30 Nisan 2016 Cumartesi

Martin Scorsese Sineması


Director Martin Scorcese poses for photographers on the red carpet at the EE British Academy Film Awards held at the Royal Opera House on Sunday Feb. 16, 2014, in London. (Photo by Joel Ryan/Invision/AP)/IMC308/84179155116/02161416820, 21334631/1402162001 *** Local Caption *** 21526427

Amerikan Film Enstitüsü tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülen, Oscar ödüllü Martin Scorsese’nin sinema tarihine adını büyük harflerle yazdırdığını kimse inkâr edemez sanırım. Kariyeri boyunca kısa film, belgesel, uzun metraj ve tv dizisi olarak birçok projeye imza atmış bu yorulmak bilmeyen adamın yeni filminin de yolda olduğunu söylemek isterim. Sinema tarihine adını kazımış filmlere yönetmenlik yapmış Scorsese’nin filmografisi içinden beş tane film seçmek oldukça zor. Yönetmenin geriye kalan filmlerinin de hepsinin ayrı ayrı değerli olduğunu belirterek sinema tarihine adeta kutup yıldızı gibi yol gösteren beş tanesine doğru bir gezintiye çıkalım isterim.

1) Taxi Driver – 1976

Martin Scorsese’nin bana kalırsa filmografisinin göz bebeği olan Taxi Driver, yarattığı karakterle de sinema tarihinde parlayan bir yıldızdır. Travis Bickle adlı taksi şoförü ile Scorsese, bir nevi modern Don Kişot’u yaratıyor. Vietnam Savaşı’ndan yeni dönmüş Travis, her ne kadar normal hayata karışmaya çalışsa da bunda başarılı olamıyor. Zira Travis asla sürüye katılıp da uçurumdan aşağı yuvarlanacak bir karaktere sahip değildir. Travis, sürüden ayrılanı kurdun kapacağını bilse bile sonuna kadar bildiğini okuyan, New York sokaklarının delikanlısıdır. Bu bozulmamış, temiz ve saf duygularla hayatı yorumlayan adam, Travis ile tanışmalısınız bir an önce.

2) Raging Bull – 1980

Scorsese’nin siyah-beyaz çekmeyi tercih ettiği Raging Bull, aynı zamanda gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor. Ortasiklet bir boksör olan Jack La Motta’nın özel hayatından ringlerdeki kariyerine kadar tüm yaşamını perdeye yansıtan Scorsese, tüm zamanların en iyi filmlerinden birine imza atıyor. Boksör filmlerinin ilham perisi, akıl hocası olan Raging Bull’un her anı sinema öğrenmek isteyenler için adeta ders niteliğindedir. Geçen yıllar içerisinde onlarca boks filminin önüne geçemediği bu efsane film, senaryosu, kurgusu(Oscar kazanmıştır), sinematografisi, oyunculuklarıyla tam anlamıyla bir başyapıttır. Özellikle Robert De Niro’nun oyunculuğu ile şahlanan film, boks filmlerinden hoşlaşmayanların bile kalbini kazanacaktır.

3) Goodfellas – 1990

Mafya filmleri denilince aklınıza sadece Godfather geliyorsa hayatımızda koca bir boşluk vardır. Bu boşluğu dolduracak film ise Goodfellas’tır kuşkusuz. Robert De Niro’nun hayat verdiği karakter ile devleşen Goodfellas, mafya dünyasına yakından bakan en önemli filmlerden biridir. Yeri geldiğinde mafya dünyasının kirli ve pis ilişkilerini eleştiren yeri geldiğinde ise o gizemli dünyaya seyircinin ilgi duymasına neden olan filmle, Scorsese gerçekten ters köşe yapıyor herkesi. Gerçek bir hayat hikâyesinden kendisinin senaryolaştırdığı Goodfellas, unutulmazlar arasında çoktan yerini almıştır.

4) After Hours – 1985

Unutulmaz bir kara komedi After Hours, tek bir gecede tüm serüvenini yaşatıyor. Lakin bu tek bir gece seyirci için bitmek bilmez, gittikçe daha da içinden çıkılmaz zamanlara uzanıyor adeta. Kafede tanıştığı kız ile Soho’ya giden bir adamın tıpkı bir labirentin içine girmişçesine bir türlü evine gidemeyişi, kaçmaya çalıştıkça daha da karmaşanın içine girdiği bir film After Hours. Her anı absürd olaylarla, sürprizlerle bezeli After Hours, seyirciyi nefessiz bırakıyor adeta. Scorsese’nin belki de tek gerçeküstü öğelere başvurduğu bu filmin Kafkavari esintiler de hissettirdiğini söylemek gerek. Sıradan bir hayat yaşayan ama bilinçaltında oldukça sıra dışı şeyler barındıran Paul Beckett, bol sürprizli bir gece sunuyor biz seyircilere. Scorsese’nin Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne layık görüldüğü After Hours’u izlemek için hala geç değil.

5) Hugo – 2011

Usta yönetmen Martin Scorsese’nin sinema tarihine armağan ettiği en önemli filmlerinden biri kuşkusuz Hugo’dur. Belki çoğu kişinin ilk beşine girmeyecek olan bu film, sadece sinema tarihine saygı duruşunda bulunmasıyla bile takdiri hak ediyor. Sinemanın başlangıcına büyülü bir fenerle ışık tutan Scorsese, bana kalırsa kariyerinin en önemli işine imza atıyor. Gencinden yaşlısına herkesin ilgiyle izleyeceği bir şekilde filmini tasarlayan Scorsese, sinemanın o eşsiz, büyülü bahçelerinde, zorlu patika yollarında gezdiriyor bizleri. Üç boyutlu çektiği tek filmi olan Hugo, başrollerinde çocuk oyuncuların olmasıyla da Scorsese’nin ilki olma ünvanını taşıyor. Eğer sinemaya, sinemanın doğuşundan bu yana tarihine meraklıysanız Hugo sizin için mükemmel bir atmosfere sahip engin bir bilgi deryası. Emin olun Hugo’yu izledikten sonra sinemaya bakış açınız çok daha farklı olacaktır.

Yeni Dönem Vampir Filmleri

only-lovers-left-alive03
Vampir filmleri sinemanın doğuşundan bu yana yüzlerce defa çekilmiştir. Korku türü içerisinde değerlendirilen bu filmlerin tek başına bir tür olacak denli kendini geliştiren, değiştiren, yenilenen bir yol izlediği inkâr edilemez oysaki. Nosferatu gibi filmlerden günümüzdeki versiyonlarına kadar büyük bir gelişim geçiren vampir külliyatı artık bölümlere ayrılarak değerlendirilecek bir durumdadır. İşte bu büyük külliyatın son dönem vampir janrına yenilikler getirerek çekilen filmlerine odaklanan bir liste yapalım istedim. Vampir mitolojisinin birçok kuralını yerle bir eden bu filmler aynı zamanda da çoğu yönüyle geçmişle bağlarını da koparmıyor. Fakat büyük şato ya da malikânelere hapsolan, zengin, yaşlı kontların yerini evlerde ya da otellerde kalan, para kazanmak için fahişelik bile yapan, temizlik vs işlerini uşak yerine kendileri yapan, karınlarını doyurmak için daha medeni yollara başvuran vampir karakterler ile besleniyor bu filmler. Dilerseniz bu filmlerden seyircinin de en çok sevdiği altı tanesine yakından bakalım.

1) Only Lovers Left Alive – 2013

Yönetmen: Jim Jarmusch
Only Lovers Left Alive yeni dönem vampir fenomenine kuşkusuz en fazla katkıda bulunan filmlerden biri. Günümüzde geçen filmde insanların vampirler tarafından zombi olarak nitelendirilmesi o kadar yerinde bir tercih oluyor ki… Zira filmdeki vampirlerimiz Adam (Adem), Eva (Havva) ve Christoper oldukça bilgili, kültürlü ve ilkeli vampirlerdir. Asla insan kanı içmek için cinayet işlemeyen, bunu daha farklı yollardan halleden vampirlerimiz geceleri zamanlarının çoğunu kitap okumak, müzik dinlemek, beste yapmak gibi işlere adayıp, dünyanın gidişatı üzerine kafa yorarak geçiriyorlar. Hayatın anlamsızlığı konusunda melankoli yaşayacak denli her türlü tecrübeyi yaşamış, dünyanın her halini görmüşlerdir. Kitap gibi açıp okunacak, sanat eseri gibi izlenecek, can kulağıyla dinlenecek numunelik örneklerdir adeta. Kanlı, canlı tarihi eserler olan bu kahramanların yaşantıları, hayata bakışları, aşkları beyazperdede inanılmaz bir seyir zevki sunuyor haliyle. Vampirlere en çok belki de sempati duyduğumuz bu başyapıt, müzikleriyle de seyirciyi tam kalbinden vurmayı ihmal etmiyor.
Bir kez daha evrende yaşayan her canlının insandan daha nitelikli daha üstün olduğuna kanaat getireceğiniz Only Lovers Left Alive, özellikle vampir filmleri meraklılarının başucu filmlerinden biri olmalı kesinlikle.

AGirlWalksHomeAloneAtNight

2) A Girl Walks Home Alone at Night – 2014

Yönetmen: Ana Liyl Amirpour
A Girl Walks Home Alone At Night, siyah beyaz çekilen ve distopik bir ortamda geçen bir masal adeta. İran olduğunu tahmin ettiğimiz bu mekân terk edilmiş, petrol rafinelerinin ortasında hapsolmuş, diktatör tarafından yönetilen aciz bir ülke. Böylesi tekinsiz bir ortamda geceleri sokakta dolaşan kadın vampirimiz mecburen giydiği çarşafın altında insanlara eşitlik ve adalet dağıtıyor. Tabii bunu kendi adalet duygusu ne gerektiriyorsa ona göre yapıyor. Seyircinin kendisini tıpkı western izliyormuşçasına bir duyguya kaptıran mekân ve tarz, aynı zamanda tam tersi bir durumu da bünyesinde taşıyor; filmin kahramanı olan kadın vampirimiz fazlasıyla feministtir. Üstelik adalet anlayışını da feminizm üzerine temellendiriyor her koşulda. Elbette A Girl Walks Home Alone At Night da her ne kadar vampir külliyatında çok farklı bir yere konumlansa da yine aşk üzerine hikâyesini temellendirerek klasik vampir filmleriyle de bağlarını koparmıyor.
Yine mükemmel müzikleriyle seyirciyi kendinden geçiren bu film, genç bir kadın yönetmenin elinden çıkan kusursuz bir deneme. Kendisini Xiaer Dolan’ın kadın versiyonu olarak nitelendirebileceğiniz Ana Liyl Amirpour, sinemasıyla adeta büyülüyor. Umarız da büyülemeye devam eder.

let the right one in

3) Låt den rätte komma in – 2008

Yönetmen: Tomas Alfredson
Sanırım vampir filmleri geleneğini en çok alaşağı eden filmlerden biri karşımızda. Bu defa kahramanlarımız birer çocuk oluyor. Yanlış anlamayın aşk yok değil. Bu kez küçük ve masum kalplerde atan bir aşk yaşanıyor. Ve bu aşka ev sahipli yapan karlar altındaki İsveç, mükemmel bir atmosfer sunuyor filme. Bir vampir olan Eli ve onun ruh eşi insan Oscar’ın dünyası filmi izleyen tüm yetişkinleri kıskandıracak denli sevgi dolu, naif, işten. Yine küçük yaşına rağmen birçok tecrübe sahibi Eli’nin asla cinayet işlemekten haz etmemesi, hayatta kalmak için başının çaresine bakması gibi durumlar öyle içinden çıkılmaz hal alıyor ki… Her koşulda hayatta kaybeden vampir Eli ile insan Oscar’ın birbirlerinin yaralarını fark edip, iyileştirmeleri, birbirlerine merhem olmaları seyirciyi tabiri caizse büyülüyor adeta.
Vampir filmleri janrına getirdiği beklide en güzel yeniliklerle birçoğumuzun favorisi olan bu filmin taklitlerinden(2010 yapımı Hollywood remakei)  sakının ve aslından sapmayın asla derim.
byzantium

4) Byzantium – 2012

Yönetmen: Neil Jordan
Daha önce vampir filmi deneyimi olan Neil Jordan’ın  Byzantium'u, bu kez de karşımıza anne-kız vampirleri getiriyor. Film kahramanlarımızı gündüzleri dışarıya çıkararak vampir filmografisinde ilk ve tek bu kuralı çiğneyen film unvanını taşıyor aynı zamanda. Üstelik bu anne kız, insanlar gibi geçim sıkıntısı ve bunun yanında birçok zorluk yaşayan vampirlerdir. Anne vampir Clara, hayatta kalabilmek ve kızına bakabilmek uğruna fahişelik yapan ama aynı zamanda da vampir kurallarının cinsiyetçi yaklaşımına kafa tutan güçlü bir kadın. Hayatları oradan oraya savrulan, otel odalarında saklanarak bir hayat süren bu koca yürekli iki kadının hikâyesinde, çatışmalarda çok güçlü. Bir yandan feleğin çemberinden geçmiş masumiyetini bir nevi kaybetmiş Clara ile hala iyilik ve dürüstlükten umudunu kesmemiş Eleanor arasındaki çatışmayı bu kadınlar ile vampir kuralları arasındaki çatışma ve elbette insanların dünyasında var olma çabası izliyor.
Aşkın yine her şeyi bir kördüğüme çevirdiği film, mükemmel görselliği ile gözümüzün önünden gitmeyecek karelere ev sahipliği yapıyor.

What We Do In The Shadows

5) What We Do in the Shadows – 2014

Yönetmen: Taika Waititi, Jemaine Clement
Vampir mitolojisine yenilik getiren en eğlenceli, en sevimli, en şapşal film elbette What We Do in the Shadows oluyor. Sahte belgesel türünde çekilen bu, Yeni Zellanda filmi, vampir filmlerinin sevimli yaramaz çocuğu oluyor. Aynı evi paylaşan arkadaş vampirlerin kameraya kendilerini, yaşantılarını anlattıkları filmde kahkaha atmadan geçen bir sahne yok adeta. Tüm klişeleri yerle bir eden hatta bu klişelerle maytap geçen What We Do in the Shadows, klasik öğelerden fazlasıyla beslenen ama çoğu tabuyu da yerle bir eden bir film aynı zamanda.
Dünya tarihinde önemli rolleri olan şimdilerde aynı evin içinde takılmaca yapan bu, karakterleri izlemeyenler çok şey kaçırmıştır.

thirst

6) Thirst (Bakjwi )- 2009

Yönetmen: Park Chan-wook
Park Chan-Wook gibi sıra dışı bir yönetmenden özgün bir vampir filmi çıkarsa nasıl olur tahmin etmek zor değil. Chan-Wook’un şiddetten, kandan beslenmeyi seven elinden çıkan vampir filmi de elbette seyirciyi fazlasıyla doyuruyor. Koşulsuz olacağına emin olduğumuz intikam mevzusu da elbette var filmde. Fakat bir vampir filminin olmazsa olmazı olan aşk da var kuşkusuz. Bir din adamı olan Sang-hyeon’un ölümcül olan hastalığa ilaç bulunması için gönüllü denek olmasıyla başlıyor her şey. Hastalığın bulaştığı Sang-hyeon, ölmeden önce ona verilen kan ile tekrar yaşama dönüyor. Hem de bir vampir olarak. Fakat bu hayatını insanlara iyilik yapmaya adayan adam, kan bulmakta zorlanacaktır. Sang-hyeon’un hayatını zindana çeviren ilk şey buysa ikincisi de âşık olduğu kadını da vampire çevirmesi oluyor. Sang-hyeon insanlara iyilik yapmaya çalıştığı her davranışı ile hayatını daha da zorlaştırıyor. Bu, finaliyle tam bir melodrama bağlayan Thirst, özellikle âşıkların birlikte işledikleri cinayet(kan emme amacıyla öldürmedikleri tek kişi) sonrası sürekli onun sanrısıyla yaşamalarıyla da vicdan unsurunu sorguluyor.
Belki de vampir filmografisi içerisinde en kısa ömürlü vampirlerle bizi tanıştıran Thirst, aşk, pişmanlık, vicdan, intikam gibi birçok duygunun girdabında sürüklenen bir yapım olarak hafızalara kazınıyor.

Reha Erdem Sineması

Reha Erdem (2)
1988 yılında A Ay'la başladığı kariyerine sekiz film sığdırır Reha Erdem. İlk filminden Kosmos filmine kadar sürekli yükselen bir çitaya sahip Erdem, son iki filmiyle bana kalırsa irtifa kaybetmiştir. Hatta Erdem sinemasını iki dönem olarak düşünürsek, Kosmos’a kadar olan sürreci ilk dönem, sonrasında çektiği Jin ve Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı ikinci dönem diye niteleyebiliriz. Erdem seyircisinin de genel olarak ilk dönemi daha çok sevdiği aşikâr elbette. Bu nedenle son dönem kafa karışıklığını filmlerine yansıttığını düşündüğüm başarılı yönetmen Erdem’in tekrar eski günlerine  dönmesini ümit ederek onun ilk dönem sinemasından dilim döndüğünce bahsetmek isterim.

1) Kosmos – 2010

Her yönetmenin bir zirve noktası varsa şayet, Erdem’in ki Kosmos’dur kuşkusuz. Yerli sinemanın önemli kilometre taşlarından olan Kosmos, bir nevi distopik bir evrende geçiyor. Kars gibi büyüleyici atmosferiyle her yönetmenin radarına giren şehir, Erdem’in filmine de tüm maharetini gösterecek kadar misafirperver davranıyor. Sermet Yeşil gibi başarılı bir oyuncunun bedeninde adeta şahlanan Kosmos karakteri, meczup bir gezgin. Kosmos, modern insanın koyduğu ahlak kurallarını hatta ve hatta iletişim şekillerini bile reddeden bir ermiş bir nevi. Hayvanlara hükmettikten sonra medenileştiğini zanneden insanlığın karşısına yerleştirdiği Kosmos ile mükemmel bir çatışma yaratan Erdem, Kosmos üzerinden insanlığın tüm kokuşmuş davranışlarını hedef seçiyor filmine. Yemek yeme adına hayvan ırkını katletmelerinden tut da, hiç sorgulamadan kabul ettikleri ahlaki kurallara kadar… Filmde özdeşlik kurduğumuz Kosmos ise insanın özüne dönüşü temsil ediyor adeta. Hayatta tek önemli olan şeyin aşk olduğuna inanan Kosmos, aşkını bulduğunda onunla olan iletişim şekli ile kuşkusuz filmi izleyen herkesi derinden etkilemiştir. İnsanın modernleşmeden önceki özüne saygı duruşu niteliğindeki bu film önünde saygı ile eğilmeyi hak ediyor sanırım.
 

2) Hayat Var – 2008

Hayat Var, Hayat adlı genç kızın yaşamına odaklanan bir film. Lakin Hayat, oldukça çetrefilli bir yaşama sahip bir kız. İçki ve kadın kaçakçılığı yapan babası ve üç kâğıtçı, yatalak dedesi ile birlikte yaşayan Hayat’ın annesi ise yeni kurduğu aile ile fazlasıyla meşguldür. İstanbul’un gözlerden uzak bir köşesinde yaşayan Hayat, tüm bu durumuna ve film boyunca başına gelenlere, düştüğü durumlara kayıtsız kalan, her şeye boş vermiş bir karakterdir. Hayat’ı tam olarak bir looser olarak nitelendirebiliriz. Adıyla ironik oluşturacak şekilde hep hayat yolunda kaybeden tarafta olan bu kız, yaşadıkları, duruşu, şarkı mırıldanışı, horlanışı, taciz edilişiyle boğazımızı düğümletip, yüreğimizi sıkıştırıyor biz seyircilerin. Güçlü oyuncu kadrosuyla göz dolduran bu filmde devleşen isim ise başarılı oyunculuğuyla Elit İşcan oluyor hiç kuşkusuz.
 
3) Korkuyorum Anne – 2004
Hayat Var’ın tersine odağına ergenliği de aşmış, yetişkin erkekleri alan Erdem, aile kavramı üzerinden yine oldukça başarılı bir filme imza atıyor. Zamansız bir film olan Korkuyorum Anne, özellikle Ali ile Keten karakterleri üzerinden ailenin birey olma sürecindeki etkilerinin neler olduğuna mercek tutuyor. Annesi olmayan ve hafıza kaybından dolayı babasını unutan Ali ile babasız olduğundan dolayı baskın bir anne tarafından yetiştirilen Keten filmin iki uçlu çatışmasını oluşturuyorlar. Başarılı oyunculukları, yer yer esprili anlatımı, güçlü senaryosu ile yerli sinemanın değerli parçalarından biridir Korkuyorum Anne.
 

4) Beş Vakit – 2006

Reha Erdem, bu kez de filmini bir köye ve üç çocuğun dünyasına konuk ediyor. Hala zamanın ve mekânın kölesi olmamış olan Ömer, Yakup, Yıldız… Zaman kavramının sadece günde beş kez okunan ezan ile kendini hissettirdiği filmde, çocuklar üzerinden nefretin, şiddetin, cinselliğin nasıl şekillendiğini hatta nasıl eyleme dökülecek noktaya geldiğine ışık tutuyor Beş Vakit. Erdem yine ebeveynlerin çocukları ile girdikleri ilişki üzerinden insan psikolojisini mercek altına almış oluyor bu filmiyle. Muhteşem fotoğraf kareleriyle renklenen filmin, Korkuyorum Anne’nin tam aksi yönde bir seyir zevki olduğunu eklemek gerek. Zira film, oldukça durgun ve sakin bir seyir sunuyor seyirciye.
 

5) A Ay – 1988

Siyah beyaz olarak çekilen film Bozcaada’da bir konakta geçiyor. Kullandığı mekânın etkileyiciliği ve zaman algısıyla oynayışı ile tipik bir Erdem filmi olan A Ay, yönetmenin ilk göz bebeği. Yekta adlı kız çocuğunun annesini bekleyen hayatına odaklanan film, oldukça karanlık ve kasvetli bir atmosferde geçiyor. Halası ve dedesi ile birlikte yaşayan Yekta, koca ve köhne konakta gün boyu dolaşıp ve pencereden annesinin kayıkla tekrar gelişini hayal edip duruyor. Yekta’nın annesini bekleyişi ve ona bir türlü kavuşamaması üzerinden ilerleyen film, ailenin yaraladığı bireyler üzerine eğilmektedir.

O AN:The Shawshank Redemption

The Shawshank Redemption

İlk uzun metrajı The Shawshank Redemption ile Frank Darabont, tabiri caizse yıllara meydan okuyacak bir yapıma imza atmıştır. Stephen King’in eserinden uyarlanan bu film, her ne kadar gişede hayal kırıklığı yaratsa da yıllar içerisinde bu gördüğü haksızlığın geri dönüşünü fazlasıyla karşılamıştır. Tüm zamanların en iyi filmleri arasında kendine en fiyakalı köşeyi tutan The Shawshank Redemption, IMDB’de yerleştiği ilk sırayı da kimseye vermeye niyetli değil. Hakkında sayfalarca yazı kaleme alınabilecek bu ölümsüz yapımın sadece bir sahnesine sizleri konuk etmek isteriyoruz. Hangi sahne mi? Hani kahramanımızın özgürlüğüne kavuştuğu, hafızalarımızdan silinmeyen sahne var ya... Hah işte o sahne.

Sahne, on dokuz yıldır haksız yere hapishanede yatan Andy’in (Tim Robbins) hedefini gerçekleştirmeye başlamadan önce Raquel Welch posterinin önünde son kez planını gözden geçirip, harekete geçmesiyle başlar. Kamera Andy’nin ellerinden yüzüne doğru çekimini sürdürür ve gözlerde durarak Andy’nin Raquel’e bakmasını takip eder. Raquel’in bize daha da yaklaşması aslında o posterin öneminin altını çizmek içindir. Zira Andy’nin özgürlüğüne kavuşmasını sağlayan yolu yıllardır büyük bir sadakatle saklayıp korumaktadır bu kadınlar(on dokuz yıl içerisinde dönemin üç farklı kadının posteri asılmıştır). İlginçtir ki Andy’nin özgürlüğünün elinden alınmasına da tekrar özgürlüğüne kavuşmasına da aslında kadınlar sebep olmuştur. Ayağa kalkan Andy, Raquel’e yaklaşır, gözleriyle karar vermenin son aşaması olan o hareketi yapar; kısacık bir an gözlerini yumar. Ve hapishane kıyafetlerini çıkararak daha önce müdürden çaldığı ve üzerine giydiği takım elbiselerle kalır. Yine müdürden çaldığı ve daha sonra onun hayatını mahvedecek, tüm kirli işlerinin kanıtlarını düzgünce toparlar. Artık yola çıkma zamanı gelmiştir. Ve Andy, asla tereddüt etmez. Zira kararını vermiştir. Hızlı yaşamayı tercih etmiştir bu hayatta. Ve her ne olursa olsun bu tercihinde sonuna kadar gitmeyi kafasına koymuştur. Bu arada dışarıda şiddetli bir yağmurun başladığını hemen söyleyelim. Çünkü bu yağmur Andy’nın kaçışında çok yardımcı olacaktır.
Andy posterin arkasında yıllardır ilmik ilmik kazdığı belki de bugüne kadar yaptığı en şahsi eserinin içerisinden yol almaya başlar. Sürünerek ilerlediği bu yol onu kanalizasyon borularının olduğu yere getirir.  Andy eline büyük bir taş alarak şimşeğin çakmasını bekler. Şimşeğin çakmasıyla taşı boruya vurmak için harekete geçer. Bu aralık da zaten şimşek ile gök gürültüsü arasındaki zamana denk gelir. Evet, her gök gürültüsünde Andy boruya taşı vurarak kimseye sesini duyurmadan kanalizasyon borusunu patlatır. Çakan her şimşek aslında bu gerilim dolu anların hissiyatını da daha da arttıran bir etkendir aynı zamanda. Işığın yanıp sönmesi hedefin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin hala büyük bir belirsizlikte olduğunu söyler. Andy oldukça zeki bir adamdır. Her ayrıntıyı tıpkı bunun gibi en ince ayrıntısına kadar düşünmüştür. Patlayan borunun etrafa saçtığı bok vahası ne Andy’i ne de biz seyircileri olması gerektiği kadar rahatsız eder. Gerçi Andy’nin neredeyse yarım mil kadar o borunun içerisinde sürünerek ilerlemesi bir süre sonra onu ve bizi fazlasıyla rahatsız etse bile borunun sonunda ulaşılan yol cennete çıkıyordur bir nevi. Andy, planını tıkır tıkır gerçekleştirmiş ve o lanet olası hapishaneden kurtulmuştur.
Andy’nin borudan çıkmadan önce kameranın borunun çıkışında hapishaneyi kadrajına aldığı o an, artık hapishanenin ne kadar uzakta kaldığını mükemmel bir şekilde anlatır. Gerçekleştirdiği şey rüyadan da öte bir durumdur. Andy, hala yağan yağmurun altında ellerini havaya kaldırarak kendini yağmura teslim eder. Belki Tanrı’ya belki de o gün o yağmurun yağmasını sağlayan doğaya minnetini gösterir Andy bu hareketi ile. Kamera da zaten onu tepeden çekerek tanrısal açıdan Andy’e bakar son kez. Hepimizin yağmurun altında tıpkı Andy gibi sırılsıklam olduğumuz bu anlar hafızalardan silinmeyecektir asla.




İstanbul Film Festivali: Bin Başlı Canavar

Un Monstruo De Mil Cabezas


Yılanı Öldürseler

Uruguaylı yönetmen Rodrigo Plá, filmografisine eklediği dördüncü film, Bin Başlı Canavar ile yoluna emin adımlarla devam ediyor. Doğduğu ve yaşadığı coğrafyanın tıpkı bizim ülkemiz gibi sorunlarla dolu olmasından dolayı belki de Plá, hep toplumsal meselelerin peşinden koşmaktadır. İlk uzun metrajı La Zona’da Mexico City’deki sınıf çatışmasına kentsel dönüşüm üzerinden, La Demora’da ise yine ekonomik sıkıntılardan dolayı hayatın zorluklarına tutunamayan bir kadının çaresizliğine ortak etmişti bizleri. Son filmi Bin Başlı Canavar’da ise kocası hasta olan bir kadının sağlık sistemine karşı verdiği mücadeleye odaklanıyor.
Kanser olan kocasının durumu ağırlaşınca kolları sıvayan Sonia, oğluyla birlikte doktorlara, sağlık sistemine, sigorta şirketlerine, ilaç firması hissedarlarına ve daha nicesine savaş açıyor. Öncesinde gayet masum bir şekilde çıktığı yol, onu gördüğü muamele ve prosedür saçmalıkları ile çileden çıkarıyor. Asla yolundan şaşmayan, bir an bile tereddüde düşmeyen Sonia, peşinden ayrılamayan oğlunu da bu zorlu mücadeleye ortak etmek zorunda kalıyor. Tabii tüm bu mücadelenin olumlu ya da olumsuz anlamda nihayete erip ermediği film izlenince öğrenilecek elbet.
Özellikle az gelişmiş ülkeler,içinden çıkılmaz prosedür işleri, kraldan daha çok kralcı insancıkları, çürümüş, revize edilmeyen devlet aygıtları ile bilinirler. Ülkemizde de çokça filme konu olmuş bu problem elbette Meksika’nın da baş sorunlarından biridir. ‘’Bugün git yarın gel’’ minvalinde bir anlayışın zavallı kurumlarından en önemlisi ise sağlık kurumudur hiç kuşkusuz. Kurtarılacak hastaların ya yanlış tedavi, tanı konulmasından ya da ekonomik sorunlardan (masrafları karşılamayan sigorta gibi…) dolayı kaybedilmesi gibi bir gerçeğin yaşandığı utanç dolu bir yüzyılda yaşıyoruz maalesef hala. Hatta kanser gibi çağın vebası dediğimiz bir hastalığın tedavisi bulunmasına rağmen eldeki ilaçlar üzerinden yeterince nemalanmadan piyasaya sürülmemesi gibi insanlık dışı durumlar yaşanıyor. Aslında geçmiş yıllarda ya da yüzyıllarda yapılan toplu katliamların yerini çürümüş sağlık sistemi, büyük ilaç tekelleri almış durumda. İşte Bin Başlı Canavar, mükemmel bir dille, derdini dolandırmadan, gevelemeden tüm bu meselelere odaklanıyor.
Un Monstruo De Mil Cabezas (3)
Bin Başlı Canavar’ın en çekici yanlarından birisi bir kadının hiç korku duymadan, tereddüt etmeden, asla duygusallığa kendini kaptırmadan amaca odaklanması kuşkusuz. Beyazperdede kadın denilince genelde çok daha farklı yönde kadınlar çiziliyor oysaki. Sonia’ya eşlik eden oğlu ise hiçbir zaman annesine kafa tutmuyor, ona müdahale etmiyor. Her zaman annesini takip edip, gerektiğinde ona yardımcı oluyor. Hatta aralarındaki iletişim şekli, ilişkileri oldukça gerçek ve eğlenceli. Film boyunca karşımıza çıkan ve özdeşlik kurabileceğimiz karakterlerde zaten sadece anne ve oğlu oluyor. Onun dışında doktorun karısı hariç hepsi vicdan denilen duygudan nasibini almamış, duygusuz mahluklar olarak çiziliyor.
Filmin yaptığı en büyük ters köşelerden biri bunca zahmete, zorluğa girilen hastanın uğruna neredeyse hiç kadraja girmemesidir. Evin babası olan bu hasta adamı sadece bir kere karanlık bir ortamda kısacık görüyoruz o kadar. Yani uğruna yapılanları izlediğimiz adamın ağrılarına, acılarına şahit olmak bir yana görmüyoruz bile. Plá, adamın karısını ve çocuğunu ağlatmadığı ya da adamın acılarından bahsettirmediği gibi hasta üzerinden de duygu sömürüsü yapmaya gerek duymuyor. Hastanın durumunun ne kadar ciddi olduğunu Sonia’nın oğlu ile verdiği mücadeleden fazlasıyla bize anlatıyor yönetmen. Plá’nin bir diğer güzel hamlesi ise tüm filme sadece ses olarak yerleştirdiği mahkeme konuşmaları oluyor. Her şey yaşandıktan sonra yapılan mahkemeye filmin çok önemli anlarına yerleştirilen diyalogların sesleri ile hakim oluyoruz. Bu da seyirci olarak bizleri mahkemede karar verecek bir jüri konumuna koyuyor.
Hiç durmayan temposu, tökezlemeyen senaryosu, başarılı kurgusu ve doğal oyunculukları ile zevkle izlenilen Bin Başlı Canavar, haksızlığa tahammülü olmayan, mücadeleci kişiliklere sahip olanlar için kaçırılmaması gereken bir film. Oldukça makul süresi ile de meselenin lafı dolandırmak değil, açık açık ifade etmek olduğunu bir kez daha ispatlıyor Plá.

İstanbul Film Festivali: Kalandar Soğuğu

Kalandar Soğuğu (2)


Bizi Bu Havalar Mahvetti

2006 yapımı Umut Adası ve 2009 yapımı olan kısa film Mahya’nın yönetmeni Mustafa Kara, son filmi Kalandar Soğuğu ile büyük bir başarı yakaladı. Tamamlandığı günden bu yana festivallerde boy gösteren Kalandar Soğuğu, son olarak 35. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde seyirci ile buluştu. Antalya Film Festivali ve Tokyo Film Festivali’nden aldığı ödüllerine yenilerini ekleyeceğine kesin gözüyle bakılan filmin, oldukça başarılı olduğu sanırım tartışmasız bir gerçek.
Film, yönetmeninde aynı zamanda memleketi olan Trabzon’un dağlarında geçiyor. Dağın yamacındaki derme çatma evlerinde yaşayan nine, baba, anne ve iki çocuktan oluşan bu aile, geçimini sahip oldukları tek mal varlıkları olan büyükbaş hayvanlarından sağlıyorlar. Evin babası Mehmet, herkesler gibi maden ocağında çalışmaktansa dağlarda maden aramaya kendini kaptırmış biraz hayalperest biraz da yırtma derdinde olan bir karakter. Mehmet’in ve tüm ailenin zorlu doğa koşulları, hayvanlar ve insanlar ile olan münasebetleri, mücadeleleri yönünde gelişen bir film Kalandar Soğuğu.
Öncelikle filmin isminin nereden geldiğine değinmek gerek sanırım. Zira film ismini yine doğadan almakta. Karadeniz Bölgesi’nde özellikle Trabzon’da Ocak ayının 14.günü yeni yılın ilk günü olarak sayılırken, kalandar soğuklarının da başlangıcı olarak kabul edilir. Ve bu güne birçok folklorik gelenek ile girilmektedir. İşte filmde de kalandar ayına girildiği zamanlar, Kalandar Soğuğu’nun en can alıcı en mücadele gerektiren zamanlarına tekabül etmektedir..
 Bir filmin en önemli unsurlarından olan mekân seçimi de Kalandar Soğuğu’nu başarıya götüren en önemli etmenlerden biri oluyor. Zira Kara, filmine mekân olarak da memleketini seçiyor. Enfes mekânlarıyla filme ev sahipliği yapan Trabzon, tüm güzelliklerini cömertlikle sunuyor. Bu muhteşem mekânlara yakışacak denli profesyonel görüntü yönetimi adeta filmi doğa resimlerinden oluşan bir sergiye dönüştürüyor. Böylece filmin en büyük artısı muhteşem atmosferi oluyor kuşkusuz.
Kalandar Soğuğu
Mustafa Kara, sadece filmin mekânını ve ismini Trabzon’dan almakla kalmıyor; filmin oyuncu kadrosunu da memleketinden oluşturuyor. Filmin başrol oyuncusu Haydar Şişman, ilk oyunculuk deneyiminde çok üstün bir performans sergilerken, yine Trabzonlu yerel tiyatro oyuncusu Nuray Yeşilaraz’ın da Şişman’dan kalır yanı yok oyunculuk konusunda. Zaten büyük oranda izole edilmiş bir mekânda geçen film, ailedeki bireyler arasında, özellikle de Mehmet ile Hayriye arasındaki diyaloglarla devam ediyor. Bu diyaloglardaki Karadeniz şivesinin bire bir gerçek olması filmi elbette daha da kusursuz kılıyor.
Büyük oranda Mehmet’in peşinden sürüklenen film, öncelikle onun ekmek parasını kazanmak için maden ocağında çalışarak değil de bir başka ocak açılması için maden araması üzerinden uzun bir süre devam ediyor. Bu süre zarfında Mehmet ile birlikte doğanın eşsiz bucaklarına büyülü bir yolculuk yapıyoruz seyirci olarak. Kalandar soğuklarının gelmesi ile bu yolculuğuna ara vermek zorunda kalan Mehmet, boğa güreşlerine katılma sevdasına düşmesinden dolayı bizi hayvanlarla olan ilişkisine ortak ediyor. Dağlar, iklim, kurtlar, kuzular, boğa, insan… Kalandar Soğuğu tüm bunların hepsini ustalık ile buluşturan, yerli sinemaya umut olacak filmlerden biri. Mehmet’in ailesi ile birlikte tüm bunlara karşı verdiği mücadele görülmeye fazlasıyla değer.
Kusursuz yazılmış senaryosu, ustalıkla kurulmuş çatışması, ilmik ilmik işlenmiş diyalogları ile de mükemmeli yakalayan Kalandar Soğuğu, yılın en iyi yerli filmlerinden. Umutlu biten finaliyle de gönülleri fethetmesini bilen bu film, umarım doğa, insan ve hayvan üçlüsünü buluşturacak diğer filmlere de esin kaynağı olur.

İstanbul Film Festivali: Rauf

Rauf (3)

Bana ‘’Pembe’’yi Anlatabilir Misin?

Soner Caner ve Barış Kaya’nın birlikte yönettikleri Rauf filmi, katıldığı birçok festivalden sonra şimdi de 35. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıktı. Aynı zamanda festivalin yarışma bölümünde yer alan Rauf, 52. Antalya Film Festivali’nde ‘’Work In Proges’’, Sofya Film Festivali’nde de FIBRESCI ödülüne layık görülmüştü. En önemlisi ise 66. Berlin Film Festivali’nde, yüzlerce filmin arasından sıyrılarak ‘’Generation Kplus’’ kategorisinde ‘’Kristal Ayı’’ için yarışan altı filmden biri olmuştu. Berlin’den oldukça olumlu geri dönüş alan Rauf, bakalım yerli seyirciden de aynı beğeniyi görebilecek mi?
Öncelikle Rauf filminin çekilmesine ya da hikâyesinin oluşmasına sebep olan durumu biraz konuşalım isterim. Yıllardan beri ülkemiz topraklarında süregelen çatışma ortamı, nice romana, şarkıya, türküye, filme konu olmuştur. Elbette bir ülkedeki acılar, ölümler, haksızlıklar sanatın alanlarına nüfuz edecektir. Fakat yıllar içerisinde kendine ait bir tür(Kürt sineması) bile oluşturan yerli sinema bu konuda çoğu kez derdimizi anlatalım derken kötü bir eser koymaktan öteye gidememiştir. Kör göze parmak sokan, derdini süslü ve şaşalı bir şekilde bağıra bağıra söyleyen, adeta dikte niteliğinde filmler görmek artık alışılagelmiş bir durum. Elbette Kürt meselesine değinen nitelikli filmler de izledik. Peki, Rauf bu filmlerin arasında nerede duruyor? Rauf, öncelikle sinemasal anlamda değme yerli filmlere taş çıkartacak denli başarılı bir film.
Kars’ın bir köyünde yaşayan küçük Rauf ve onun dünyasına dâhil olanlarla sınırlı bir film Rauf. Rauf’un anne, babası, arkadaşları, ustası ve âşık olduğu ustasının kızı Zana… Filmin perdenin önündeki, görünen meselesi Rauf’un Zana’ya olan aşkıdır. Pembe rengi sevdiğini anladığı Zana’nın uğruna pembeyi bulmaya, anlamaya kendini adayan Rauf’un dünyası fazlasıyla büyüleyici. Rauf’un ve elbette onunla birlikte biz seyircilerin pembe rengi görememesi, bulamaması filmin odağına oturttuğu mükemmel bir çatışma malzemesi. Aslında pembe renk bir nevi barışı simgeliyor. Yani filmin en büyük metaforu pembe. Çatışma seslerinin çok net geldiği, her evden bir gün cenazenin çıktığı bir köyde ne yazık ki küçük ve masum yüreğiyle pembeyi(barışı) arayan Rauf, biz seyircileri oyunculuğu ve hissiyatıyla fazlasıyla etkiliyor.
Rauf (2)
Anadolu’da çekilen filmlerdeki inandırıcılığın en önemli formülünün her zaman oyunculuklardan geçtiğini düşünürüm. Elden geldiğince yerel halka da filmde rol verilmesinin başarıyı arttırdığı da yaşanmış bir gerçektir. Lakin bu durumda yönetmene daha çok iş düşecektir. Zira oyuncu olmayan birini yönetmek elbette daha zordur. İşte Rauf, en başta bu durumdan alnının akıyla çıkarak filmin başarısı ile ilgili çok büyük bir adım atıyor. Başta Rauf’u canlandıran Alen Hüseyin Gürsoy ve yerel halktan olan birçok oyuncu üzerlerine düşeni fazlasıyla yapıp, oldukça inandırıcı oluyorlar.
Onur Ünlü'nün filmleri başta olmak üzere birçok başarılı filme görüntü yönetmenliği yapan Vedat Özdemir, Rauf'da adeta döktürüyor. Film boyunca görüntü yönetiminin başarısına hayran kalmadan edemiyorsunuz seyirci olarak. Görüntü yönetiminin mükemmelliğine eşlik eden enfes kamera kullanımı izlenilen filmi görsel bir şölen haline getiriyor desek abartmış olmayız sanırım. Caner ve Kaya çifti, beyazperdeyi bir tablo olarak düşünürsek o tablonun içini ustalıkla döşeyen ressamlar gibi çalışmış adeta. Kadraj içinde kadraj, ters ışık ve daha nice güzellikle süsleniyor film. Tabii tüm bunlara Kars gibi mükemmel bir atmosferin ev sahipliği yaptığını da unutmayalım. Rauf filmini izlerken en hoşuma giden şey ise birçok sahnede fon müziği yerine çatışma seslerini kullanması oldu. Bu sesler, çatışma sahnelerini göstermekten daha etkileyici bir görev üstleniyor. Zaten filmin başından sonuna kadar hiçbir şeyi açık açık göstermeyip, metaforlar ve sesler üzerinden, derdini açık etmesi filmin en büyük artıları.
Bu, izlerken seyirciye yerli sinema açısından umut aşılayan, minimalist sinema için örnek teşkil edecek filmin en büyük ve belki de tek handikabı ise sonunda ne demek istediğinin bulanıklaşması oluyor. Tamamen barışa zeytin dalı mı uzatıyor?  Yoksa son zamanlarda sivil halkı da hedef haline getiren bir örgütü kutsuyor mu? Film bu soruya net bir yanıt veremediği için kafa karışıklığına sebep olmaktan kurtulamıyor ne yazık ki.

13 Nisan 2016 Çarşamba

İstanbul Film Festivali: Bir Liderin Çocukluğu

Bir Liderin Çocukluğu (2)


Bir Çocukluğun Anatomisi

Sinema oyuncusu olarak tanıdığımız ve özellikle Michael Haneke’nin Hollywood için tekrar çektiği Funny Games filmindeki Peter karakteri ile hafızalarımıza kazınan Brady Corbet, tek kısa metrajından sonra ilk uzun metraj filmine imza atıyor. Genç yaşına rağmen sayısız filmde başarılı bir şekilde hayat verdiği karakterlerden sonra büyük bir cesaretle kamera arkasına geçen ve mühim bir meseleyi masaya yatıran Corbet’i sırf bu tavrından dolayı bile takdir etmemek imkansız.
Özellikle geçtiğimiz yüzyıl eli kanlı faşist katillerin, diktatörlerin egemenliğinde geçirilmiştir neredeyse. İtalya’yı faşist bir rejimle yöneten Benito Mussolini, Almanya’yı ve yaptığı katliamlarla dünyanın büyük bir kısmını etkileyen Adolf Hitler, İspanya’yı yıllarca diktatörlüğün esaretinde bırakan Francisco Franco ve adını burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha birçok diktatör, dünyaya kan ve gözyaşı getirmişlerdir. Bu kadar çok sayıda faşist liderin nasıl var olduğu her zaman sorulan bir sorudur haliyle. İşte Bir Liderin Çocukluğu, bu soruyu kısmen de olsa cevaplamak için yola çıkmış oldukça etkileyici bir film. Bir insanın kişiliğinin en çok şekillendiği çocukluk yıllarına uzanıyor Corbet.
Bir Liderin Çocukluğu

Jean Paul Satre’nin aynı isimli öyküsünden serbest bir uyarlama olan Bir Liderin Çocukluğu’nda, Corbet bir nevi psikolog gibi bir diktatörü uyutarak çocukluğuna gidiyor. Tıpkı bir seansta gibi bu diktatörün çocukluğunu adım adım takip ediyor. Hayatına farklı dönemlerde kimler girip çkıyor, bu insanlar onu olumlu ya da olumsuz anlamda nasıl etkiliyor? Özellikle anne ve babasına karşı duyguları nasıl? Onlarla ne şekilde bir iletişimi var? En önemlisi ise çocuğun bilişsel gelişim düzeyinin üzerinde eylemleri var mı? Yaşıtlarından ne ölçüde farklı? Evet, Corbet, tüm bu sorulara filminde yanıt aramaya çalışıyor ve büyük oranda da tatmin edici bir şekilde cevaplıyor. Bir Liderin Çocukluğu, asla yan hikâyelere kayarak filmi büyütmek gibi bir istek ya da kaygı içerisine de girmiyor. Çok büyük oranda gelecekte büyük bir diktatör olacak olan çocuğa fokuslanıyor.
Prescott, aşırı dindar bir anne ve kuralcı bir politikacı babanın tek çocuğu. Babasının politika işlerinden dolayı sürekli ülke ülke gezmek ve buna bağlı olarak da hayatına giren kişilerin değişmesine katlan(ma)mak zorunda kalan bir çocuk. En önemlisi ise yalnız bir çocuk tabii ki. Anne ve babası ile hiç olmayan ilişkisi kısmen öğretmeni ya da hizmetçilerle oluyor. Lakin bir süre sonra bağlandığı bu kişilerinde bir şekilde hayatından çıkmasından ötürü çocuk daha yedi yaşındayken kendi karalarını kendi vermeye ve kendini herkesten izole etmeye başlıyor. Tabii bu süreç annesi ile babası arasındaki soğuk rüzgârları daha kuvvetli estirirken, kendisinin de daha bir hırçınlaşmasına sebep oluyor.
Bir Liderin Çocukluğu, tüm bu anlatılanlara uyum sağlayan karanlık ve iç karartıcı ama bir o kadar da etkileyici atmosferi, yarattığı karakterleri ile de başarıyı yakalıyor. Oyunculuklar da bir o kadar iyi. Lakin filmin bana kalırsa parlayan yıldızı çocuk oyuncu Tom Sweet oluyor. Sweet tabiri caizse tüm filmi sırtlayıp götürüyor. Sırf perdedeki performansına şahit olmak için bile izlenmesi gereken Sweet’in üstelik ilk sinema filmi Bir Liderin Çocukluğu. Fakat sadece filmin başında ve sonunda gördüğümüz ve filme hiçbir getirisi olmayan Robert Pattinson’un sırf popüler olduğu için ön plana çıkarılması, Bir Liderin Çocukluğu’nun yapım sıkıntılarından biri kuşkusuz. Bu filmin perdede Pattinson izlemek isteyenler için tam bir hayal kırıklığı olacağını belirtmek gerek sanırım.  Lakin ufak tefek eksikliklerine rağmen izlenilmesi gereken bir film olduğunu düşündüğüm Bir Liderin Çocukluğu, muhteşem müzikleri, atmosferi ile sizi dünyasının içine çekmek için bekliyor.

İstanbul Film Festivali:Toz Bezi

Toz Bezi

Toz Bezi, tamamlandığı günden bu yana devam ettiği festival yolculuğuna İstanbul Film Festivali ile devam ediyor. Birçok ilk filmini yapan yerli yönetmen gibi kendi hayatından esinlenen Ahu Öztürk, oldukça başarılı bir filme imza atmış. Küçük yaşta öğrendiği teyzesinin sırrından yola çıkarak çektiği filmin, genelinde ise annesinin ruhunun dolaştığını ifade ediyor Öztürk.  Öztürk’ün hafızasında etkin olan iki insanla ilgili sırlardan, gözlemlerden, yaşanmışlıklardan yola çıkarak çektiği Toz Bezi, tam anlamıyla bir kadın filmi.
Toz Bezi, İstanbul gibi insan ilişkilerinin kalmadığı, ait olmadıkları bir şehirde birbirine arkadaş, sırdaş olmuş Nesrin ile Hatun’un hikâyesi. Evlere temizliğe giden bu iki kadının her ne kadar hayattan beklentileri ve hayalleri farklı olsa da birbirleri ile sayısız ortak yönleri onları bir arada tutabiliyor. Yer yer seyirci olarak bizleri kahkahalara boğan ardından da hüzünlendiren bu iki kadın ve sinir bozucu diğer kadınlar… Öztürk, yakından tanıdığımız, özdeşlik kurduğumuz hatta çok kısa bir sürede büyük bir sempati beslediğimiz Hatun ve Nesrin’in karşısına, asla kendimizi onlara yakın hissetmeyeceğimiz temizlik yapılan evlerin sahiplerini konumlandırıyor. Böylece film yan çatışmalarından birini evvela burada kuruyor. Lakin filmin ana çatışması Nesrin’in kocası tarafından terk edilmesi üzerinden gelişiyor. Bu güçlü çatışmaların, iyi kotarılmış bir senaryo ile adeta şahlandığını söyleyebiliriz sanırım.
Toz Bezi (2)

Bir filmin en önemli olmazsa olmazlarından biri de güçlü karakter yaratımı ve oyunculuklardır. Toz Bezi bu noktada da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Kocası tarafından terk edilen ve İstanbul’da küçük kızıyla geçim derdine düşen Nesrin ve temizliğe gittiği semtte bir ev alarak bir nevi sınıf atlamaya çalışan Hatun karakterleri incelikle işlendiklerini filmin her anında belli ediyorlar. Öztürk, o kadar başarılı bir şekilde karakterleri dokumuş ki oyunculuklar bir an için bile sırıtmıyorlar. Filmde oynayan, Nazan KesalAsiye DinçsoySerra Yılmaz ve filmin belki de tek belirgin erkek oyuncusu Mehmet Özgür unutulmaz performanslar ortaya koyuyorlar.
Toz Bezi, her ne kadar iki kadının takipçisi olsa da daha çok Nesrin’in peşinden ilerliyor. Lakin Hatun’u da asla göz önünden uzaklaştırmayan Öztürk, ülkemizde kadın olmak, yoksul olmak gibi mühim meseleleri seyircilerine en dolambaçsız yoldan anlatmaya çalışıyor. Bunun yanında Kürt olan Nesrin ve Hatun üzerinden ırk meselesini işin içine karıştırmayıp da asıl odağından sapmıyor. Böylece önceliğin cinsiyet ve sınıf ekseninde dönmesi gerektiğini bildiğini göstermiş oluyor.
Toz Bezi ile alt sınıftan iki güçlü kadın karakterle bizleri buluşturan Ahu Öztürk’ü, Deniz Akçay Katıksız (Köksüz) ve Emine Emel Balcı (Nefesim Kesilene Kadar) gibi aynı meseleleri perdeye taşıyan bu başarılı kadınların yanına konumlandırabiliriz kesinlikle.

O AN:Requiem For A Dream


Kabusa Dönen Rüyalar

İlk uzun metraj filmi Pi ile dikkatleri üzerine çeken Darren Aronofsky, ikinci filmi Requiem For A Dream ile başarısını devam ettirerek, ileriki yıllarda Black Swan gibi filmleri yapacağının sinyallerini vermişti. Aronofsky’in ilk filminde matematiğe özellikle de Pi sayısına takıntısı olan dahi Max’in hayatına konuk oluyorduk. Aronofsky, ikinci filminde ise takıntıları olan karakterlerin sayısını arttırarak yoluna devam etti. Uyuşturucuya bağımlı üç genç ve televizyona bağımlı bir kadın(anne) üzerinden ilerleyen film, sanırım uyuşturucunun ve televizyonun ne kadar berbat şeyler olduğunu en iyi anlatan yapım. Sara, Harry, Marion, Tyrone’nin yaşamlarının bir dönemine odaklanan film her anı ile seyirciyi etkileyen bir yapım. Fakat hayatlarının belki de en güzel dönemlerinde tanımaya başladığımız bu karakterlerin yaşamlarının dönüm noktası olan, anlara ev sahipliği yapan bir paralel kurgu var ki…
İlk sahne Harry ve Tyrone’nin hapishanedeki görüntüsüyle başlar. Harry kolundaki yaradan ötürü ve elbette uzun süredir uyuşturucu kullanmadığından dolayı çok kötü durumdadır. Arkadaşı için yardım isteyen Tyrone’nin de gerçi ondan farkı yoktur. İkisinin de uyuşturucu krizine girdiği bu anlar, rahatsız edici etkisi olan yeşil rengin baskınlığı ve titreyen görüntüsü ile fazlasıyla etkili hale geliyor. Hemen arkasından ise hastanedeki Sara’ya geçiş yapıyoruz. Ve yerdeki su giderine dalmış bir halde görüyoruz. Giderin bir sonraki sahnede kapı dürbününe bağlandığını ve bu kez Marion’un deliğe baktığını görüyoruz. Arkasından Sara’yı sedyede giderken görmemizi Marion’un sahnesi, Harry ile Tyrone’nin sahnesi şeklinde sürekli hızlı ve hareketli bir kurgu izliyor.
Üç paralel kurgu şeklinde ilerleyen sahneler Harry ile Tyrone’nin de ayrı düşmesiyle dörde çıkıyor. Ve bir süre sonra sahneler o kadar hızlı, birbirine bağıntılı şekilde değişiyorlar ki seyirci olarak takip etmekte oldukça zorlanıyorsunuz. Harry ve Tyrone’nin sahnesinde doktorun göze tuttuğu ışık, Saranın sedye üzerinde giderken tam da gözene vuran tavan ışıklarını Marion’un gittiği seks partisinde gözüne tutulan fenerler takip ediyor. Daha sonra ise Tyrone’nin hapishanede çalıştığı sahnede yaptığı iş dolayısıyla sürekli bir sopayı kaldırıp indirmesi, Marion’un vajinası ve makatına giren copla, Sara’nın beynine gönderilen elektroşokla ve Harry’nin kolunu kesen ameliyat testeresiyle birbirine müthiş bir şekilde bağlanıyor. Tyrone'nin bu esnada gardiyan tarafından sürekli hakaret edilerek kişiliğinin, Marion'un kadınlığının, Sara'nın düşünme, kendi kararlarını verme yetisinin ve Harry’nin ise kolunun ırzına geçildiğine şahit oluyoruz.
İşin en acıklı yanı ise karakterlerimizin kendi hayatlarının bu noktaya gelmemesi için göstermiş oldukları çabanın sonuna gelmiş ve onlara yapılanlara artık tamamen boyun eğmiş olmaları oluyor kesinlikle. Harry’nin kolu kesilirken yüzüne sıçrayan kanları gördüğümüz son sahneye kadar devam eden bu paralel kurgu gittikçe hızlanıp çekilmez hale geliyor. Ekranda bir saniye bile kalmayan görüntüler bu, birbirleri ile hem duygusal yönden hem de bağımlılıkları yönünden bağlı olan dört insan, adeta birbirleri ile bir bütünü oluşturuyorlar. Birden çok sahneye paralel bir şekilde bu kadar hızlı, bağıntılı ve en önemlisi etkileyici bir şekilde izlediğimiz anlara eşlik eden müziklerse tek kelime ile mükemmel. Clint Mansell’in bestelediği müzik filmi izleyen seyircinin hafızasına adeta nakış gibi işleniyor. Bir rüyanın peşinden giden Sara, Harry, Marion ve Tyrone’nin kabusa uyandıkları bu anlar asla unutulmayacak kuşkusuz.

İstanbul Film Festivali:Enkaz


Sesimizi Duyan Var mı?

İstanbul Film Festivali’nin Yeni Türkiye Sineması seçkisinde bulunan EnkazAlpgiray M. Uğurlu’nun ikinci uzun metrajı. 2013 yapımı Uvertür filmi ile uzun metrajlı film çekmeye başlayan Uğurlu, filmografisine birçok kısa film sığdırmıştır aynı zamanda da. Kısa filmleriyle tanınan ve sevilen Uğurlu, son filmi Enkaz ile ilerde yerli sinemanın başarılı yönetmenlerinden biri olacağını belli ediyor.
Deprem  felaketi ülkemizde sık sık yaşanan ve birçok insanın hayatın kaybetmesine neden olan bir sorundur. En önemlisi belki de en dikkate alınmayanı ise psikolojik boyutudur. Bu depremlerde birçok insan enkaz altında kalarak, acı çekerek hayatını kaybetti ya da sakat kaldıysa birçok hayatta kalan insan da yaşadıklarının yükünü taşımakta zorlandılar. Enkaz ise deprem olgusuna bu iki meseleyi de filminde yer vererek belki de ülkemizde deprem ile ilgili çekilmiş en donanımlı film.
Öncelikle UğurluEnkaz filmi için oldukça mikro düzeyde bir bütçe ile fazlasıyla konsantre bir işe imza atıyor. Birbirine paralel izlediğimiz iki hikâye karşılıyor bizi. Bu iki hikâyenin de tek oyuncusu var. Öncelikle Akasya Asıltürkmen’in rol aldığı, muhtemel İstanbul depreminde enkaz altında kalan Nisa ile başlıyor film. Daha sonra Berke Üzrek’in canlandırdığı psikolojik sorunlarının üstesinden gelmesi için doktorunun önerisini yerine getirmeye çalışan, doğaya sığınan Barış karakterini izliyoruz.

Filmde enkaz altında çekilen sahneler gerçek anlamda çok başarılı. Sinema tarihinde tek mekân filmleri çok çekilmiş ve belli bir kesim tarafından da oldukça sevilmiştir. Lakin bu tek mekânın küçüldüğü hatta yeraltına indiği film örneği çok kısıtlıdır. Yeraltındaki kısıtlı bir mekânda geçen, ülkemizde gösterime giren Burried (Toprağın Altında) ilk akla gelen örnektir kuşkusuz. Irak Savaşı’nda görevli ABD’li askerin tabut içinde yeraltına gömülmüş halde buluyor ve tüm filmi orada geçiriyorduk. İşte izleyince hemen Burried’in aklıma geldiği Enkaz, klorostrofobi anlamında yapmak istediğini fazlasıyla başarıyor. Bir de bu kadar zorlu bir durumu, ülkemizin sürekli kanayan yarası deprem ile buluşturarak sosyal sorumluluk görevini de yerine getiriyor.
Film, bir yanda hareket bile edemeyen, ufacık bir delikten ışık almaya çalışan Nisa’nın bir yandan da uçsuz bucaksız doğada yaşayan, gökyüzünü adeta sonsuza kadar görebilen Barış’ın durumunu tam bir zıtlık içerisinde veriyor. Kapkaranlık bir mekânda küçük huzmeden sızan ışık sayesinde başarılı bir makyajla ve mükemmel bir oyunculukla hayat bulan Nisa’nın  yüzünü zorla seçerken, Barış’ın sahnelerinde ise yeşile, maviye ve huzura doyarak, kameraya oynayan takdir edilesi bir oyunculuğu izliyoruz.
Uzun lafın kısası, değindiği konunun önemi, seçtiği mekânların etkileyiciliği, kafasının anlatmak istedikleri konusunda netliği, oyunculuklar vs her şey başarılı derken bir de tüm bu başarı listesine eklenecek tekniği de unutmayalım. Özellikle ses ve görüntü yönetimi üstlerine düşeni layıkıyla yerine getiriyorlar. Uğurlu, henüz ikinci uzun metrajı ile temiz bir iş sunuyor seyirciye. Ne diyelim, umarız başarısını arttırarak devam ettirerek, daha iyi filmlerle biz seyircileri buluşturmaya devam eder.

12 Nisan 2016 Salı

İstanbul Film Festivali:Çete


Devlet "Baba"nın Acımasız Yüzü

İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünün bu yıl ki jüri başkanı Pablo Trapero’nun filmi Çete, festivalin galalar bölümünde arzı endam etti. Arjantinli yönetmen Trapero, seksenli yıllarda yaşanan darbe yıllarından sonra gerçekten yaşanmış bir hikâyeden yola çıkıyor son filminde. Venedik Film Festivali’nde Çete ile En İyi Yönetmen ödülünü kucaklayan Trapero, filmi izleyen seyircilere ödülü fazlasıyla hak ettiğini ispatlıyor.
1976 yılından 1983 yılına kadar Arjantin’de süren askeri darbe, bizim ülkemizde dâhil olmak üzere o yıllarda birçok ülkede yaşanılan darbe dönemlerine denk gelmektedir. Otuz bin kişinin öldüğü, birçok muhalifin tutuklandığı, işkence gördüğü bu darbenin en büyük suçlarından birisi ise öldürülen muhalif kişilerin çocuklarının darbeciler tarafından evlat edinilmesiydi. Bu, çok bilinen suçun yanında ise daha az bilinen ve Trapero’nun filmiyle belki çoğu insan tarafından öğrenilen gerçeklerden birisi ise darbe hükümetinin zulmünü gerçekleştirmek için maşa olarak kullandığı istihbarat servisi olsa gerek. Darbenin bitmesiyle ıskartaya çıkan bu insanlar, ne yazık ki bireysel olarak eylemlerine devam etmişlerdir. Birçok insanı fidye için kaçırıp, işkence edip, öldürmüşlerdir. Cunta rejimi tarafından insanlıktan çıkarılan bu kişiler, tekrar normale dönememişlerdir maalesef. İşte Çete’ın meselesi de tam olarak budur.
 Yakalanana kadar bu bahsettiğimiz sendromu yaşayan bir ailenin yaptıklarına şahit ediyor bizi Çete. Endonezya’nın 2012 yapımı The Act Of Killing ve 2014 yapımı The Look Of Silence belgeselleri hepimizi hayretler içinde bırakacak gerçekleri gün yüzüne çıkarmıştı. Askeri darbe sırasında hükümetin muhalif kesimi katletmek için oluşturduğu çetenin yaptığı insanlık dışı eylemleri doğrudan çetenin üyelerinin ağzından dinlemiştik. Bu ölüm makinesine dönüşmüş çete mensuplarının yaşanılanları anlatırken ki rahatlıkları, gamsızlıkları mide bulandırıcıydı. En önemlisi ise bu iğrenç eylemlerini ailelerinin önündeyken bile aynı pervasızlıkla anlatmaları olmuştu kuşkusuz. Fakat Çete’ı izleyince seyirci olarak dünya üzerinde yaşanılan insanlık suçlarının iğrençlikte sınırının olmadığını anlıyorsunuz. Zira Çete’da, bu vahşete bile isteye hatta zorla bir eski istihbarat görevlisinin ailesini ortak etmesine tanık oluyoruz.

İnsanlık tarihinde geçtiğimiz yüzyılda neredeyse her kıtaya uğrayan faşist yönetimlerin yaşattıkları anlatmakla  elbette bitmez. Fakat genelde bu meseleye eğilen romanlar da, filmler de zulüm görenlerin yaşadıklarını odaklarına almışlardır. Son yıllarda özellikle tam zıttı yöne çevrilen odak, yani katliamı yapan tarafı merkeze alarak anlatma çok daha etkili olmuştur. Çete, anlatılan meselenin sonunun geldiği noktada başlıyor ilk olarak. Polislerin bir eve baskın yapmasını ve oldukça gergin bir şekilde evi aramalarını izliyoruz. Doğal olarak da darbe yönetiminin muhalif insanların yaşadığı bir eve baskın yaptığını düşünüyoruz ilk etap da. Fakat filmin geriye dönüp hikâyeyi anlatmasıyla anlıyoruz ki düşündüğümüzün tam tersi bir durum söz konusu. Film, işkence, öldürme vs gibi şiddet içeren sahneleri neredeyse hiç göstermiyor. Ama nice şiddet, kan içeren filmlerden daha rahatsız edici olabiliyor. Zira fazlasıyla masum gözüken bir ailenin hep birlikte zulümlerini gerçekleştirmeleri ve normal hayatlarına kusursuz bir şekilde devam etmeleri her şeyden daha çok izleyicinin kanını dondurabiliyor.
Elbette filmde anlatılanların yaşanmasının en büyük sebebi yıllarca ülkeyi yönetmiş bir işleyişin sadece hükümetin değişmesiyle son bulacağına inanılması. Faşist hükümetler tarafından yönetilen ülkelerde bir devrim gerçekleşmedikçe sadece hükümetin değişmesi asolan sistemin makyajlanmasından başka bir şey ifade etmemektedir ne de olsa. Yine film sırasında yakın dönemde izleme şansını bulduğumuz, Nazi soykırımına farklı bir açıdan bakan Im Labyrinth des Schweigens filminin akla gelmemesi mümkün değil. Soykırımın eli kanlı canilerinin yeni Almanya’da hayatın her alanında çalışmaya devam ettiklerini öğrenmiştik. Çete’da da darbe yönetiminin en azılı isimleri yeni hükümette konumlarını korumuşlardır. Böyle bir ortamda da illegal eylemlerin mimarlarının da yollarına devam etmesi neden şaşırtsın ki? İzlediğimiz Puccio ailesi bir nevi Arjantin’in metaforu görevini üstleniyor. Oğulun babasına kaptırdığı hayatını geri kurtaramadığı gibi insanlıktan çıkarılan bireylerin tekrar normal hayatlarına dönememesi birbirini bütünlüyor.
Üzerine çok konuşulup, tartışılacak bu film, büyük bir insanlık suçuna parmak basmasıyla takdiri hak ediyor. Çete, çok ironik bir şekilde yerleştirilen müzikler ise filmin en büyük artılarından oluyor.