Altmışların ortalarında başladığı yönetmenlik kariyerini yetmişlerde doruğa taşıyan Yılmaz Güney, Latin Amerika’da başlayan ve zamanla birçok ülkenin politik sinemacılarını etkileyen Üçüncü Sinema akımının ülkemiz adına en önemli temsilcilerinden biri olur. Güney’in ülke gerçeklerini dağdaki kaçakçı bir grup üzerinden işlendiği Ağıt (1971), birçok türü içinde barındıran, dile getirdikleriyle oldukça önemli bir yerde duran nadide bir eserdir.
Ağıt, bir yandan toplumun yoksulluk gibi birçok sorununa
temas ederken bir yandan da yarattığı atmosfer ile seyirciye adeta bir western
rüzgârı da estirmektedir. Ürgüp’te çekilen film, çöl kumlarıyla değil belki ama
bozkırın çetin kayalarıyla örülüdür. Sürekli dağlardan yuvarlanan taş ve kaya
parçaları, filmin tekinsiz ve tehlikeli yanını öne çıkarmaktadır. Bir köyü
yerle bir eden bu kaya parçaları, dağlara sığınan ve yaşama tutunmaya çalışan
Çobanoğlu ve üç arkadaşı için de her an bir tehdit oluşturur. Her nefes
alışları mucize olan bu dört silahşor, çorak araziden kopup yuvarlanan öfkeli
kaya parçaları ile de her an mücadele halindedir. Bu anlamda Çobanoğlu ve
arkadaşları tam da Güney’in filmde ara ara kamerasını çevirdiği, her an ölümle
burun buruna olan yavru kuşlar gibidirler. Yuvaları doğa tarafından her an
tehdit altında olan kaçakçıların bir yandan da tıpkı henüz uçabilme ergenliğine
erişmemiş kuşlar gibi kırılgan ve sahipsiz olmaları filmin her anına sirayet
etmektedir.
Aile ve sıla
hasreti çeken bu kaçakçıların aynı zamanda kurak iklim şartlarına ve açlığa
karşı da büyük bir sınav verdiklerini görürüz. Kaçakçı çetesinin sıcağa karşı kullandığı
beyaz şemsiyeler ise filmin en önemli birleşeni olur. Ki film, Ağıt’tan sadece bir yıl önce çekilen
Alejandro Jodorowsky imzalı El Topo(1970)
ile hem şemsiye kullanımı hem de birçok başka detay nedeniyle kardeşlik
taşımaktadır. Tabii ki sürrealist bir yerde duran El Topo ile toplumsal gerçekçi Ağıt
arasında biçim olarak çok fark vardır. Lakin tekinsiz topraklarda, şemsiye
altında verilen ölüm kalım savaşında her iki filmin büyük ortaklıklar taşıdığı
yadsınamaz.
Diğer yandan
filmin köyde geçen sahnelerinin her bir anının belgeseli andırdığını da gözden
kaçırmamak gerek. Bunda çoğu karakterin köy halkından oluşması elbette önemli bir
etkendir. Fakat Güney’in köy hayatını çok iyi bilmesinin payı da yadsınamaz.
Şehirden gelmiş ve köy halkının dilinden konuşamayan doktor, çok önemli bir
detaydır. Bu durum, Sürü’deki (1979) radyodan
duyulan haberlerle yaşanılan hayatın tezatlığı gibidir. Ayrıca film, bireysel
hikâyelerdense birbirini sırtından vuracak kadar değerlerini yitirmiş, açlıkla
mücadele etmek adına tüm toplumsal normlardan kendini azade gören köylülerin
varlığını öne çıkarmayı tercih ederek vuruculuğunu arttırır. Çocuklarının
önünde cinayet işleyen bir babanın “Kurtulduk!, kurtulduk!” diye sevinç
nidaları atmasının yarattığı acının tarifi imkânsızdır belki. Fakat Güney, bu imkânsızlığı
çok vurucu bir şekilde vermekle kalmaz aynı zamanda da insanların neden dağa
çıkmak zorunda kaldığını sorgulamamızı ister.