20 Aralık 2014 Cumartesi

2014' EN İYİ 10 FİLMİ LİSTEM

2014'ün EN İYİ 10 FİLMİ

  • Inside Llewyn Davis(Sen Şarkılarını Söyle)

  • The Grand Budapest Hotel(Büyük Budapeşte Oteli)

  • La grande bellezza(Muhteşem Güzellik)

  • En duva satt på en gren och funderade på tillvaron(İnsanları Seyreden Güvercin)

  • Kış Uykusu(Winter Sleep)

  • Frank

  • Deux jours, une nuit(İki Gün Bir Gece)

  • Only Lovers Left Alive(Sadece Aşıklar Hayatta Kalır)

  • Weekend(Haftasonu)

  • Sivas
NOT: FİLMLER ARASINDA SIRALAMA YOKTUR.

15 Aralık 2014 Pazartesi

BÜYÜYEN LEŞ KARGALARI


İlk filmi Geriye Kalan ile 48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü alan Çiğdem Vitrinel, bu yıl Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku filmi ile aynı ödülü alamasa da festival izleyicisinin gönlünü fazlasıyla kazandı.

Üretim sıkıntısı yaşarken aşık olan, daha sonra aşık olduğu kadın tarafından terk edilen  erkek hikayesi gibi son derece klişe bir hikaye  Vitrinel’in elinde  bambaşka bir hale dönüşüyor. Tabi ki hikaye son zamanlarda ülkemizde de örneğini çok gördüğümüz (İncir Reçeli, Karışık Kaset) filmlerde ki gibi erkeğin tarafından anlatılıyor. Fakat bu kez hiçbir şekilde ilahlaştırılmayan karakterler var karşımızda. Kararlı, özgür, ne yaptığını bilen bir kadın gibi gözüken Müzeyyen’in aslında birçok kadın gibi zaaflarının olduğunu kısa bir süre sonra anlıyoruz. Gayet cool görünen Arif’in ise kendi kendine yetemeyen, ilgi ve şefkat bekleyen bir erkek olduğuna şahit oluyoruz. Tabi bu da izlediğimiz karakterleri çok daha gerçekçi ve bizden birileri yapıyor. Ve filmi diğerlerinden ayıran en önemli nokta da burası.



Kitabını yazma aşamasında olduğu görülen Arif’in bir yandan da kendi iç sesinden kitabından pasajlar duyarız. Duyduğumuz bu pasajları ekranda yazı olarak da görürüz. Hatta bu gördüğümüz ve duyduklarımızın filmde yaşananların ta kendisi olduğunu anlarız.  Bir yandan Arif’in Müzeyyen ile tanışıp sevgili olduğunu görürken diğer taraftan da Müzeyyen’in Arif’in kafasında yarattığı hayali olduğundan şüpheleniriz. Kitap yazıldı mı? Yoksa Kitap hiç bitmeyecek mi? Müzeyyen gerçek mi? Yoksa sadece bir hayal kahramanı mı? Film çok uzun bir süre bu sorularla izleniyor. Bu da tabii ki ilgi ve alakayı sürekli diri tutuyor.

Vitrinel bu güne kadar maço, küfürbaz erkek olarak izlenen  çok sevilen, hatta bu karakter ile özdeşleşen bir oyuncuyu tam tersi bir rolde oynatarak çok büyük bir cesaret örneği gösteriyor. Ülkemiz sinemasındaki genel geçer kuralları rol seçiminde de yerle bir ediyor. Ve bu seçim Erdal Beşikçioğlu gibi başarılı bir oyuncudan yana olduğundan, cesaret olumlu sonuç veriyor. Beşikçioğlu bu kez de tanıdığımızın tam tersi bir kişi olarak gönlümüzü kazanıyor.



Arif’in gittiği bir kahvede bir erkek korosunun  erkeklerin  kadınlar hakkındaki genel geçer düşüncelerini mizahi bir dille dinler ve filmin en keyifli sahnelerinden birini izleriz. Bu koro sesleniş halinde iken Arif hiçbir düşünce beyan etmez.  Zaten Arif insanlarla karşılıklı konuşmaktan pek haz etmez. Onun tercihi kendisine karşılık veremeyen eşyalardır. Tüm duygularını onlarla paylaşmaktan haz alır. Hatta eşyalarla konuşmaları o kadar içten ve samimidir ki hep eşyalarla konuşsun isteriz. Fakat kendisi ve eşyalarla konuşan, sürekli ilgi ve şefkat bekleyen çocuk Arif büyür ve bizi terk eder. Ama tabi ki Arif gibiler hep olacaktır. Bize bu Arif’ler den birini başarılı bir şekilde izlettiren bu film asla es geçilmemeli derim.

Filmle ilgili bence çok büyük ve tek sıkıntı Harun Tekin’in filmde oynaması olmuş. Sırf müziklerini yaptı diye havada kalan bir rol ile filmde oynattırılması film için de Harun Tekin için de büyük talihsizlik olmuş ne yazık ki.



FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU
YÖNETMEN:ÇİĞDEM VİTRİNEL
SENARYO:ÇİĞDEM VİTRİNEL, CEYDA AŞAR
YAPIM:TÜRKİYE/2014
OYUNCULAR:ERDAL BEŞİKÇİOĞLU, SEZİN AKBAŞOĞULLARI





































6 Aralık 2014 Cumartesi

İYİLEŞİR Mİ Kİ BU KESİK İZİ?


Dikkat bu yazı spoiler içerir!

Her yeni  filminİ merak ve heyecan ile beklediğimiz Fatih Akın, bu kez tarzından çok uzak bir filmi mercek altına aldı. Fatih Akın ‘Duvara Karşı’ ve ‘Yaşamın Kıyısında’ filmlerinden sonra ‘The Cut’ filmi ile üçlemesini tamamlıyor. Üçlemedeki filmler sırasıyla benim Türkiye ile olan ilişkilerimin sürecidir diyor Akın. Bildikleri ve öğrendikleri arttıkça, ülkesini tanıdıkça senaryosu da ona göre biçimlenmekte gerçekten de. Çok daha butik bir olay çevresinde dolaşan Duvara Karşı’dan daha geniş topraklara yayılan Yaşamın Kıyısı’na oradan da neredeyse bir dünya yapımı The Cut’a uzanmakta Akın’ın filmografisi. Elbette anlatılmak istenen konu büyüdükçe, bütçede ona göre büyüyor. Bütçe ile birlikte özgürlüğün ve özgünlüğünde ona göre azalmaktadır. Bu her büyük bütçeli iddialı filmler de yaşanılan bir kaderdir.

Bu nedenlerden dolayı filmin tahmin edileceği gibi eleştirilen bir çok noktası var. Ve bu eleştiriler daha film gösterilmeden başladı. Defalarca söylendi, tartışıldı. Bunları tekrardan bende söylemek istemiyorum. Ki zaten bazı eleştirileri de çok gereksiz görüyorum. Bu filmin Türkiye için çok önemli bir misyonunun olduğunu ve bu önemli misyonundan dolayı  bile kucaklayıcı bir yaklaşımda bulunmamız gerektiğini düşünüyorum.



Bu kadar ön açıklamadan sonra filme geçecek olursak; Film iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm, 1915 yılında yaşanmış Ermeni soykırımından dolayı suçluluk duymak ve özür dilemek temeline göre işlenirken  İkinci bölümde  ise Ermeni diasporası üzerinden ilerler. Tabi ki Sorun Ermeni meselesi olunca bu ikisi birbirinden ayrı düşünülemez. Filmin birinci bölümünde Mehmet(Bartu Küçükçağlayan) karakteri filmin en önemli metaforu.  

Nasıl mı? Şöyle ki; Mehmet, Nazeret’in (Tahar Rahim) boğazını keserek onu boynundaki kesik izi ile birlikte ömür boyu sessizliğe mahkum eder. Sonrasında ise onun yaşaması için elinden geleni yaparak af diler. Ama tabiî ki hep böyle gitmiyor film.  Göç eden Ermeni kadınlara tecavüz eden eşkiyalar, anne ve babasından ayrı düşüp vahşetin ortasında çaresiz kalan Ermeni çocuklar, Ermenileri öldürsünler diye dışarı salınan mahkumlar… Yani o dönemde  Mardin toprakları tam bir keşmekeş içinde , Nazeret’in ailesini bulmak için gittiği topraklarda da devam ediyor bu keşmekeş.  Bedeviler tarafından satın alınan Ermeni kızları, kamplarda ölüme mahkum olan kadın ve çocuklar…



Mardin’de Nazeret’e yardımcı olan asker kaçaklarından sonra Halep’de de bir Arap sabun imalatçısı bu görevi üstleniyor. Halep’de geçen hikaye de Akın metaforları yine devreye sokuyor. Hikayenin Halep kısmında sabun imalathanesini mekan olarak seçerek sabun üzerinden soykırım olduğuna işaret ediyor.  Ama aynı zaman da imalathanenin sahibi tıpkı ‘Schindler’s List’ filmindeki Schindler gibi savaşın kaybedenlerine imalathanesinde kucak açıyor.  Ve sessiz  Charlie Chaplin filminde Chaplin’in derdini hareketlerle anlatmaya çalışması bazen de yanlış anlaşılması, Nazeret’in durumuna bire bir uyuyor.

 Film izlerken karşılaştığı çırağından kızlarının yaşadığını öğrenmesi ile The Cut bir yol hikayesine dönüşüyor. Ve tabiri caizse bizi umuda ulaştırma azmiyle  kıta kıta dolaştırıyor. Lübnan’dan Küba’ya, Küba’dan Amerika’ya, oradan da daha kuzeye giden Nazeret’i takip ediyoruz. Ve kızlarını bulması için inanılmaz bir istek duyuyoruz. Çünkü eğer kızlarını ya da kızını bulursa umudun hiç tükenmediğine dair hissimiz devam edecek. Biliyoruz ki Nazeret’in mutluluğu yüreğimize birazcık da olsa su serpecek. Dileğimiz tam olmasa da gerçekleşiyor. Kızlarından birini sakat bir halde buluyor. Dilsiz baba ve sakat kızı, sessiz ve sakat bırakılmış Ermeni  milletini temsil ediyor.



Akın filmde ermeni bir demirci ustasının bu süreçte yaşadıklarını,onun gözünden gördüklerini göstermek istedim diyor. Gerçekten de o günlerde yaşanılanlara Nazeret ‘in gördüğü ve yaşadığı kadar şahit oluyoruz. Ve en önemlisi Ermeni halkının değil, Nazaret’in bakış açısını, olaylar karşısındaki tepkilerini izliyoruz. Kendi halkından olan zengin tüccara yardım etmeye çalışmaması  aralarındaki sınıf farkından dolayı . Savaşın bitmesiyle Halep’i terk eden Türklere bir türlü taş atamaması ise kendi yaşadıklarını hatırlattığı içindir.

Son dönem filmlerinde izlemekten büyük keyif aldığımız Tahar Rahim’in oyunculuğu, Ermeni asıllı Amerikalı senarist Mardik Martin’in başarılı kalemi, Alexander Hacke’in filmle büyük bir uyum yakalayan müzikleri , başarılı sanat ve kostüm yönetimi söylenmeden geçilmemeli.
Akın önemli bir misyonu üstlenerek, tabiri caizse taşın altına elini koyarak zorlu ve meşakatli bir yola girmiş. Ve bu zorlu işin altından elbette eksikleri ve yanlışlarıyla da olsa kalkıyor. Tarafsız bir gözle, kimseyi yargılamadan söyleyeceğini söylüyor.

THE CUT (KESİK)
YÖNETMEN:FATİH AKIN
SENARYO:MARDİK MARTİN
OYUNCULAR:TAHAR RAHİM, SİMON ABKARIAN, MAKRAM KHOURY, BARTU KÜÇÜKÇAĞLAYAN
YAPIM: 2014 / ALM-TUR.-FRA.-POL.-KAN.-RUS. / 138 DK.





25 Kasım 2014 Salı

ŞARKILAR HEP BİZİ SÖYLER

Tunç Şahin tarafından Uygar Şirin’in aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan ‘Karışık Kaset’ iyi kotarılmış ana akım filmler de hala çekilebiliyor umudunu verdi. Sanıldığı gibi bir aşk filmi değil Karışık Kaset. Bir büyüme hikayesi, popüler müzik tarihçesi ve baba-oğul ilişkisinin filmi.

Aslında bir erkek dünyası hikayesi film. Sarp Apak’ın canlandırdığı Ulaş karakterini aşkını, babası ile olan ilişkisini ve ideallerini izlerken onun büyümesine ve olgunlaşmasına şahit oluyoruz. Ulaş’ın gözünden görüyoruz dünyayı. Onun dinlediği şarkıları dinliyor, onun aşkıyla heyecanlanıyor, onun ile annesine kızıp babasına yaklaşıyoruz.



Filmde iki çift var. Bu çiftlerden  biri evlenmiş ama evliliklerini mutlu bir şekilde devam ettirememişlerdir.  Ulaş’ın anne ve babasıdır bunlar. Baba müzik sevdalısı, bu konuda azımsanmayacak bir birikime sahip, bu birikimi ile bir kitap yazmak isteyen evcimen bir erkektir. Anne ise kocasının bu durumundan hayli şikayetçi, gezmeyi seven, daha özgür ruhlu bir kadındır. Ulaş da müziği çok seven, tıpkı babası gibi bu konuda engin bir dünya görüşüne sahip, sakin ve tatminkar bir insandır. İrem ise Ulaş’ın annesi gibi özgür ruhlu, gezmeyi seven, dışa dönük bir kadındır. Peki farkları ne diye soracak olursak; Ulaş bir yerden sonra üzerindeki ölü toprağı atarak harekete geçmesini bilirken İrem ise yanında ki erkeğe her koşulda desteğini esirmez. Aslında Ulaş babanın, İrem de annenin yapmak isteyip de yapamadıklarını başaranlardır.

Ulaş her ne kadar idealleri olan bir erkek olsa da İrem ile karşılaşmasa çok da harekete geçmeyecek birisidir. Ama İrem Ulaş’ı harekete geçirir. Zaten tek ihtiyacı birazcık dürtülmek olan Ulaş ideallerini gerçekleştirir. Her 10 yılda bir İrem ile karşılaşan Ulaş her defasında hayatı ile ilgili büyük bir adım atar.  Babasına destek olmayarak onları terk eden bir anneden sonra zaten çocukluk aşkı olan İrem Ulaş da gittikçe büyüyen bir arzuya dönüşür.



Ulaş babasının tüm eksik ve yanlış yanlarını görmesine rağmen onun yolundan gidiyor. Onun dinlediği şarkıları dinliyor, ondan tavsiyeler alıyor, birlikte hoş sohbetler yaparak zaman geçiriyor. Çünkü her şeye rağmen annesinden daha samimi buluyor babasını. Tabi baba yaşlanıp kendi de büyüyünce bu hayranlık biraz da olsa geçmeye başlıyor . Artık babasını eleştiriyor, kızıyor hatta bazen küçümsüyor. Ama her şeye rağmen onu hiçbir zaman annesinin yaptığı gibi bırakmıyor. Hatta ve hatta babası öldükten  sonra da bir süre onu bırakamıyor. Ne zaman ki olgunlaşmasını tamamlıyor; o zaman babasına veda edebiliyor.

Film her ne kadar mutlu son ile de bitse de klişe bir film değil asla. Film boyunca kocalarından boşanan, sürekli yaşadığı yeri değiştiren, doğru insanı buluncaya kadar birden çok defa nişanlanan, sevgilisini aldatan kadın karakterler görüyoruz. Gençlik yıllarında duvarın üzerinden atlayanda, okulu kırma teklifinde bulunan da, başını omzuna yaslayanda, sevişmeyi başlatan da İrem’dir. Ulaş İrem’i izleyen, onun planlarına dahil olandır. Kesinlikle iyi çizilmiş bir kadın karakter var karşımızda. Ama tabi ki bu hikaye İrem’in değil Ulaş’ın hikayesidir. Ve Ulaş tüm naifliği, abartısız hareketleri, sade ve samimi hayatı ile kendimizi ona çok çok yakın hissettiriyor.



30 yıla yayılan bir hikayesi olduğu için bir nevi dönem filmi de sayılan Karışık Kaset bu yükün altından başarı ile kalkıyor. Hikayenin geçtiği mekan, objeler ve renk kullanımı ve elbette müzikleri  ile bizi önce doksanlara sonrada ikibinlere götürüyor.  Baba ile Ulaş’ın kullandığı renkler ile anne ile İrem’in kullandığı renklerin benzerliği, İrem’in Ulaş’ın hayatına girdiği zamanlarda renklerin canlanması gibi ayrıntılar gözden kaçırılmaması gereken detaylar. Ulaş’ın evin bozuk olan lambasını babası gibi yıllarca tamir etmemesi de  babası ile arasındaki benzerliği gösteren güçlü bir metafor.  
Son dönemlerde yapılan yeşilçama saygı duruşu yapan filmlerden sonra altmışlar sonrası  popüler müziğe saygı duruşu yapan Karışık Kaset filmi illaki bir yanıyla sizi çekip sarmalayacak bir yan barındırıyor. Hikayenin hiçbir yanı sarmadı mı? Muhteşem müzikleri dinler kulağınızın pasını silersiniz o zaman da.

KARIŞIK KASET
YÖNETMEN: TUNÇ ŞAHİN
SENARYO: TUNÇ ŞAHİN, MERT ATALAY
YAPIM: 2014/TÜRKİYE

OYUNCULAR: SARP APAK, ÖZGE ÖZPİRİNÇCİ

15 Kasım 2014 Cumartesi

Sürtük Club’ın Kaybedenleri

Yeşilçam döneminde toplumsal gerçekçi içerikli filmler (Bereketli Topraklar Üzerinde, Hakkari de Bir Mevsim) yaparak farklılığını ortaya koyan Erden Kıral, son dönem Türkiye sinemasında da art arda filmler çekerek varlığını devam ettiriyor.  Son çektiği Gece filmiyle bize ikinci bir Masumiyet ya da Kader filmi izlettirebilecekken, sabit öyküye eklemlendirdiği yan öyküler ile heyecanımızı yolda bırakıyor.

Bekir ve Uğur’un hikayesine benzeyen Süsen ile Yusuf hikayesi var Gece’de. Fakat bu kez Uğur gibi ne yapacağını bilen, güçlü asla amacından sapmayan bir kadın karakter değil Süsen gibi. Kendine çizdiği yoldan pişman, kurtarıcısını bekleyen zayıf bir kadın karakter var. Uğur gibi Bekir’i peşinden sürükleyen değil , Yusuf’un peşinden sürüklenen bir kadın Süsen. Aslında filmin diğer kadın karakterleri de aynı bakış açısı ile çizilmiş. Kocası tarafından terk edilmiş ve bu durum karşısında suskunluğa bürünmüş anne, abileri ile görüşmek ve ailenin fertleri arasında tampon oluşturma dışında hiçbir eylemine tanık olmadığımız küçük kız, nişanlısını kaybettikten sonra fahişe olmayı tercih eden kadın… Yeni bir hayat yaşamak isteyip her şeyi terk eden de, örgüte katılarak, gerektiğinde örgüte bile kafa tutup ölümü göze alan da, bedenini açlığa yatırarak ölümü hiçe sayan da hep erkek.mKadınlar sadece gitme, ölme, yapma diye yalvaran onlarsız yapamayan varlıklar.



Belki de bu erkeklerden  tek zavallı olanı Yusuf; o da bu zavallı hayatına Süsen’i ortak ederek  ona acımamıza engel oluyor. Yusuf bulaştığı pislikte yaşayabilmek için delicesine sevdiği Süsen’ini bile paylaşabilecek kadar batmış durumda. Belki de filmin en düşmüş karakteri. İçinde bulunduğu çıkışsızlıktan dolayı ne gurur ne namus biliyor. Zaten film ile birlikte Yusuf ile Süsen de  dibi boyluyor.

Filmin ilk yarısına kadar devam eden kısmı genelde Yusuf ile Süsen hikayesini anlatır. Ve bizi ekrana kilitler. Fakat diğer hikayeler  eklemlendirilmeye başlayınca kurgu kopmaya başlar. Hikaye akmaz, soru işaretleri başlar. Zahit, örgüt tarafından cezalandırılacak kadar ne yapmış olabilir? Nahit, örgüte katıldıktan sonra nasıl bir süreç geçirerek ölüm orucu kadar sağlam bir duruş gerektirecek noktaya geldi? Anne Nahit’i hapishanede gördükten sonra neden yok? Kız kardeş her gün üst üste birilerini hapishaneye nasıl götürebiliyor?... Neyse ki filmin ortalarında yaşanan bu kopmaları final ile biraz da olsa telafi ediyor Kıral. Final de asıl izlememiz gereken hikayenin hazin sonu yüzümüze tokat gibi çarpar.



Filmin iç bulandırıcı ve sıkıntılı Yusuf ile Süsen hikayesine eşlik eden yeşil renk, devrimci Nahit’in hikayesinde ki kırmızı renk kullanımı Feza Çaldıran elinden çıkan görüntü yönetimini başarılı kılan çalışmalardan.  Birbirine eş zamanlı ilerleyen üç hikayeyi paralel bir şekilde fakat  eşitsiz anlatan bir kurguya sahip.  İzmir’in banliyö treni filmde gitmek ile kalmak ikileminin olduğu sahnelere başarı ile yedirilmiş.

Toplumsal konulara duyarlı olması ile tanıdığımız Erden Kıral’ın tabiî ki zamanında yaptığı gibi bu konuları başarılı bir şekilde filmlerinde işlemesini isterim. Fakat bunu yaparken daha minimalist bir yol çizse daha iyi olur sanırım. Aynı filmin içinde ben bunu da bunu da veririm gibi bir açgözlülüğe girmemesi gerek. Yine de her türlü olumsuzluğa rağmen Yusuf ile Süsen’in hikayesini izlemek, Mert Fırat başta olmak üzere Ayça Damgacı’ nın , İlyas Salman’ın mükemmel oyunculuklarına şahit olmak için gidin ve Gece’yi izleyin derim.

GECE
YÖNETMEN:ERDEN KIRAL
SENARYO:RIZA KIRAÇ
OYUNCULAR:MERT FIRAT, NURGÜL YEŞİLÇAY, AYÇA DAMGACI
YAPIM: 2014 / TÜRKİYE / 100 DK.



31 Ekim 2014 Cuma

ÇOCUK BEDENİNDE KOCA ADAM


İlk uzun metrajlı filmi ile Venedik Film Festivali’nde ana yarışma bölümüne seçilen  Kaan Müjdeci’nin filmi ‘Sivas’ uzun bir bekleyişten sonra vizyona girdi.  11 yaşındaki Aslan ile Sivas isimli bir dövüş köpeğinin yaşadıkları üzerinden bozkırda geçen bir büyüme hikayesi anlatan film Venedik’ten Jüri özel ödülünü alarak dönmeyi başardı.

Arkadaşları ile oyun oynarken itilip kakılan, saklambaç oynarken tek başına bırakılan, okuldaki Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler oyununa prens olarak seçilmeyen Aslan kozunu büyüklerin dünyasında paylaşmaya karar veriyor. Yalnızca yaşıtlarının dünyasından aşık olduğu Ayşe’den asla vazgeçmiyor. Ayşe’nin dışında genelde köyün erkeklerinin toplantılarına katılıyor, onlarla yaşıtlarıymış gibi konuşuyor, sigara içiyor, annesinin onu yıkamasını istemiyor,  köpek dövüştürüyor, küfür ediyor, dikleniyor hatta tabir yerindeyse onlara  bazen de kafa tutuyor. Kısacası çocuk bedeninde yaşayan(yaşamaya çalışan) koca bir adam Aslan.


Aslan bu büyüklerin dünyasına tamda uyum sağlayamıyor aslında. Daha filmin ilk başlarında atlarını ovaya salmaya çalışırken ona zarar verip sonra da kaybetmesi  Aslan’da  vicdan azabına neden olur.
Atın yokluğu onda başka bir hayvana bağlanma isteği oluşturur. Ve önüne çıkan ilk fırsatta bu  kez başkasından zarar görmüş bir köpeğe sahip çıkarak vicdanını rahatlatır. Ve bu kez ondan ayrılmasına neden olacak tüm kişi ve olaylara direnir. Bu kez asla yol arkadaşı, dostu olarak gördüğü bir dövüş köpeği olan Sivas’ı bırakmaz.

Ama gözü gibi baktığı, herkesten sakındığı köpeği Sivas’ı maalesef dövüştürmeye başlayacaktır. Buna karar vermesinde yaşadığı toplumdaki genel geçer kurallar, mahalle baskısı, bazen de aşık olduğu kızın söyledikleri neden oluyor.   Aslan,  her ne kadar belli etmemeye çalışsa da Sivas’ı dövüştürmekten çok rahatsızdır.  Hiçbir zaman çevresindeki insanların dövüş esnasında aldığı hazzı alamıyor. Dövüşlere giderken de, dövüş esnasında da hep bir tutuk, hep bir kaygılı. Sivas sayesinde kabul edildiği erkek dünyasında pohpohlanması bile onun sesinin gür çıkmasını sağlamaz. Çünkü onun aklı her dövüşten sonra yıpranan, yaralanan Sivas’tadır.

Aslan, Sivas’ın şampiyonluk aldığı dövüşten sonra onun iyice yıprandığını, yorgun düştüğünü görür. Ve içinde bulunmak istediği erkek camiasının kendisine kapılarını sonuna kadar açmasına rağmen bu fırsatı elinin tersiyle iter. Tüm cesaretini kullanarak verdiği köpeğini dövüştürmeme kararını camiaya açıklar. Ve biz seyirci de ‘İşte bu!’ duygusunu yaratır.

Bir büyüme hikayesi anlatan “Sivas” bu hikayeyi güçlü bir alt metin olan köpek dövüşleri ile birlikte anlatmayı tercih ediyor. Yönetmenin film yönetirken en zorlanılacak oyuncular olan çocuk ve hayvan ile çalışması, üstüne  çok zor çekilecek gün batımı ve gece çekimleri kullanması,  müziğe sırtını dönen kararı ile kesinlikle takdiri hak ediyor.  Ve bize de bu filmi sinemaya giderek izlemek düşüyor.

NOT: Filmin kamera arkası görüntülerinden izlediklerim ve film ekibinin katıldığı söyleşiden dinlediklerimi özetlersem Filmde Çakır adlı köpek başta olmak üzere hiçbir hayvana zarar verilmemiştir. Çakır sürekli veteriner gözetiminde olmuş, cildine zarar vermeyecek boyalar kullanılmış, özel hazırlanan şampuanlarla yıkanmış ve asla gerçek anlamda dövüştürülmemiştir. Hatta köpeklerle olan sahnelerin çekimi bu konudaki hassasiyetten ötürü çok uzun sürmüştür. Bu açıklamalarda ben yönetmenin ve film ekibinin söylediklerine güveniyor ve samimiyetlerine inanıyorum.

SİVAS
YÖNETMEN: KAAN MÜJDECİ
SENARYO: KAAN MÜJDECİ
OYUNCULAR: DOĞAN İZCİ, ÇAKIR
YAPIM:2014/TÜRKİYE/ 97DK





19 Ekim 2014 Pazar

THE SEARCH : SAVAŞIN KAZANANI OLMAZ


Yönetmen Michel Hazanavicius ve eşi Berenice Bejo beş Oscar’lı Artist’in ardından bu kez bir savaş filminde bir araya geliyor. Yönetmen Hazanavicius ilk filmindeki Holywood setlerinden büyük bir dönüş yaparak bu kez bizi Çeçenistan topraklarına savaş atmosferine götürüyor. The Search filminin senaryosunu yazarken İkinci Dünya Savaşı’nda mülteci olan anne-babasının çektiklerinden de esinlenmiş.

Film İkinci Çeçen savaşı sırasında küçük kardeşi ile savaşın ortasında kalan Hadji ve ot içerken tutuklanarak kendini Çeçen cephesinde bulan Koila’nın birbirini takip eden hikayeleri olarak ilerliyor. Bir Çeçen olan ve savaşta annesini babasını kaybeden, ablası ve küçük kardeşinden ayrı düşen Hadji her şeye rağmen kazanan; bir Rus olarak savaşın üstün tarafında olan Koila ise kaybeden olarak çizilmiş.

Filme Hadji’nin hikayesinden bakılınca gayet klasik bir hikaye olarak görülebilir. Fakat bu hikayeye parelel izlediğimiz Koila’nın hikayesi bugüne kadar yapılmayan bir şeyi yapmakta: Haksız bir işgalde katliam yapacak asker ‘nasıl yetiştirilir’ sorusunu cevaplamaktadır. Amerika’nın Irak’ı , Rusya’nın Çeçenistan’ı, Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesinde masum insanların askerler tarafından çoğu zaman işkence edilerek nasıl öldürülebildiği anlaşılır Koila’nın hikayesinde.



Hayata toz pembe bakan, masum ve asla askerlik ile alakası olmayan bir gencin tutuklandıktan sonra dövülerek ve psikolojik baskı yapılarak nasıl insanlıktan çıkarıldığı seyirciye an be an izlettirilir. Böylece filmin başında askerler tarafından masum iki insanın sorgusuz sualsiz katledilmesi gayet anlaşılır bir hale gelmektedir.

 Michel Hazanavicius Çeçen Savaşı’nda Rusya’yı eleştirmek ile kalmaz. Avrupa Birliği’ni de aynı şekilde eleştiri oklarına hedef seçer. Avrupa Birliği İnsan Hakları Komitesi’nin üyesi olan Carole gözlem yapmak için gittiği Çeçenistan’da gördüklerini ve dinlediklerini Avrupa Birliği’ne sunar. Ama maalesef beklediği ilgiyi ve duyarlılığı göremez. Carole çalıştığı kuruma, çevresindeki (ailesi de dahil olmak üzere) insanlara olan umudunu kaybeder. Ama Çeçenistan’da tanıştığı dili, dini, ırkı farklı olan karşılıklı konuşup anlaşmayı bile başaramadığı Hadji’ye umutlarını bağlar.



Savaşın kan ve vahşet görüntülerinden medet ummayan, duygu sömürüsü yapmayan The Search ülke ya da kurumlara olan eleştirilerini de nedenleri ile vermekte; Avrupa Birliğinin, kendi temsilcisinin raporunu önemsememeleri, Rusya’nın haksız bir işgalde masum insanları nasıl katlettiği gibi. Hatta filmin bazı yerlerine başarı ile yedirdiği sahneler ile(Hadji’nin rock müzik ile Kafkas dansı yapması, savaşın ortasındaki Çeçen kadınların evlerinin camlarını düşünmeleri) izleyenlerin yüzlerinde tebessüm yaratmayı bile başarıyor. The Search uluslararası festivallerden gereken ilgiyi görememiş olsa da Birçok insanın görmezden geldiği bir konuyu masum bir çocuk ve genç üzerinden başarılı bir şekilde anlatan bir yapım.

Arayış (The Search)
Yönetmen: Michel Hazanavicius
Senaryo: Michel Hazanavicius
Oyuncular: Berenice Bejo, Annette Bening, Marxi Emelianov, Abdul Khalim Mamatsuiev
Yapım: 2014 / Fransa / 2 s. 14 d.

12 Ekim 2014 Pazar

Mommy


20 yaşında ilk filmini yaparak dikkatleri üzerine çeken Xaier Dolan beş yıla beş film sığdırarak bu hızlı üretimi ile sinema severleri şaşırtıyor. Sinemanın dahi çocuğu Kanadalı yönetmen son filmi Mommy ile Cannes film festivalinde büyük usta Godard ile jüri özel ödülünü paylaşarak başarısını taçlandırdı. İlk filminde gerçek hayatında problemli olduğu annesini perdeye yansıtan Xaiser Dolan son filminde de bir anneyi anlatmayı seçiyor. Ama bu kez ‘Annemi Öldürdüm’ filmindekinden çok daha farklı bir anne var karşımızda.

Babasının ölümünden sonra problemleri artan oğlunun yaşadıklarıyla tek başına başa çıkmak zorunda kalan, evi geçindirebilmek için gündüzleri temizliğe giden, oğlunun davasına avukat ayarlamak için uygunsuz bir ilişkiyi bile göze alabilen bir anne Mommy’nin annesi. Filmde kaybeden üç karekter var. Hiperaktivite problemi olan ve babası ölünce saldırgan birine dönüştüğü için ıslah evine girmiş Steve, Kocasını kaybettikten sonra hem Steve’in saldırgan bir çocuk olmasıyla uğraşıp hem de hayat mücadelesi veren Dia, Oğlunu kaybettikten sonra konuşma bozukluğu yaşayan hatta bu sebepden ötürü öğretmenlik mesleğine ara vermek zorunda kalan Kyla. Ve bu kaybedenler bir kaç aylığına da olsa birbirlerinin ilacı oluyorlar. Steve çok sevdiği babasının ölünce boşalan yerine Kyla’yı, Kyla ölen oğlunun yerine Steve’i, Dia yalnızlığının yerine Kyla’yı koyuyor.


Dolan 20 yaşında ilk filmini çekerek çok genç yaşta yönetmenliğe başladı. Bazen tıpkı ‘Annemi Öldürdüm’ filminde olduğu gibi kendi hayatından da izler taşıyan başarılı senaryolara imza attı. Tıpkı bir modacı gibi eserine müthiş bir biçim vererek (cama asılan kırmızı kumaş ile odanın kırmızı bir loşluğa bürünmesi), teknik anlamda sürekli yeni şeyler deneyerek (kare format, enseden çekim) özgün bir yönetmen olma yolunda epey yol aldı. İlk kez birlikte çalıştığı Antoine-Olivier Pilon Steve rolünde etkileyici bir performans ortaya çıkarıyor. Anne rolünde ki Anne Dorval ve Kyla rolünde ki Suzanne Clément ise tıpkı Dolan’ın önceki filmlerindeki başarılı performanslarını devam ettiriyorlar. Martin Scorses, Pedro Almadovar, Tım Burton gibi filmlerinde genellikle aynı oyuncuları kullanan Dolan yavaş yavaş kendine bir çekirdek kadro kurmaya başladı diyebiliriz sanırım.

Zamanı dilediği gibi kullanan Dolan filmde bol bol gündelik hayattan diyaloğlara (kimi zaman mayonezin içinde havyar varmı yokmu? Kimi zaman aslında mikrodalganın daha önce Canada da ‘dalgalı ısıtıcı’olarak icad edildiği kimi zaman da dışarıda yemek yemek için kimler hamburger yenilen yeri tercih eder gibi) yer veriyor. Hatta Dolan kendini sınırlandırmamayı o kadar öteye götürüyor ki zamansız bir film olmamasına rağmen bazı diyaloğlarda onu da (mikrodalga icadı) yok sayıyor. Film boyunca birbirlerine yaslanarak birbirlerinden güç alarak hikayelerini sürdüren Steve,Ani ve Kyla filmin sonunda yollarını ayırarak yeni hikayelere yelken açıyorlar. Kim bilir belki de bu hikayelerinin biri Dolan’ın yeni filminin konusu bile olur.

18 Eylül 2014 Perşembe

Neden Tarkovski Olamıyorum: Tarkovski'ye saygı duruşu!


İlk uzun metrajlı filmi ‘Hayatın Tuzu’ndan’ sonra gerçekten çekmek istediği  ‘Neden Tarkovski Olamıyorum ‘ filmini çeken Murat Düzgünoğlu çıtayı hayli yükseltmiş. Birçok yönetmen gibi kendi hayatından esinlenerek çektiği son filminde yönetmen çekmek istediği filmi çekemeyen ve çevresindekiler tarafından anlaşılamayan bir yönetmen adayının tabiri caizse büyük buhranını gözler önüne seriyor.

Film birkaç yüzeysel kadın karakter dışında erkek hayatlarını derinlemesine işliyor. Özellikle aynı aileden olan üç erkeğin dünyası birçok açıdan benzerlikler taşıyor. Bu erkeklerden Bahadır kimse tarafından onaylanmayan filmini çekmek için inatla yapımcı ararken, babası on yıldır bitiremediği inşaatı kimsenin bitireceğine inanmamasına rağmen tek başına bitirmeye çalışır, abisi ise bahadır’ın biraz da farklı mekanların fotoğraflarını çek demesine rağmen ısrarla Haydarpaşa Garı’nın fotolarını çeker.  Bir nevi Don Kişot vari erkekler var karşımızda. Bu erkek karakterlerden sonra kadın karakterlere geldiğimizde ise elimizde neredeyse kocaman bir hiç var.Anne  evden ayrı yaşayan oğlunun doğru dürüst yemek yiyip yiyemediğini düşünür, sevgili sanki hayatında başka hiç önemli bir şey yokmuş gibi sadece Bahadır ile yaşadığı ilişkinin gidişatına kafayı takar, asistan ise içten içe yönetmene hisler besler ve Bahadır’ın onu fark etmesini bekler, barda çalışan kız ise siyahi erkeklerden hoşlanır ve gördüğü ilk siyahi erkeğin hemen kollarına koşar.Bir yanda  ne yapmak istediğini bilen ve inatla gerçekleştirmeye çalışan güçlü erkekler diğer yanda hayatta bir erkeğin en fazla idealine ulaşma noktasında onları motive edecek bir araç olan kadınlar.



Bu erkek karakterlerden  Bahadır maddi ve manevi olarak en çok sorun yaşayan karakter olmasına rağmen aynı zaman da tüm problemli erkeklerinde yanında olarak onlara yardım etmeye çalışıyor. Arada babasının yanına inşaata gidip yardım ediyor ve ona bu işten kurtulmak ömrünün kalan zamanlarını rahat  bir hayat geçirmesi için yol gösteriyor, abisinin yanına giderek ona fotoğrafçılık ile ilgili öneri sunuyor, asker kaçağı dayısına evini açarak  askerliği uzatma sorununa vicdani retçi olsana diyerek öneride bulunuyor , hasta olan ve yayınevi tarafından aldatılan yazar dostunu sürekli ziyarete giderek ona avukat vs konusunda yardımcı olmayı teklif ediyor. Bahadır kendisine hayrı olmayan ama herkesin derdine koşan çare olmaya çalışan bir insan.



Filmin en pozitif yanı olarak sistemin birçok kurumunu eleştirmesi ama eleştirirken izleyenleri eğlendirmesi görülebilir.  Bir yandan film yapım şirketlerini salt populer  filmlere yatırım yaptığı için eleştirirken, diğer yandan da yayınevlerinin baskı sayıları hakkında yazarları aldattığı ve bu yolla onları sömürdüğüne değiniyor. Bununla birlikte devletin askerlik yapamayacak ya da yapmak istemeyen insanlara zorla askerlik yaptırdığını, tarihi eser niteliğinde olan Hardarpaşa Garı’nın yıkılıp otel yapılacağına da değinmeden edemiyor yönetmen.  Bütün bunlar yapılırken mizah duygusunun bir an olsun metinden eksilmemesi de dikkatlerden kaçmayan başka bir husus.

Mükemmel oyunculuklarıyla da (özellikle Tansu Biçer) göz dolduran filme isminden dolayı mesafeli duracak olanlar varsa onlara sesleniyorum: Önyargılarınızdan kurtulun ve gidip izleyin. Herkesin kendinden bir şeyler bulacağı samimi ve eğlenceli bir film sizi bekliyor.