Bir İlham Perisi
Ridley Scott’un 1982 yapımı bilimkurgu filmi Blade Runner,
kısa sürede kültleşen, üzerine en çok tartışılan, varsayımlarda bulunulan,
kendisinden sonra gelen birçok bilim-kurgu filmine esin kaynağı olan bir
yapımdır. Siberpunk evreninde geçen, özellikle çekildiği yıllar göz önüne
alınca fazlasıyla kafa karıştırıcı ama aynı zamanda da alışılagelmiş aksiyon
sahnelerinden hayli arınmış, durgun bir film Blade Runner. Gün geçtikçe değeri
anlaşılan ve kısa zamanda kült mertebesine erişen film, bu yıl vizyona giren
devam niteliğindeki ve oldukça sevilen Denis Villeneuve imzalı Blade Runner
2049’a da ilham kaynağı olmuştur. Böylesine güçlü bir damara sahip Blade Runner,
yıllardır tartışmalara, farklı okumalara konu olan meseleleri ve sahneleriyle
yaşamaya devam etmekte. Unutulmayacak birçok sahnesinden birisi ise açık ara
yarışı önde sonlandırır. İnsan olan (her ne kadar replikant olduğuna dair
tartışmalar hâlâ devam etse de) Rick Deckard ile replikant olan Roy arasında
geçen sahnenin bambaşka bir atmosferi, etkisi vardır.
Keskin Nişancı yani Deckard, görevini başarıyla –yoksa
acımasızca mı demeliyiz?- yürütmektedir. Deckard, Roy’un daha uzun ve insanca
haklara sahip bir ömür hayali kurduğu, âşık olduğu kadın Pris’i henüz öldürmüştür.
Roy, Pris’in cesedi ile karşılaştığında artık ne amacı, idealleri ne de birkaç
dakika bile fazladan ömür talep etme isteği kalır. Tek bir amacı vardır. O da
gözünü bile kırpmadan adeta bir makine gibi replikantları öldüren Deckard’a bir
anlık da olsa korkunun, ölmek üzere olmanın duygusunu yaşatmaktır.
Ölmek Zamanı
Roy, yaşadığı acı ve kaybedecek bir şeyinin kalmaması
sebebiyle Deckard’a fazlasıyla üstünlük sağlar, onu köşeye sıkıştırır. Roy,
öylesine büyük bir acı içerisinde kıvranıyordur ki yumulan (kullanım dışı
kalan) elini, biraz daha kullanabilmek amacıyla kocaman bir çiviyi gözünü
kırpmadan batırır. Bu şekilde tıpkı İsa’nın çarmıha gerilmesini akla getirir.
Diğer elinde de barışın simgesi beyaz güvercini kucaklayan Roy, Deckard’ı
stigmata’lı (İsa’nın vücudundaki işkence izlerine verilen isim) eliyle
tutunduğu direkten ölüme yuvarlanmak üzereyken kurtarır. Fakat önce şu sözleri
sarf eder: “Korku içinde yaşamak bayağı
bir şeymiş değil mi? İşte köle olmak da öyle bir şey…” Heybetli, çıplak vücudu, akan kanları, tek bir
kol ile yapabilecekleri onu bir replikanttan ya da bir köleden öte bir Tanrı
gibi konumlandırır gözümüzde. Scott’ın Roy’un yüzüne yaptığı yakın çekim ve verdiği
parlak ışığın aksine Decard’ı arkasındaki derinlik içerisinde küçücük bir
imgeye dönüştürmesi ve ışığı ondan esirgemesi gözlerden kaçmamalı. Zira Scott
da kimden taraf olduğunu açık açık ortaya koyar. Bir de tüm bunların yanında
Roy’un hafızalara kazınan tiradı vardır:
“Siz insanların
aklının almayacağı şeyler gördüm. Orion’un yamaçlarında yanan hücum gemileri,
Tannhauser geçidinin yakınında karanlıkta parıldayan C- ışınlarını seyrettim.
Tüm o anlar zamanla kaybolacaklar, tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölmek…
zamanı”
Roy’u bu anlarda da Scott, daha heybetli gösterirken
Deckard’ı daha alçakta ve silik yansıtır perdeye. Yağmurun bile her bir damlası
Roy’un üzerinde nura dönüşür adeta. Roy, son anlarında çile çekmiş, stimatalı
vücuduyla kutsanır. Ölümü huzurla kucaklar. Roy ölür ama elindeki güvercinin
göklere uçarak gözden kaybolması aslında ruhunun gökyüzüne uçtuğunu işaret
eder.
İnsan ile replikantlar arasındaki çizginin muğlâklaştığı,
kimin daha iyi ya da kötü olduğu, kimin affedici ve can veren veya acımasız ve
yok edici olduğunun sürekli sorgulandığı, gelmiş geçmiş en muazzam bilim-kurgu
filmlerinden biri olan Blade Runner’ın unutulmaz anlarında fonda ise
Vangelis’in Tears in Rain parçası çalar. Böylece sahnenin yürekte bıraktığı
hissiyat kat be kat artar, taşınmaz bir yük olur kalır bedende.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder