızca cezalandırılırsa ne olur? Muhteşem atmosfer, absürd espriler,
huzursuz edici sekanslarıyla seyirci başkarakter ile birlikte adeta var olan
düzene baş kaldırıyor.
Youth-La Gıovınezza-Gençlik
Paolo Sorrentıno Oscar’lı La Grande Bellezza filminde
hayattan zevk almaya devam eden yaşlı karakter yerine La Gıovınezza’da
kariyerlerini sonlandırma arifesindeki ihtiyarların geçmişleri ile yaptıkları
muhakemeyi odağına alıyor. Fellini esintilerini bol bol hissettiğimiz La
Gıovınezza, özellikle 8½ filmini akla
getiriyor. Hepsi birbirinden renkli karakterlerin muhteşem bir şekilde bir
araya gelişini izlediğimiz bu film, Sorrentıno’nun çıtayı daha da yükselttiğini
ispatlıyor.
Carol
Sinematografi anlamında çok iyi bir film Carol. Ama
beklediğim heyecanı, etkileyiciliği ne yazık ki bulamadım. Cate Blanchett gibi
güçlü bir oyuncunun her zamanki olağanüstü performansı da filmi kurtaramıyor.
Zira onun dışındaki oyunculuklar Blanchett’in yanında çok silik kalıyor.
Böylesine önem arz eden, toplumsal bir meseleyi filmde izlerken o duyguyu
hissedemememin suçlusu ben değilim diye düşünmeden edemiyorum. Filmi izlerken
Blanchett gibi taptığım bir oyuncunun muhteşem performansı bile beni olayların
içine sokamadı ne yazık ki.
Baskın
Ülkemizde sadece dini motifli korku filmleri (üstelik
çoğunluğu kötü)izlemekten dolayı yerli korku filmlerinden neredeyse ümidimizi
kesmiştik. Lakin genç yönetmen Can Evrenol, filmiyle sinemamıza olan inancımızı
tazeledi. Baskın, B tipi bir korku filmi. Hem de ilk filmini çeken bir yönetmen
için gayet başarılı. Sinematografi anlamında kusursuz olan Baskın, cast seçimi
ve atmosfer konusunda da takdiri hak ediyor. Birçok kısa filmin uzun metraja
dönüştürülürken yaşadığı gibi senaryo anlamında sıkıntılar yaşıyor elbette. Ama
bu bol ödüllü, yerli sinema için öncü olan filmi ufak tefek aksaklıklar
gölgeleyemiyor. Eğer ki türe meraklıysanız kesinlikle kaçırmamalısınız. Ama
türe çok uzaksanız biraz düşünmelisiniz. Zira filmi izlerken kan banyosunda
boğulabilirsiniz.
Mistress America
Noah Baumbach ile Greta Gerwig ikilisi Frances Ha’daki
başarısını Mistress America’da da devam ettiriyor. Elbette Frances Ha’nın
büyüsünü yakalaması mümkün değil. Ama aynı atmosfere, incelikli esprilere ve
eleştirel boyuta bu filmde de fazlasıyla tanık oluyoruz. Otuzlu yaşlara
gelmesine rağmen hayatına bir yön verememiş Brooke’in yaşadıklarına Tracy’nin
gözünden yer yer hayranlık yer yer de acıma duygusu ile şahit oluyoruz. Bu
şahitlik sırasında ise bol bol New York havası alıp eğleniyor, bazen de
içlenip, sorguluyoruz. Birbirinden dertli iki kadının yaralarına merhem olma
durumunu en naif şekilde anlatan Mistress America, kesinlikle övgüye değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder