Moderniteyi Hicveden Bir Başyapıt
Fransa’nın sinemaya hediye ettiği büyük yetenek Jacques Tati’nin
ödüller ve seyirci nezdinde her ne kadar görülmese de başyapıtı Playtime’dır.
Zira Tati, bu filmiyle moderniteyi hicvetme yeteneğini adeta kusursuzlaştırıp,
sinema ile yapılabileceklerin sınırsızlığını bir kez daha gözler önüne sermiş
olur. Tati, Playtime’da bir önceki filmindeki hicvetme seviyesini daha da
arttırıp, tamamen modernizm tarafından ele geçirilmiş Paris’e maruz bırakır
bizleri. Hâlâ yaşatılan tarihi yerleri de yok sayarak, adeta bir
distopyadaymışçasına hissetmemize neden olan ele geçirilmiş, modernizim
tarafından teslim alınmış bir Paris çıkar karşımıza.
Tati’nin yıllarca, sabırla, özenle inşa ettiği Tativille
diye adlandırılacak olan stüdyo şehirde geçen filmi, hem yapıları, eşyaları hem
de bu yapı ve eşyalar tarafından köleleştirilmiş insanlara acımasızca çevirir
kamerasını. Tati, Playtime’da o kadar öfkelidir ki; söyleyeceklerini dile
getirme telaşından sinemasının en büyük değeri olan Mösyö Hulot karakterini
bile kenara itelemiştir. Kendisinin üstün yeteneği ile ete kemiğe büründürdüğü
Mösyö Hulot, ilk ve son defa bu kadar kenarda oynar rolünü. İlk öncelik ise
modernizme yapılacak eleştiridir.
Birbirinin Aynı Ekranlar, Aynı Hayatlar
Dönüşüm çerçevesinde haddini bilmeden, sınırları zorlayan
mimarlar tarafından yaratılan binalardan birini görmekteyiz. Mösyö Hulot, eski
bir arkadaşını görür bu binalardan birinin önünde. İstemeyerek de olsa tam da o
binada oturan arkadaşının evine misafir olur. İşte Tati, bir an bile ara
vermeden modernizme teslim olmuş insan müssevdelerini köşeye sıkıştırıp,
acımasızca eleştirir. Tıpkı televizyon satan yerlerde yan yana dizilmiş ve aynı
kanalın açık olduğu bir mağazadaymış gibi gözüken bina, kocaman pencereleriyle
tek tek ekranları temsil eder aslında. Bu ekranların içerisinde neredeyse
birbirinin aynı şeyler yaşanır. Aynı renk, aynı eşyalar, objeler, davranışlar
ve daha akla gelebilecek nerdeyse her şey…
Bir Araya Gelmiş Aptal Kutuları
Tati, bu sahnede kimi zaman Mösyö Hulot’un bulunduğu eve
daha ilgi göstererek, ev sahiplerinin görgüsüzlüğüne şahit ederken bizleri,
kimi zaman da kamerasını bir adım geri attırıp, diğer dairelerde yaşanılan
birbirinin kopyası hayatları gözler önüne serer. Tati’nin yaptığı en hayran
olunası şey ise birbirine bir duvar ile bağlı olan komşuların televizyonu
izlerken aslında birbirlerinin hayatlarını izliyormuş gibi resmedilmesi. Bu
sahnenin amacı: Koskoca cam bir pencereye sahip, evleri aptal kutusuna,
içindekileri de modern hayat tarafından üzerlerine düşen görevleri yerine getiren
oyuncular konumuna sokmaktır nihayetinde.
Tüm bunları izlerken Tati, kamerasını asla içeriye sokmamayı
tercih ederek, dışarıdan izlettirir tüm sahneyi. Bununla da kalmaz; sesleri de
duymamızı istemez. Peki, ne duyarız? Sadece sokaktan geçen yayaların ayak
seslerini ve araba seslerini duyarız. Tıpkı Tati’nin diğer filmlerinde de
duymaya çok alıştığımız sesler gibi. Ne de olsa Tati, bu mekanik, modernitenin
bir nevi temsili olan sesleri kullanmayı çok sever. Bu kamera konumu ve sesler
üzerinden büyük usta yabancılaşmanın belki de en üst mertebesine taşır
seyirciyi. Dehşetle izlediğimiz ve tüm algılarımızın düşünmek, sorgulamak
üzerine kurulduğu bu sahnedeki tek masum şey ise Tati filmlerinde gelenekselin
her daim temsili olan Mösyö Hulot’ur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder