26 Nisan 2015 Pazar

ANNİE:İYİLİĞİN GÜCÜ ADINA


Lexi Ryals’ın gençlik romanı Annie, 1982’de John Huston ve 1999’da Rob Marshall  tarafından  sinemaya uyarlanmıştı. Holywood’un çok satan romanları sinemaya uyarlama ve gişe yapan filmleri yeniden çekme sevdası Annie romanında da hayat buluyor. İki tane sinema uyarlamasına doymayan sektörde üçüncü Annie filmi Will Gluck  tarafından çekiliyor. Genel olarak bir yenilik yapmadan aynı filmin tekrar tekrar çekilmesinin mantığı anlamak çok güç değil. Fikir sıkıntısı yaşayan Hollywood riske girmektense daha önce tarifi denenmiş ve beğenilip yenilmiş yemekleri ufak değişikliklerle tekrar pişiriyor. Bize de aynı yemeği tekrar tekrar yemek düşüyor. Üçüncü Annie filminin tarifte yaptığı en belirgin değişik ise Annie ve Will Stacks karakterlerinin siyahi olması.
Film Annie (Quevenzhane Wallis) adlı küçükken ailesi tarafından yetimhaneye bırakılmış bir kızın ailesini ararken Newyork Belediye Başkanlığı seçimlerine hazırlanan Will Stacks (Jaime Foxx) ile yollarının kesişmesi sonucu ikisinin de hayatının değişmesini konu alıyor. Annie cephesinden izlenilenler çocuk ve genç izleyiciye hitap ederken, Stacks’ın yaşamı ise politik göndermeleri ile yetişkinleri cezp ediyor. Ayrıca filmin müzikal olması, hareketli ve renkli sahnelerden oluşması özellikle çocukların ilgisini çekecek artılardan.

Annie’nin hayatını bir Külkedisi masalına da benzetebiliriz. Zira film birçok sahnede masala göndermeler yapıyor. Bu masalda Lou karakterinde izlediğimiz Cameron Diaz kötü kalpli üvey annenin ta kendisi olarak; rolünün altından fazlasıyla kalkıyor. Zaten Diaz’a biraz çatlak ve problemli tipler çok çok yakışıyor. Stacks’ı ise prens değil ama kral baba olarak izliyoruz. Bir başka açıdan ise bu çok iyi niyetli, her şeye olumlu bakan, herkesi seven Annie karakteri akıllara hemen Polyanna’yı getiriyor.  Yer yer birçok masal kahramanını hatırlatan Annie sürükleyici hikayesini filmin sonuna kadar canlı tutuyor. Tabii benim gibi Polyanna karakterine ısınamayanlardansanız Annie karakteri bazen inandırıcılık konusunda sıkıntı yaşayabiliyor. Ama oyunculuk anlamında hiç problem yok tabii ki. Daha önce Oscar adayı ‘Düşler Diyarı’ filminde oynayarak herkesin gönlünü fetheden Quevenzhane Wallis, bu filmde tabiri caizse ipte cambazlık yapıyor. Wallis o kadar başarılı bir oyuncu ki bu tür rollerin ona birkaç beden küçük geldiği görülüyor.

Bu masal kahramanlarından bir harmanlama olan Annie’i izlerken biran aklıma Haifaa Al Mansour’un çektiği Suudi Arabistan yapımı Vecide filmi geldi. O filmde on yaşlarındaki Vecide karakterinin tek arzusu bir bisiklet almaktı. Vecide bisikleti almak uğruna her şeyi yapabilen, bu yolda doğruyu ya da yanlışı sorgulamayan biriydi. Annie de ailesini bulma yolunda ne gerekiyorsa sorgulamadan yapıyor. ‘Kurtuluşa giden her yol mubahtır’ anlayışı resmen iki çocuk karakterimizde de hayat buluyor.

Hollywood’un bireyleri birleştirerek aile kurumuna dönüştürme arzusu,  hatta bunu yaparken zengin ile fakiri buluşturma(gerçek hayatta asla olmayacak tesadüflerle) gibi tüm klişeleri işliyor film. Amerikan halkının en önemli beyin yıkama aracı sinema ile bir kez daha ‘mutlaka aile kurun’ ve ‘bir gün sizde çok zengin olabilirsiniz’ mesajlarını gönderiyor. Bir de bunları yaparken tüm olumsuz davranışları, kötülükleri filmin en zayıf halkalarından olan bir karakterin üstüne yıkarak tüm kurum ve kişilerini temize çıkarıyor.

Tüm olumsuzluklara rağmen şayet bu güzel bahar günlerinde ailem ile birlikte keyifli bir film izlemek istiyoruz diyorsanız Annie kaçırılmayacak bir fırsat. Hem size hem çocuğunuza hitap edecek bu ‘izle ve mutlu ol’ filmini izlemenizi  öneriyorum.

19 Nisan 2015 Pazar

THE RİOT CLUB: FİLLER VE ÇİMEN


2000’lerin başında çektiği Wilbur Wants to Kill Himself ve Italienks for Begyndere ile başarıyı yakalayan Lone Scherfig daha sonra üst üste çektiği An Education ve One Day ile edebiyat uyarlamalarında da çok yetenekli olduğunu göstermiş, birçoğumuzun ilgisine mazhar olmuştu. Son filmi The Rio Club ile yönetmen, bu kez bir tiyatro uyarlaması ile yoluna devam etmiş.
Oxford Üniversitesinde okuyan kalburüstü öğrenciler tarafından geçmişte kurulmuş ve geleneği hala sürdürülen The Riot Club’a yeni üyelerin dahil edilmesi ve sezonun ilk akşam yemeğinin yenilmesi filmin çerçevesini oluşturuyor. Kendilerini Oxford’u kazandıkları için zeka ve zengin oldukları için sınıf olarak üstün gören kulüp üyeleri devletin(yazılı) ya da toplumun(sözlü) onlara vermediği haklara sahip olduklarını düşünüyorlar.  Hayatın her anında haz alma peşinde olan bu  kişiler gittikçe daha da hedonistleşiyorlar. Zekâlarının ve ceplerinin sahip olamayacağı, başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı konusunda fazlasıyla emin davranıyorlar.

Bu kendini beğenmiş, üstenci, elitist tavırlar gösteren on erkeğin maceralarını izlerken bir kadın olarak Lone Scherfig neden bunları bize izlettiriyor diye düşünüyor insan. Karakterlerin hazmetmesi zor davranışlarıyla da uzadıkça uzayan ilk bölüm ziyadesiyle sıkıntı veriyor izleyene. Ama ne var ki akşam yemeği ile başlayan filmin ikinci yarısında Scherfig tabiri caizse karakterlerini bombardımana tutuyor. Genel olarak kötü kahraman olan karakterleri aşağılanıyor, yerden yere vuruluyor. Yer yer eşcinsel olan karakterin kendini gizlemesi ile yer yer de ailesinin namı üzerinden kulübe üye olanların içten içe rahatsızlığı ezikliklerini gözler önüne seriyor. Tabii izlerken seyirci de, olayların gelişimine kendini çok kaptırmayıp, detayları takip ederse yönetmenin karakterlerine ne mesafede olduğunu anlıyor. Bu da bir nebze olsun izlediği olaylar karşısında ifrit olan seyirciyi rahatlatıyor.
Scherfig karakterlerini sadece eleştirmek ile kalmıyor. Filmin akşam yemeği kısmında onların karşısına hala değer yargılarına, yasalara sıkı sıkıya bağlı alt sınıfı koyuyor. Film daha çok çatışmasını bu zıtlıklar üzerinden yapıyor. Restoranın mutfak kapısının açılması ile görünen siyahi çalışan, Oxford’un yoksul öğrencilerinden kulüp üyesi Milles’in de sevgilisi Lauren, babasının iş yerinde ona yardım eden üniversite öğrencisi kız, kızının okul taksitlerini ödemek için gururunu bile ayaklar altına almak zorunda kalan baba çatışmanın en güçlü öğeleri oluyor.

İkinci yarının neredeyse tümünün tek mekânda geçtiği film, hiç düşmeyen temposu ve tahmin edilenden çok daha sert çıkışları ile dikkati sürekli diri tutmayı başarıyor. Sonunda insanlık adına çok büyük vaatler sunmayan film gerçekçilik anlamında da sınıfı geçiyor.  Geleceğin bürokratlarını tüm çıplaklıkları ile bize gösteren film nasıl bir sistemin kurbanı olduğumuzu suratımıza çarpıyor. Ve en önemlisi film suç nedir, suçlu gerçekte kimdir, eyleme geçen ile izleyen arasında ne fark vardır gibi bir dolu soru ile bizi baş başa bırakıyor. Mükemmel bir şekilde örülmüş bir burjuva eleştirisi olan bu filmi festivalde izleme şansınız hala devam ediyor.



14 Nisan 2015 Salı

DEAD SNOW-2:NAZİLER HORTLAMIŞ OLMALI


 Kill Buljo: The Movie, Kurt Josef Wagle og legenden om Fjordheksa, Hansel ve Gretel: Cadi Avcilari gibi parodi filmlerin altından başarıyla kalkan yönetmen Tommy Wirkola, asıl turnayı zombi filmlerinde vurur. 2009 yılında yaptığı zombi filmi Dead Snow ile türü sevenler için zirveye oturur. Bu kadar başarılı yapımlardan sonra Amerikalı olmayan her yönetmenin başına geldiği gibi Hollywood’a transfer olur ve Dead Snow’un devam filmini çeker. Genelde devam filmlerinde yaşanılan sorunlar Dead Snow’da yaşanmaz; hatta tabiri caizse boynuz kulağa geçer. İkincisi çok daha geniş kapsamlı, daha da kanlı, saçma ve çılgın olur. Film çok daha fazla insana ulaşır. Tıpkı kültleşmiş korku filmleri gibi kulaktan kulağa yayılan bir çılgınlığa dönüşür. Sundance başta olmak üzere birçok festival dolaşan neredeyse hepsinden eli kolu dolu dönen film son olarak İstanbul Film Festivalinde ülkemizdeki hayranları ile buluştu.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki her ne kadar film başında birinci bölümden kesitler göstererek bir anlatım yapsa da ben yine de birinci bölümün izlenerek Dead Snow2’nin izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Dead Snow-2 tamamen ilkinin kaldığı yerden devam ediyor. Tabii ilkinden bazı uzuvları eksik olarak da olsa tek kurtulan Martin ve Nazi zombilerimiz dışında kimse yok.  Ama bu filme yeni katılan karakterlerimiz çok daha eğlenceliler. Kimler yok ki; Rus zombiler, zombiler ile mücadele eden Amerikalı tim olan Zombie Squad’ın üç üyesi, şaşkın zombi turist olmak üzere hepsi hayranlık uyandıracak karakterler. Rus zombilerinin aşırı sevimlilikleri mi, Zombie Squad üyelerinin Star Wars esprileri ile zombi avına bir oyunmuş gibi yaklaşımları mı, şaşkın ördek yavrusu gibi davranan turist zombi mi daha çok takdire şayan bilinemiyor doğrusu. Tüm bunların yanında kendi ülkesinin polis ya da güvenlik görevlilerini neden bu kadar aciz ve vasıfsız karakterler olarak çizilmiş anlaşılamıyor. Vardır bir bildiği yönetmenin diyerek çok da sorgulamıyoruz.

Dead Snow’un ilkindeki zombiler ile Nazi askerlerinin inanılmaz zevkli birleşimi ikinci bölümde başkarakterin vücuduna zombi Nazi komutanının kolunun eklenmesi ile devrim yaratıyor desek abartmış olmayız bence. Bir yandan başkarakterimiz Martin, aklı ve ruhu ile zombileri ortadan kaldırmaya çalışırken bir yandan da söz geçiremediği Hitler kılıklı Nazi komutanı Herzog’un kolunun yaptıklarına engel olmaya çalışır.

Film eğlenceli olmasının yanı sıra politiklik açısından da sınıfını başarı ile geçiyor. Güç ve iktidar düşkünü Nazi zombiler katlederken Rus zombiler canla başla savaşarak onları durdurmaya çalışıyor. Kolu koptuktan sonra Hitler selamını çakamayan Herzog’un düştüğü acı durumda zevkle izlenilen sahnelerden oluyor. Hitler selamı çakılan o kolun kötülüklerin aracı olarak çizilmesi ise çok yerinde bir seçim oluyor kuşkusuz. Nazi zombilerin doktorunun savaş esnasında yaralanan askerleri fabrikada seri üretim yapılan bir eşya gibi iyileştirip ayağa kaldırması ise faşizmin tek tip insan yetiştirmesine eleştiri gönderiyor. Tıpkı Carlie Chaplin’nin Modern Zamanlar filmindeki fabrika bandındaki sahne gibi olmuş diyebiliriz sanıyorum.

Gelelim bir zombi filminde aranılan asıl klişelere; hiç paniğe gerek yok. Çünkü zombi filmlerindeki tüm klişeleri fazlasıyla buluyoruz. Fazlasıyla kan, iğrençlik yaşanıyor filmde. Sürekli uzadıkça uzayan, bitmek bilmeyen ve savaş malzemesi olarak da kullanılan bağırsaklar ise filmin ekstrası oluyor. Askeri üniformaların içerisindeki vücutlarda hayat bulan makyaj ve göz dolduran efektler çok başarılı.
Dead Snow-2 tüm film bir yana inanılmaz çılgınlıktaki final sahnesi ile hafızalardan asla silinmeyeceğini muştuluyor. Hem ilki hem de ikincisi ile hatta muhtemelen çekilecek üçüncüsü ile en çok sevilen zombi devam filmlerinden olmaya aday Dead Snow. Yıllar geçse de deliler gibi izlenecek, türünün başyapıtlarından bir film olacağı aşikar bu filmi asla kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.



THE NEW GİRLFRİEND: ARKADAŞIM ÇILDIRMIŞ OLMALI

Bu yazı filmin bazı sürpriz gelişmelerini ele verebilir.

80’lerin sonunda kısa filmler ile yönetmenlik kariyerine başlayan François Ozon, 1998 yılında ilk uzun metrajlı filmi Sitcom’u çekerek emin adımlarla basamakları tırmanmaya başlar.  Sürekli kendini geliştiren ve her yapımı ile ustalaştığını ispatlayan Ozon ülkemiz sinemaseverlerin de gözde yönetmenlerinden biri olur. Özellikle son üç yılda çektiği üç filmi ile kendini aşar. Ayrıca son üç yıldır ülkemiz festivallerinin aranan ismi olur; Dans la Maison ile 32. İstanbul Film Festivali,  Juene&Julie ile 12. Filmekimi, son filmi The New Girlfriend  ile de 34. İstanbul Film Festivali konuğu olur.

Sondan bir önceki filmi Juene&Juile’de genç bir kızın cinsel hayatı üzerinden olgunlaşma hikayesini anlatan Ozon yüzdüğü sulardan çok ayrılmıyor. Yine cinsellik, cinsiyet ve kendini tanıma üzerinden ilerleyen son filmi ile meseleye daha da yoğunlaştığı anlaşılıyor. Çocukluğundan itibaren hiç ayrılmadığı can dostu Laura’yı hastalık sebebiyle kaybeden Claire, ölmeden önce Laura’ya  söz verdiği gibi kocası ve çocuğuna göz kulak olmaya başlıyor. Bu andan sonra ise hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyor.
Laura’nın, Claire’in gittiği okula nakil gelmesi ile başlayan arkadaşlıkta her zaman Laura önde olur. Clair hep Laura’yı takip eder; ilk Laura salıncağa biner, ilk flörtü onun olur, aşk acısını ilk o çeker, önce o evlenip çocuk sahibi olur. Clair’inkiler hep Laura’dan sonra olur. Sanki Laura yaptığı için, ona uyum sağlamak adına yapar. Ne var ki Laura ölüme de ilk giden olur. Ama en önemlisi tüm bu süreç boyunca Clair,  Laura’ya fazlasıyla hayran görünür. Hatta Clair’in cenaze dolayısı ile kilisede yaptığı konuşma oldukça soru işareti yaratacak ifadeler içerir.


Asıl enteresan gelişmeler ise Laura’nın ölümünden sonra gerçekleşmeye başlıyor. Laura’nın kocası David bambaşka biri olarak Claire’nin karşısına çıkıyor. Çok büyük bir şok yaşayan Claire, durumu kabul etmek ile etmemek arasında kalıyor. Bir yandan durumu reddederek David’e en ağır ithamlarda bulunuyor. Diğer yandan ise en keyifli zamanlarını onunla geçiriyor. Bu geliş gidişler Clair’in kafasında filmin sonlarına kadar devam ediyor. Ta ki David’in onun neyi olduğuna karar verene kadar.
David, Laura ile birlikteyken bastırdığı kadın gibi giyinme arzusunu Laura’nın ölümünden sonra tekrar yaşamaya başlar. Ve bu süreçte ona eşlik edecek bir kız arkadaşa ihtiyacı vardır. Aynı şekilde Claire’nin de en yakın arkadaşının yerini dolduracak biri ile zaman geçirmesi gerekir.  İşte bu ortak nokta ikisini yakınlaştırır. İlginç olan şu ki; David ve Claire bu süreçte tam olarak ne istediklerini bilemezler. Yaptıkları paylaşımlar sonucunda kendilerini bulurlar. Aradıkları cinsellik boyutunda bir paylaşım mıdır yoksa sadece kız arkadaş arayışı mıdır, bunu zamanla anlarlar. Sürekli maskülen giyinen Claire ile erkek vücudunda tam bir femme fatele olan Virginia-David aslında mükemmel bir lezbiyen çifti oluştururlar. Fakat bu ilişkiyi her yaşama teşebbüslerinde Virginia’nın erkekliği Claire’yi durdurur, uzaklaştırır.

Ozon diğer filmlerinde olduğu gibi yine orta sınıf hayatları mercek altına alarak hafiften bir eleştiriyor. Claire’nin eşi Gilles tam bir beyaz yakalı profili çiziyor. Hatta sürekli tırmanma isteği işi eve dahi taşımasına sebep olduğu için acılı Claire ile yeterince ilgilenmiyor. Zaten bu arzusunu da çok yakın zamanda gerçekleştirir; zira onun için de hayatındaki en önemli şey o oluyor. Gereken ilgi ve alakayı göremeyen Claire de Virginia ile zaman geçiriyor. 

Pedro Almodovar’ın özellikle All About My Mother filmi, Xaier Dolan’ın Laurence Anyways filmlerini hatırlatan The New Girlfriend tabiî ki yeni bir şey anlatmıyor. Elbette  Almodovar’ın renkli Dolan’ın estetik kafasını yakalayamıyor. Yer yer klişeler Ozon’un yenilikçi sinema arayışını zedeliyor. Fakat bazı mantık hatalarını Ozon’un melodram arzusu ile bile isteye yaptığı aşikar. Yetkinleşmeye çalıştığı bu alanda bu kadar cesur bir filmi yapmak için düşünce olarak biraz daha pişmesini bekleseydi her şey çok daha güzel olacaktı gibi. Yine de güçlü karakter oyuncuları, dile getirmek istedikleri ve temiz niyeti ile takdiri hak ediyor The New Girlfriend. Festivalde izlenip, düşünülecek ve kafada sorular, zihninde hoş bir tat bırakacak bu filmi izleyin derim.


11 Nisan 2015 Cumartesi

45 YEARS: NASIL GEÇTİ HABERSİZ


İngiliz bağımsız yönetmen Andrew Haigh kısa filmleri ile başladığı kariyerine Greek Pete adlı ilk uzun metrajlı filmi ile devam eder.  İkinci filmi Weekend ile ise başarıyı kariyerinin çok başlarında yakalayıp, sayısız ödül alarak eserini taçlandırır.  Özellikle kuir sinema severlerin takdirine şayan olur Haigh. Kariyerinin erken zamanlarında başarıyı yakalamak bir yönetmen için çok da iyi bir şey olarak görülmez aslında. Genelde bir sonraki filminde aynı çıtayı yakalayamayacağı düşünülür; zira çoğu zaman korkulan da olur.  Fakat Haigh bu genellemeyi tıpkı Xaier Dolan gibi boşa çıkarır; üçüncü filmi 45 Years ile de beğenilir, Berlin Film Festivalinde en iyi kadın ve erkek oyuncu ödüllerini kazanıp özellikle festivallerin aranan filmi olur.
Weekend filminde tek gecelik ilişki için bir araya gelen gay çiftimizin birbirine aşık olması ile gelişen olayları izlemiştik. Daha hayatlarının baharında olan bu genç çiftimiz hızlı yaşayıp çabuk tüketen kuşağın birerleri olarak aşklarını tüm coşkusuyla hafta sonu gibi kısa bir zamana sığdırmışlardı. 45 Years’da ise hayatlarının son demlerini yaşayan, bir ömrü birlikte yaşamış çiftimizin evliliklerinin kırk beşinci yıl kutlamasının arifesindeki bir haftasını izliyoruz. Weekend’de belki de hayatlarının en büyük aşkını hafta sonu gibi kısa bir zamanda yaşamalarına, 45 Years’da ise uzun yıllar boyunca yaşanmayan sorgulamanın bir haftada yaşanmasına şahit olunuyor.
Film olabildiğince rutin bir hayatı gözlemlememiz ile başlar. Öyle ki saati saatine hiç şaşmadan ilerleyen bir sistemleri vardır çiftimizin. Artık dile kolay nerdeyse bir ömrü birlikte geçirmiş, birbirlerini fazlasıyla iyi tanımış, kanıksanmış bir birliktelik vardır. Artık ne şüphe ne de kaygı hissedilir hayatlarında. Tabii bunda çocuk sahibi olmamalarının da verdiği bir sakinlik vardır. Fakat gel gör ki arı kovanının bu huzuru sonuna kadar devam edemez. Kovana çomak sokulur. O mükemmel düzen aksamaya başlar.

Karakterlerini bol bol konuşturmayı seven Haigh, Geoff ve Kate’yi de bol bol konuşturur. Özellikle Geoff’un konuştuğu sahnelerde aslında kırk beş yıldan beri hayat arkadaşı olan Kate’den geride değilizdir. O da bizim ile birlikte bazı şeyleri öğrenir, evliliğinde ilk kez duyar.  Kate’nin yaşadığı sarsıntı her ne kadar duygularını belli etmemeye çalışsa da anlaşılır. Kate duygularını muhtemelen yaşının da etkisiyle göz önünde yaşamayı sevmez.  Çoğu zaman Kate’nin duygularının seyrini ortamdaki seslerin şiddetinin artmasından anlarız. Çoğunlukla da Kate’in takipçisi olmamızı ister yönetmen. Zaten film Kate ile başlayarak Kate ile biter. Zira bu filmin Kate’nin filmi olduğu her anından hisseder.

Film iki güçlü oyuncunun omuzlarında yükseliyor. O kadarki etkin yan karakterlere bile gerek kalmıyor. Tabii bu iki karakterimize bir de hiç görmediğimiz hatta karakterlerden birinin hayallerinden dinlediğimiz kadar var olan üçüncü biri eşlik ediyor. Bir de evin her tarafına dağılmış fotoğraflar ve anı defteri gibi eşyalar çok güçlü bir şekilde hikayeye dahil oluyorlar. Evin her bir tarafı zaman ilerledikçe matruşka gibi açılıyor; anılar etrafa pervasızca dağılıyor. Kimi zaman bu karakter olacak kadar güçlü eşyaları bize göstermemeyi tercih eden yönetmen merakımızı çokta arttırmayarak bizden saklı hiçbir şey bırakmıyor.
Genelde filmlerde aşkın başlaması ve sonunda beraberlik ya da ayrılıkla son bulmasını izleriz. 45 Years ise Richard Linklater’nın Before Midnight filminde yaptığı gibi mükemmel aşkın sonunda yapılan evlilik ve üzerinden yıllar geçmesi ile yaşanılan sorunları gözetler. Asıl gerçekler sonrasında saklı değil midir zaten. Haigh yine tam da hayatın içinden bir hikayeyi sade bir senaryo eşliğinde muhteşem oyunculukların eline emanet ederek yolunda emin adımlarla yürümeye devam eder.




2 Nisan 2015 Perşembe

İÇİMDEKİ İNSAN: FARELİ KASABANIN GÜNAH KEÇİSİ


Daha önce Sır Çocukları gibi başarılı bir filme imza atan Aydın Sayman, uzun bir aradan sonra İçimdeki İnsan filmi ile yola devam ediyor. İrfan Yalçın’ın ‘Fareyi Öldürmek’ adlı romanının Atay Sözer’in  senaryo çalışması ile beyazperdeye aktarılan film, son dönemlerde ülkemizdeki senaryo başarısızlıklarından sonra güçlü yapısı ile takdiri hak ediyor. Zira roman uyarlamaları sinemada çok yapılan ama az başarıya ulaşan bir yöntem oluyor genelde. Birebir bir uyarlama olmayan bir çok karakter ve olay eklenen film bu eklemlenmeleri bile çok güzel yediriyor hikayeye. Hatta romanda olmayan bazı karakterler iyi ki filmde var dedirttiriyor. Roman yazarının ‘benim romanımın bile önüne geçmiş film’ demesi başarının en güçlü kanıtı olsa gerek.

Her şey Nuri’nin (Suavi Eren)İstanbul’dan yıllardır gelmediği kasabasına tarla satma nedeniyle gelmesi ve eski arkadaşı Sabri (Vedat Erincin) ile karşılaşması ile başlar. Bugüne kadar bilinçaltında bastırılmış olarak duran Sabri’nin nevrozları Nuri ile karşılaştığında açığa çıkmaz bir nevi patlama yaşar. Yaşanılanları duyan Nuri sonradan anlayacağımız bir sebeple kısa süreliğine geldiği kasabada kalmaya ve Sabri’nin hayatını irdelemeye başlar. Zira Sabri’nin hayatını yazmaktır niyeti. Nuri’nin bu kararından sonra biz de onunla birlikte Sabri’nin bilinçaltında ilerlemeye başlarız. Her dinlenilen kişi ile birlikte Sabri’nin hayatı tıpkı bir matruşka gibi açılır. Yer yer de anlatıcıların Akira Kurosawa’nın Rashomon filminde olduğu gibi birbirinden tamamen tutarsız açıklamalarına şahit oluruz. Fakat tüm anlatılanları dinleyip kaydeden Nuri, her ne söylenirse söylensin yargılayıcı olmaz, taraf bellemez. Yapılan bazı acımasız anlatımlara bile müdahale etmez. Ne var ki bazı anlatıcılar anlatım esnasında günah da çıkarırlar.
Orson Welles’in Citizen Kane filminde Kane’nin ölmeden önce söylediği son sözün peşinden gitme mevzusu İçimdeki İnsan filmine kaynaklık ediyor. Citizen Kane’de olduğu gibi filmimizde de o sözün pek bir önemi yoktur. Önemli olan Sabri’nin nasıl bu duruma geldiği oluyor. Sabri’nin hayatı flashbacklerle çocukluğuna kadar irdeleniyor. Tabii ki çok uzun bir zaman zarfında Türkiye’de çok önemli günlerden geçer. Film 80 dönemi gibi önemli bir süreci de Sabri’nin hayatı ile buluşturuyor. Politik bir insan olmayan Sabri tamamen insani duyguları ile yaptığı davranışlar sayesinde seyircinin gönlünü kazanıyor.

Deli Naci rolü ile izlediğimiz Macit Koper başta olmak üzere tüm oyuncular üstlerine düşeni fazlasıyla yapıyorlar. Geniş bir zaman aralığında gidip gelen filmde zaman ve mekan uyumu da oldukça başarılı. Filmin çekildiği Afyon’un bir kasabasında meydandaki heykel seçimi ise hikaye ile çok uyumlu.

Filmin en güzel yanlarından biri ise Sabri’nin hayatını eşelerken yazar Nuri’nin hayatına dair şeyler de öğrenmemiz oluyor sanırım. Nuri’nin vicdan azabı ve gönül borcu, Sabri’nin insanoğlu tarafından yok edilmesiyle birlikte gün yüzüne çıkıyor. Zira Sabri gibi insanlar toplum tarafından dışlanan, hor görülen, alay edilen insanlar olmuştur ne yazık ki. Yeşilçam’da da Şener Şen, Kemal Sunal, İlyas Salman gibi oyuncular tarafından canlandırılmıştır bu karakterler. Ve her canlandırdıkları karakterler hala insanların zihninde yaşamaktadır.
Tıpkı bir psikoterapist gibi birini hipnotize ederek yaşadıklarını analiz etmek isterseniz eğer bu film tam size göre. İçimdeki İnsan filmini izleyerek çocukluktan başlayan uzun bir süreçte insan psikolojisinin ilmek ilmek nasıl dokunduğuna şahit olacaksınız.