1 Nisan 2020 Çarşamba

O AN: River



Ölülerle Yaşayan Bir Adam: River


BBC’nin 2015 yılında yayınladığı altı bölümden oluşan polisiye dizi River, başrollerinde orta yaş üstü üç cengâver oyuncuyu buluşturuyor. Öncelikle İsveçli Stellan Skarsgård başta olmak üzere Nicola Walker ve bu yıl Phantom Thread’daki performansı ile Oscar’a aday gösterilen Lesley Manville’in performansları dizinin en önemli artısı kesinlikle. Londra’da geçen bu diziyi direk bir İngiliz polisiyesi diye tanımlamak pek mümkün değil. Zira dizinin daha çok İskandinav dizilerini andırdığı söylenilebilir.  Ülkelerinde yaşanan her sıkıntının müsebbibi olarak sorgusuz-sualsiz göçmenleri gören Avrupalıları eleştiren yapısı, dizinin en önemli yönü diyebiliriz. Burnunun dibindekine bakmadan direk uzaktakini hatta yabancı olanı suçlu olarak görerek birçok kez söküklerini görmeyen ve bu sökükleri koca yırtıklara vardıran Avrupa’nın durumunu ifşa ediyor dizi.

İlk bölümde birlikte çalıştığı arkadaşını – ki aralarındaki arkadaşlıktan ötesidir- bir cinayete kurban verdiği anlaşılan River (Stellan Skarsgård), bir yandan bu cinayeti aydınlatmaya bir yandan da psikolojik durumunun mesleğini icra etmesine engel teşkil etmediğine doktorunu ve çevresini ikna etmesi gerekmektedir. Zira River, ölüleri yaşıyormuş gibi çevresinde gören ve onlarla konuşan biridir. Aslında tam da bu yönünden dolayı mesleğinde çok başarılıdır. Gördüğü hayaller (River bu gördüklerine hayalet değil de manifesto demeyi tercih eder.) River’ın suçlularla empati kurmasını sağlar. Gördüklerinden biri de Stevie’nin manifestosudur. Bu kişilerle buluştuğu anlar kimi zaman çok öfkelenmesine, duygulanmasına ya da şaşırmasına neden olduğu gibi büyük bir mutluluk yaşadığı zamanlar da yok değildir. Mesela sezon finalinin bir sahnesi, tam da böyle bir anlara ev sahipliği yapar.



Tek Dinleyicili, Dev Konser


Altı bölümün sonunda Stevie’nin cinayeti çözülmüş, River ise hayattaki en büyük dayanağı (iş arkadaşı, yoldaşı, sırdaşı, sevdiği, aşkı…) olan kadına belki cinayeti çözerek sorumluluğunu yerine getirmiştir. Fakat hâlâ ona etmesi gereken itirafı edememiştir. River, hâlâ Stevie’ye “seni seviyorum” diyememiştir. Tıpkı Stevie’nin öldüğü gece de söyleyemediği gibi. Dizi, son bölüm ile ilk bölümü tekrar buluşturarak cinayet ile ilgili tüm sürprizleri yetmezmiş gibi biz seyircileri bir kez daha büyük bir sürpriz ile baş başa bırakıyor. River, Stevie’nin vurulduğu gece yemek yedikleri Çin lokantasına gider ve orada Stevie’nin manifestosu ile sohbet eder. Konu yine River’ın Stevie’ye söyleyemediği itirafa gelince River yine söyleyemez ve kötü son bir kere daha River’ın gözleri önünde canlanır. Sonra mı?

Dizinin tümüne sirayet eden Tina Charles’ın seslendirdiği I love to love parçası devreye girer. River, tekrar canlanan Stevie’ye itirafını yapmış, Stevie de “Bana şarkı söyle” demiştir. Söylenecek şarkı ise elbette bellidir: I love to love…. River’ın dünyasında sokak, bol ışıklı bir sahneye dönüşür bu anlarda. Film boyunca hâkim olan soğuk renkler, ilk defa yerini sarı, sıcacık renklere bırakır. River, tek izleyicisi olan bir konser veriyordur adeta. Stevie ise çığlık çığlığa konseri dinleyen bir dinleyicidir. Ve dans… Tabii sahnenin büyüsüne çok fazla kapılmamamız için River’in görüşünden sıyrılıp dışarıdan bir gözün o an orada neler gördüğünü de gösterir. Fakat emin olun ne River’ın ne de biz seyircilerin umurunda değildir gerçek. Gerçek nedir ki hem?