27 Ocak 2016 Çarşamba

Stanley Kubrick Sineması


Aslen fotoğrafçı olan Stanley Kubrick, izlediği filmlerden çok daha iyisini çekeceğine inanarak yönetmen olmaya karar verecek kadar çılgın bir adamdır. Günde beş saat kitap okuyan, senaryo yazmak için karşısına filmini çekmeye değer göreceği bir romanın gelmesini bekleyen bir kitap kurdudur. Ki bu nedenle de tüm ömrüne sayılı film sığdırır. Zira film çekme isteğini içinde doğuracak roman ancak o kadar karşısına çıkmıştır. Her çektiği filmiyle izleyenlerin çoğunda hazımsızlık yaratan Kubrick, her zaman tepkileri üzerine çekecek hareketler yapar. Tüm kariyeri boyunca yasaklı, dışlanan, hedefe oturtulan adam olur.  Kubrick sinemanın mükemmeliyetçi, sivri dilli, tehditkâr, cesur, sınır tanımaz çocuğu olur hep.


1)A Clockwork Orange-1971


Anthony Burgess'in distopik hikâyesi ''Clorcwork Orange’’ bireyin özgürlüğünün nerede başlayıp nerede bittiğini sorgulayan bir yapıttır. Yazıldığı dönem için oldukça iddialı bu yapımı Kubrick, sadece dokuz yıl sonra beyazperdeye uyarlar. Böylece bu fazlasıyla rahatsız edici, keskin bir sistem eleştirisine sahip, sivri diliyle zehir saçan yapıtın bir de perdede gözler önüne serilmesi birçok ülkenin yasakçı yüzünü göstermesine sebep olur. Film, İngiltere’de otuz yıl olmak üzere birçok ülkede yasaklanır. Hala da bazı ülkelerde gösterimi yasak olan bu film, emin olun izleyen tüm üst sınıfa mensup insanı yıllarca uykusuz bırakmıştır. Bethoveen’in muhteşem eserlerini dinlediğimiz bu olağanüstü yapım kendisinden sonra çekilen birçok iddialı filme esin kaynağı olur.


2)The Shining-1980


Stephen King romanından uyarlanan The Shining korku-gerilim türüne yeni bir soluk getirmiştir. Bugüne kadar eleştirmenler tarafından en çok konuşulan, hakkında belgesel çekilen film, çok derin bir alt metne sahiptir. Kızılderili soykırımına çektiği dikkatle değme politik filmlere taş çıkaracak cesareti ve inceliği bünyesinde barındıran The Shining, renklerle, seslerle ve imgelerle derdini çok rahat anlatır. Hatta Kubrick, bu seyirciyi fazlasıyla geren filminin kurgusuna çizgi film karakterlerini öylesine güzel yerleştirir ki…  Halıdaki simetrik şekiller, sistematik bir şekilde devam eden sesler, gerilim yaratan çizgi kahramanlar, sadece görünerek çok laf eden imgeler The Shining denilince ilk akla gelenlerdendir.


3)2001: A Space Odyssey-1968


1964 yılında çekimlerine başlanan 2001: A Space Odyssey, Arthur Clarke'ın 2001, 2010, 2060 ve 3001 ismindeki bilim kurgu serisi kitaplarının ilkinden uyarlanır. Filmin çekimleri başladığı sırada daha uzaydan görüntü bile alınmadığı, Ay’a bile adım atılmadığı zamanlar yaşanmaktadır. Çekildiği dönem için oldukça üst düzey bir işe imza atan Kubrick, filmini anlamaya çalışan seyircilerine ‘’Anlamaya çalışmayın, anlayamazsınız.’’ demiştir. Film insanlığın doğuşundan uzaya gidişine kadar süren milyonlarca yıl arasında başarı ile geçiş yapan, insanlığa çok büyük bir miras niteliğinde yapımdır. Evrim ile ilgili tutarlı yaklaşımıyla da bir sinema filminin seyirciye neler sunabileceğinin en büyük örneğidir 2001: A Space Odyssey.


4)Eyes Wide Shut-1999


Filmin senaryosu Traumnovelle(Dream Story) romanından uyarlanır. Filmin çekimleri 400 gün sürer ve bu nedenle Guiness Rekorlar Kitabı’na girer. İlluminati mevzusunu odağına oturtan Kubrick, son filminde yine birçok çevreyi söyledikleriyle rahatsız etmiştir. Hatta bu filmin bitiminden dört gün sonra kalp krizi geçirerek ölmesi birçok şaibeli söylentilere de neden olmuştur. Eyes Wide Shut, çoğu izleyicinin düz bir okuma yaptığı gibi bir evlilik, ilişki, aşk ya da cinsellik gibi mevzularını irdeleyen bir yapım değildir. Bunların hepsi filmin asıl meselesini makyajlamak için kullanılan öğelerdir sadece. Film tam anlamıyla tabiri caizse bir ABD alegorisidir. Bu alegoriyi yaratırken de İlluminati’nin tüm sembollerini ustalıkla yedirir filmine Kubrick. Eyes Wide Shut, bugüne kadar yapılmış en büyük İlluminati filmidir aynı zamanda.


5) Full Metal Jacket – 1987


Hep okuduğu romanlardan sonra filmlerini çekmeye karar veren Kubrick, Full Metal Jacket için de The Short Timers adlı eseri okuduktan sonra harekete geçer. Sıra dışı, alışılmışın dışında bir savaş filmi olan Full Metal Jacket, askerliğin, Vietnam Savaşı’nın Kubrickvari yorumlanışı bir nevi. Film ilk bölümde savaşa yetiştirilen askerlere nasıl bir eğitim verildiğini, insanlardan nasıl bir ölüm makinesi yaratıldığını, ikinci bölümdeyse bu ölüm makinelerinin savaşın ortasına bırakılışlarından sonra gerçekleşenleri gözler önüne seriyor.  İnsanın içindeki iyi ile kötünün bitmek bilmeyen çekişmesine Joker adlı karakter üzerinden odaklanan Kubrick, çatışmasını da genelde bu hem komünist, ateist olan hem de kapitalizmin savaşına ortak olan Joker üzerinden kurar. Nerde durduğunu, ne istediğini tam olarak bilemeyen 2001: A Space Odyssey’deki evrimini tamamlayamamış insanlık vardır karşımızda.




Im Labyrinth Des Schweigens: Sessizliğin Gölgesinde


Sinemanın bugüne kadar beslendiği alanlardan en önemlisi gerçekten yaşanmış olaylardır. Savaşlar, soykırımlar, felaketler, devrimler vs… Bu sayılan olaylardan en çok ise İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanılanlar ilgi görmüştür.  O dönem Almanya’da hüküm süren Nazi rejimi tarafından uygulanan soykırım ise affedilmeyecek utancıyla tarihe kazınmıştır. Başta Yahudi, Çingene, sosyalist vs olmak üzere yaklaşık on bir milyon insanın kamplara kapatıldığı, gaz odalarında zehirlendiği, yakıldığı, insanlık dışı deneylere tabii tutulduğu katliam, aradan yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala kanayan bir yara. İşte bu asla acısı dinmeyen, kanı soğumayan insanlık suçu, sayısız filme konu olur o günden bu yana...

Life is Beautiful (1997), Schindler’s List(1993) ve Pianist(2001) Nazi soykırımını doğrudan odağına alan, gerçek olaylara dayanan en önemli filmlerdendir. Elbette bunlar çekilen sayısız belgesel, biyografi ya da kurmacadan sadece birkaçı. En önemlisi ise bu üç filmin ve daha nicesinin çekildiği ülkeler Almanya değil. Almanya’da çekilen bir elin parmağını geçmeyecek filmlerden biri olan bu hafta vizyona giren Giulio Ricciarelli’nin ilk uzun metrajı Im Labyrinth Des Schweigens(Yalan Labirenti).

Im Labyrinth Des Schweigens,1958 yılında savaşın bitmesinden on üç yıl sonra insanların hala ülkelerinde yaşanılanlardan habersiz olması üzerinden gelişir. Genç savcı Johann Rodman’ın, Nazi Soykırımı’nın en büyük toplama ve imha kampı, bir milyon yüz bin insana mezar olan Auschwitz kampında yaşanılanları ve suçluları araştırmasını anlatır. Ne var ki Rodman’ın yaptığı iş hiç kolay değildir. Zira savaşın üstünden uzun zaman geçmiş olmasına rağmen hiç irdelenmeyen, araştırılmayan,  bir mevzu vardır savcımızın karşısında. Bir nevi ülkedeki insanların henüz haberdar olmadığı ya da diğer ülkelerin propagandası olduğu söylenen ölüm kampı iddialarını araştırmaktadır. Aslında bir kâbusun peşinde koşmaktır Rodman’ın yaptığı.  Çünkü halk tarafından bilinmeyen, kabul görmeyen gerçeklerdir henüz Rodman’ın araştırdıkları. İğne ile kuyu kazmak, havanda su dövmek kadar çetrefilli bir iştir bu. Çünkü Rodman, öncelikle kamplar hakkındakilerin geçek olduğuna insanları inandırmalı daha sonra eli kanlı katillerin ortalıkta hiç bir şey yapmamış gibi dolaşmalarına son vermeye çalışmalıdır.


Rodman hiç açılmayan dosyaları arşivden bulup açacak, hiç konuşmamış tanıkları konuşturacak ve söylenmemiş gerçekleri söylemeye cüret edecektir. Rodman, tozlu raflara sıralanmış, valizlere kapatılmış ve bilinçaltına atılmış gerçekleri gün yüzüne çıkarmakla kalmaz; bu süreçte hem ülkenin karanlık yüzüne ışık tutar hem de her ailenin görmezden geldiği gerçekle yüzleşmelerini sağlayacaktır.

Filmin Rodman ve küçük ekibinin tanıkları dinlediği süreçler belgesel mantığında işlenmiştir. Ayrıca tanıkların konuştuğu zamanlarda yaşanılanlara görsel olarak tanık olmadığımız gibi çoğu zaman seslerini bile duymayız. Hatta esir düştükleri zaman fiziki olarak maruz kaldıkları deformasyonları bile görmeyiz. Bir kez bile kampın içinden bir görüntü verilmez. Sadece bir defa kampın tel örgülerini görürüz o kadar. Film, tanıkların yüz ifadeleri ya da el ve ayak jestleri ile gerilimi gayet güzel yaratır. Görmediğimiz vahşet fotoğrafları, duymadığımız insanlık dışı yaşanılanlar gözümüze gözümüze sokulanlardan çok daha büyük etki yaratır seyircide.  Im Labyrinth Des Schweigens kör göze parmak basmayan, duygu sömürüsü yapmayan tamamen gerçekler ışığında ilerleyen samimi ve bir o kadar da ustalıkla çevrilmiş bir yapım.

Her taşın altından bir Nazi’nin çıktığı, kimseye güvenemeyeceğin karanlık bir döneme ışık tutar Im Des Labyrinth Schweigens.  Böylesi bir film çekip bir de bunu tüm dünya izlesin diye Oscar adayı yapan bir ülkenin dönüşümünün belgesidir bu film. Bağlı kaldığı gerçekleri, samimiyeti ile Holokost filmleri arasında kendine üst sıralarda yer bulan Im Des Labyrinth Schweigens’in, Oscar’da yabancı dilde en iyi film dalında son beşe kalmaması gerçekten üzücü.


O AN: Kingsman The Secret Service


İletişimin Gazabından Tanrı Sizi Korusun


Matthew Vaughn, 2004 yılından bu yana polisiye, aksiyon, fantastik, bilim kurgu, macera, ajan türlerinde filmlere yönetmenlik yapmıştır. Özellikle yönetmenin 2010 yapımı Kick-Ass ve 2011 yapımı X-Men: First Class, türü sevenlerin listelerine giren filmler olmuştu. Ama kimse Vaugh’dan bir Kingsman: The Secret Service beklemiyordu yine de. Bu İngiliz ajan filmi son yıllarda çekilen en başarılı ajan-parodi filmi olarak türü sevenlerin zirvesine yerleşti. James Bond filmlerinin mükemmel bir parodisi olan bu film bir nevi öncüllerinin yeniden yorumlanmış versiyonu. Centilmen İngiliz ajanımızın salon erkeği çizgisinden kayarak Allah ne verdiyse eline geçirip kullandığı kilisede izlediğimiz sahne hem grafik şiddetin hem de estetiğin buluştuğu unutulmaz sahnelerden biridir. Evet, kesinlikle söylenebilir ki: Kingsman :The Secret Servise’deki kilise sahnesi bugüne kadar tür adına çekilen filmler içerisindeki en unutulmaz anlardan biridir. Şimdi dilerseniz bu sahneye biraz daha yakından bakalım…

Sahne kilisede rahibin verdiği vaazın görüntüsü ile başlar. İçerisini hınca hınç dolduran öfkeli dinleyici grubu dünyadaki yaşam tarzını eleştiren rahibi patlamaya hazır bomba misali dinliyordur. Bu sinirli kalabalığa çevrilen kamera az sonra topluluktan tamamen farklı olduğu her haliyle belli olan Galahad’a gelir. Vaazda söylenenleri diğerleri gibi onaylamadığından söylenilenleri büyük bir şaşkınlıkla dinler Galahad. Zira dünyadaki kötülüklerin Deccal tarafından değil bizzat insanlar tarafından yapıldığını düşünüyordur. Ayrıca dünyanın sonunu getirecek işaretlerin eşcinsellik, kürtaj, ateistlik vs. gibi şeylerden değil aç gözlülük, hırs ve iktidar düşkünlüğünden geleceğini bilir ajanımız. Zaten oturduğu yerden kalkmak istediğinde geri kafalı despot Katolik kadına verdiği cevap oldukça net bir cevaptır. Ne var ki Galahad’ın eyleme geçmeyi planladığı anlarda Valentine de büyük ütopyasını gerçekleştirme adına artık ilk aktif eylemini başlatmak için düğmeye basar. İşte bu anlardan sonra filmin izleyeceğiniz en kanlı ama en eğlenceli, en sert ama en estetik, en vahşi ama en centilmen sahnesi hayat bulur. Dünyanın sonunu getirmeye imza atacak kadar büyük işlerin adamı Valentine bile bu bol kanlı sahneyi izlememeyi tercih eder.  Gerçi çok şey kaçırdığını yaşananları bilgisayarından büyük bir zevkle izleyen Gazelle söyleyecektir. Olanları bir diğer bilgisayar ekranından izleyen Lee’nin yaşadığı şoku da belirtmeden geçmemek lazım. Evet, Valentine’nin insanlara bedava yerleştirdiği sim kart ile onların en vahşi duygularını ayağa kaldırarak birbirlerini katletme fikrini ilk uyguladığı an başarı ile sonuçlanır. Ama tek bir kişi bu katliamdan sağ kurtulur. O da içerideki çoğu kişiyi kendini korumak adına öldüren Galahad’dır. Yalnız şunu da belirtmek gerekir ki modern hayatın getirilerinden şikâyetçi olan o kadar dindarın iletişim deccalına teslim olmaları bu insanların zavallılığının en büyük örneğin olur. Bir de hepsinin sonunun kendilerine, göre kâfir insanların yaşayacağı son gibi olması sanırım. Zira günah işleyenlerin gözlerinin oyulacağını, cehennemde yanacağını vs söylerken diğer dünyaya gitmeye gerek kalmadan tam da şu anda bunları kendilerinin yaşaması çok büyük ironi oluşturur. Vaazı verene saplanan mızrak tüm sahnenin sonunu getirir. Galahad çevresine bakarken biz de yaşanılan kıyımın vahametine göz gezdiririz.



20 Ocak 2016 Çarşamba

Michael Haneke Sineması


Avusturyalı Michael Haneke, sinema tarihinin en rahatsız edici ve sert filmlerine imza atan yönetmenlerinden biridir. Kendi deyimiyle’’Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği’’ filmler yapan yönetmen modern toplumun insanlarına takıntılıdır.  Filmlerinden özellikle üst orta sınıf Avrupalı kent soylusu ailelerle uğraşan Haneke, sadece bu sınıfı eleştirmekle kalmaz birçok defa da filmleriyle tabiri caizse hadlerini bildirir. Mesafeli kamerası, soğuk atmosferi, yabancılaştığınız karakterleri, müziksiz durgun sahneleri ve acımasız alt metni, oldukça güçlü senaryoları ile Haneke filmlerinin her biri unutulmaz yapımlardır. Eğer ki yönetmenin filmlerini izleyebilecek kadar yürekliyseniz, Haneke filmografisi değme akademilere taş çıkartacak denli başarılı bir sinema eğitimi vaat eder size.

1)Amour-2012


Haneke son filmi Amour ile sanırım ilk kez seyircisine kısmen de olsa özdeşlik kuracağı karakterler yaratır. Hayatlarının son demlerindeki Anne ve Georges ile bizleri tanıştırır. Tanıştırması ile birlikte de bizi Anne ile Georges’in çaresizliğe düştükleri dipsiz kuyu misali dünyalarının tam da ortasına bırakır. Aşk ve huzur kokan eve hastalığın çökmesiyle kasvet hakim olur. Bu evde neredeyse iki saat boyunca çiftimizin yaşadığı yürek burkan, iç sıkıntısı yaratan hayatlarına tanıklık ederiz. En zoru ise Georges ile Anne’nin verdiği son karardır elbet. Haneke seyirciye istesen de istemesen de bu sona tanıklık edeceksin der.  Haneke’yi tanıyan seyirci de bunu göze almıştır sonuçta.


2)Funny Games-1997


Haneke’nin burjuvaziyi eleştirmekten bir adım öteye gittiği burjuvaziden bildiğin intikam aldığı film olur Funny Games. Burjuvazi ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynayan, onların tüm çirkinliklerini yüzlerine vurarak çaresiz kılar onları. Üstelik onlara oynadığı oyun çok şiddetlidir ki burjuvazinin, böylesi saldırıların kendilerinin başlarına gelebileceğini düşünerek aldıkları önlemlerin hepsi boşa çıkar. Çünkü Haneke her şeyi fazlasıyla basit algılayan birçok karmaşık durumun içinden çıkamayan ve çıkamadıkça da komik duruma düşen üst orta sınıfın karşısına kafası zehir gibi çalışan adaletsizlik karşısında hıncı büyümüş bu nedenle acımasızlaşmış iki kişi çıkarır. Yer yer izlemekte zorlanılan bu film hem söyledikleri hem de bunları aktarma şekli ile takdire şayan bir film olmuştur.


3)Der siebente Kontinent -1989


Michael Haneke’nin ‘’Buzlaşma’’ ya da ‘’Kent’’ üçlemesinin ilk filmi olan Yedinci Kıta filmi, yönetmenin sonraki filmlerinde de temel alacağı gibi küçük burjuvaların hayatına odaklanır. Üst orta sınıf çocuklu bir ailenin sistemin dişlileri tarafından sıkıştırılmış hayatlarını yaşarken izlemeye başladığımız film, ailenin çaresizliğini anlayıp bu duruma kendilerince doğru olduğuna inandıkları yöntemle son vermelerini anlatır. Tam da sistemin onlara dikte ettirdiği gibi nesnelere bağımlı, yemek yemek ve tv izlemekle harcanan zamanları yaşayan, kapitalist sistemin iyi bir neferi nasıl olunacağını öğrenen ve uygulayan, paylaşım ve bağlılık kavramlarından tamamen uzaklaşmış bir kent soylusu aile vardır karşımızda. Hiçbir şekilde katharsis oluşturamayacağımız mekanik insanlar olan üç karakter tıpkı yaşadıkları hayatta olduğu gibi pek konuşmadan ve duygulanmadan radikal bir karar alır ve yine mekanik bir şekilde bu kararı uygularlar. Oldukça duygusuz bir film olan Yedinci Kıta, Haneke’nin derdini belki de en sert ve en net anlatan filmlerinden biridir.


4)Das weiße Band - Eine deutsche Kindergeschichte-2009


Beyaz Bant filmi ismi gibi masumiyeti değil aksine kötülüğü odağına alan bir filmdir. Yönetmenin en kasvetli, en soğuk, en kötücül filmlerinden biridir. Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın durumunu irdeleyen film, terörizmin nasıl doğduğunun, katliamcı bir ırk haline gelecek insanların temelinin neye dayandığını gözler önüne serer Haneke bu filmde.  Konvansiyonel sinemada olduğu gibi asla kimin neden köyde gerçekleşen kötülükleri yaptığını anlayamayacağımız bir film Beyaz Bant. Zira yönetmenin derdi bu değildir; Haneke, kötülüğün doğuşuna odaklanır, nedenine değil. Haneke, kamerası ve yarattığı atmosfer ile de filmin soğuk duruşunu ve sert tavrını korur. Asla katharsisi yaşayamayacağımız bu film, Haneke’nin seyircide en çok yabancılaştırma yarattığı filmi olur kuşkusuz.


5)Benny’s Video-1992


Yine Avrupalı üst orta sınıf bir aile var karşımızda ve onların ergenlik dönemindeki erkek çocukları. ‘’Duygusal Buzlanma’’ üçlemesinin ikinci filmi Benny’s Video, bu kez yine bir aile yaşantısını yerden yere vurur. Kamera çekimi yapmaya meraklı ve odasının her köşesinden kayıt alan bir siteme sahip Benny, gerçek ile video kayıtları arasındaki ayrımı yapamayacak kadar gerçeklik algısını yitirir. Kayıt ile gerçek hayat arasında kendini kaybeden Benny, insanlıktan çıkar. Filmin en iç acıtan yanı ise Benny’nin yaptıklarından daha çok ailesinin takındığı tutum olur.






O AN: The Hateful Eight


Quentin Tarantino bir önceki filmi Django’dan üç yıl sonra The Hateful Eight ile beyazperdeye döndü. Ve bir kez daha kendine hayran bırakan bir westerne imza attı. Üstelik neredeyse tümü tek mekânda geçen bir hikâye ile. Peki, Tarantino denilince akla ilk gelen şeylerden biri nedir? Sanırım çoğumuz için cevap bir ressamın fırça darbelerinden oluşmuşçasına etrafa yayılan kandır şüphesiz. Kaç tane filmde boğazımıza kadar kana battığımız halde rahatsızlık hissinin uyanmadığını fark ederiz? Tarantino şiddeti, kanı ve gözyaşını hayatı ciddiye almayan bir estetikle sunar bizlere. İşte son filmi The Hateful Eight’de öyle bir sahne var ki, tam da söylenenleri özetliyor.

Sahne, John’un kısa bir süreliğine kısmi özgürlük tanıdığı Daisy’i tekrar kendine kelepçelemesiyle başlar. John’un kahveyi içtiğini ve birazdan az çok neler olabileceğini tahmin eden Daisy, birlikte kelepçelenmeye şiddetle karşı çıkar. Ama ne var ki, John her zamanki gibi onun isteğini oldukça kibar bir şekilde (kapa çeneni diyerek) geri çevirir. Direnmenin anlamı olmadığını anlayan Daisy sabırsızlıkla beklemeye koyulur. Masada John ile birlikte otururken bir yandan elleriyle ritim tutarak stresini azaltmaya çalışır bir yandan da etrafını meraklı bakışlarla süzer. Hatta Daisy’in bu hali John’un da dikkatinden kaçmaz. Zaten fazlasıyla gergin olan John’u bu durum daha da sinirlendirir. Sanki içinde mahvına sebep olacak kahveyi içtiğini bilir gibi lanet olası fincanı elinde evirip çevirir. Tıpkı suç ortağını esir almış gibidir. Oysaki daha olacaklardan bile bir haberdir. Zaten fincanın, cellâdın(John’un lakabı cellâttır) elindeki tutsaklığı çok uzun sürmez. Tam da Mannix kendine koyduğu kahveyi yudumlayacağı sırada John masanın üzerine kan kusar. İlk şoku atlatan John’un gözü kanının masada izlediği yolu takip ederek hala elinde kahvesini içmekte olan Jackson’a kayar. Zira daha etkili bir kan patlaması Jackson’da yaşanır. John gibi kurtlar sofrasında bugüne kadar hayatta kalmayı becerebilen bir adam tabii ki her şeyi anlar. Önce kahve fincanına sonra da şuan ona en çok öfke bileyecek kişi olan Daisy’e –John, Daisy’i idama götürüyordur- bakar. Kurtlar sofrasına en az John kadar alışık olan Daisy, oldukça rahat bir tavırla bunu kendisinin yaptığını söyler. Elbette bunun üzerine Daisy, zaten sanatsal çalışmalara tabiî olan suratına güçlü bir fırça darbesi daha alır. İkisi birlikte yuvarlanırken bu dibe vurmuş, ibretlik iki insana tepeden baktırır Tarantino. Bu bakış belki de ikisini en çaresiz gördüğümüz andır. John, bir tokat daha indirdikten sonra Mannix’i kahveyi içmemesi konusunda uyarır. Bunu duyan Mannix’in kahve fincanından kurtulmasının ardından art arda etrafa saçılan kanlar mekânı kırmızıya boyar adeta. John ile Daisy’in yerde debelendikleri esnada Tarantino da kamerasıyla bizi onların seviyesinde konumlandırır. Son olarak üstünlüğü eline alan John yine tam da hedefe orta yerinden yumruğu indirir. Karşılığını tükürük olarak almakta da gecikmez. Daisy’in arsız kahkahalarının eşliğinde sonuna kadar açık olan ağzının ve suratının ortasına tüm kanı boşaltır John. Daisy tabii ki bunu mesele yapacak bir kadın değildir. John’un silahını eline geçirir ve onu hiç tereddüt etmeden vurur. Ölmeden önce silahı fark eden John’un yüzündeki ifade çok derindir. Ölüme götürdüğü kişi tarafından ölüme yollanır. Sahne Daisy’in kana bulanmış kafasına doğrultulan silahın göründüğü kare ile biter.



Joy: Yeni Başlayanlar İçin Kapitalizm


David O. Russell, 1994 yılından bu yana sekiz tane uzun metrajlı filme imza attı. Yönetmen 2010 yılında çektiği The Fighter’a kadar oldukça vasat yapımlara imza atar. Gerçek bir hayat hikâyesinden beyazperdeye uyarlanan The Fighter hem seyirci ilgisi hem de ödül olarak tatmin yaşamıştır. The Fighter’i yönetmenin kendi performansının zirvesine çıktığı nokta olarak görebiliriz. Russell, bu filmden sonra çektiği üç filminde de aynı oyuncularla çalışmayı tercih etti. 2012 yapımı Silver Linings Playbook’da Jennifer Lawrence, Bradley Cooper, Robert De Niro üçlüsünü bir araya getirirken, hemen bir yıl sonra çektiği American Hustle’de yine Lawrence ve Cooper’i karşımıza çıkarır. Son filmi Joy’da da Russell yine bildiği sulardan ayrılmayarak aynı oyuncuları, aynı tarzı ısıtıp ısıtıp seyirciye sunar.

Russell, The Fighter’da gerçek bir hayat hikâyesinin ona getirdiği başarıyı tekrar yakalamak adına yine bir biyografi çeker. 1956 doğumlu Joy Mangano adlı mucit, girişimcinin yükseliş öyküsünü mercek altına alır. Mangano, gerçekten de dikkatleri çeken, şaşırtıcı bir yükselişe sahip başarı hikâyesinin aktörüdür. Boşanmış üç çocuk annesi, oldukça zeki bir kadın olan Mangano, Miracle Mop (bir çeşit, otomatik paspas) adlı icadıyla büyük başarı yakalamış. Bu başarısının ardından icatlarına devam eden Mangano, yüze yakın ürünün patentini alarak oldukça büyük satışlar yapar. Aldığı ödüller ve girdiği listelerle de başarısını taçlandırır. Evet, aslında oldukça dikkat çekici bir hikâye... Lakin şu birkaç cümle ile çekilen ilginin yarısını bile filmi izlerken hissedememekte seyirci. Üstelik Joy Mangano’nun hayatının en büyük dönemecine yoğunlaşmasına rağmen…


Sinema sektörü ve tabii ki sinemaseverler başarı hikâyelerini çok severler. Çünkü başarı hikâyelerini izlediğimiz filmlerde kahramanla genelde seyirci olarak özdeşlik kurarız. Ve bu özdeşlik sayesinde biz de kahraman ile birlikte çalışır, çabalar en sonunda da mutlak başarıyı yakalayarak doyuma ulaşırız. Evet, iyi kotarılmış bir başarı hikâyesi seyirciye giriş bölümünde kur yapmalı, gelişmede onunla ön sevişmeyi gerçekleştirip sonunda da doyuma ulaştırmalıdır. Sinema tarihi bu formülü uygulayan sayısız örneğe sahiptir. Ve az çok sinemaya gönül vermiş birçok seyirci bu filmleri defalarca izlemiş, onlarla sarsılmaz bir gönül bağı oluşturmuştur. Black, The Social Network, Moneyball, A Beautiful Mind, Raging Bull bunlardan bazıları… Peki, Joy bu filmlerin neresinde? Sanırım bu sayılan filmlerle anılmak için çok yetersiz. Zira kur ve ön sevişme yapmadan doyuma ulaşmamızı bekleyen ve elbette bunu da başaramayan bir film Joy.

Yakın zamanda izlediğimiz Nancy Meyers imzalı The Intern, yine Robert De Niro’yu bu kez Anne Hathaway’e eşlik ederken izledik. Bir kadın girişimcinin yükseliş hikâyesine odaklanan film eksiklerine rağmen seyircide tatlı bir hoşluk yaratmıştı. Ayrıca De Niro ve Hathaway’in canlandırdığı iki oyuncunun da karakter derinliğini yaratabilmişti. Büyük oranda ortak yanları olan Joy’da ise bırak birden fazla karakteri başrol oyuncusunda bile karakter derinliği yaratılamaz. Birkaç başarısız flashback ya da rüya sahnesi etki yaratmaktan oldukça uzak kalır. Joy’un nasıl o sürece geldiğini, birden bire zincirlerini kırmaya tam olarak ne ile karar verdiği hissiyatı hiç gelişememektedir.

Joy’un başarıya giden basamakları tırmanırken uyguladığı yöntemlerde pek benimsenecek türden değil. İnsanlara tabiri caizse nasıl yırtacağını anlatan film aptal kutusu televizyonun yüceltilmesinden tut da hiçbir güvencesi olmadan borca batmış bir halde evini ipotek ettirip kredi çekmeyi özendirmeye kadar bir dolu olumsuz referans içerir. Seyirciye televizyondaki shopping kanallarının ürünlerin satılması için yapılan propagandalara inanmasını ya da ödeyemeyeceği kredileri çekmesini desteklemekten başka ne yapmakta film? Joy, “nasıl sistemin çarklarını daha hızlı dönmesini sağlayacak bir parça olursunuz’’u çok iyi öğretiyor.

Vesselam zaten baştan çok tatmin edici olmayan hikâye senaryo yazımında da sınıfta kalarak dibi buluyor.  Üstüne bir de birlikte görmekten sıkıldığımız kabak tadı veren oyuncu grubu, havada kalan karakterler, katharsis oluşturamadığımız kahramanlar ekleniyor. Böylece seyir zevkini sıfırlayan bir film çıkıyor ortaya. Yine de tv dizisi kıvamında bir film de bana yeter derseniz, takdir sizin.


O AN: The Godfather


Baba, Oğul ve Mutlak Güç Adına

Francis Ford Coppola’nın ölümsüz eseri The Godfather, hem Coppola’nın hem de sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından biridir kuşkusuz. Ödüllere ve övgülere boğulan bu üç serilik yapıt Mario Puzo’nun kitabından beyazperdeye uyarlanır. Fakat The Godfather, edebiyat uyarlamaları arasında kitabın önüne geçen az sayıdaki filmlerden biri olur. Amerika’da yaşayan İtalyan bir mafya ailesinin hikâyesini anlatan üç serilik filmin en çok birincisi beğenilir. The Godfather’daki unutulmaz sahnelerden bir tanesi ise infaz ve vaftiz anlarını paralel kurguda izlediğimiz sahnedir.

Sahne, Michael’in kız kardeşinin çocuğunun vaftiz töreninin yapılacağı kilise görüntüsüyle başlar.  Michael, yeğenine vaftiz babalığı yapar. Bu nedenle vaftiz kuralları gereği bebek, annesi ve vaftiz babası rahibin karşısına çıkar. Rahibin karşısına çıkarken kilisenin en ucunda konumlanan kamera ihtişamlı kiliseyi gösterir. Böylece dinin ne kadar büyük bir güç olduğunu vurgular. Daha sonra vaftiz töreninin başlamasıyla ölüm ve doğum için yapılan ritüelleri birbirini kucaklayan bir uyum içerisinde izleriz. Beyazlar içerisindeki tüm kötülüklerden uzak bebeğin başındaki şapkanın doğumunun kutsanması için çıkarılmasını izlediğimiz anları tetikçilerin silahlarını öldürmek için hazırlamaları takip eder.  Arada hislerinden tamamen arınmış bir halde gördüğümüz Michael’in yüzü ise bu iki dünya arasındaki gerçekliği ifade eder. Michael bir nevi doğum ve ölüm arasındaki sırat köprüsü görevi görür. Michael artık baba –Hristiyanlıkta Tanrı’ya baba denilir- olmuştur. Bu nedenle kimin ölüp kimin yaşayacağına, sırat köprüsünü kimin geçip kimin cehennemin dibini boylayacağına artık o karar veriyordur. Ona biat ederek yaşamayı reddedeceklerini bildiği kullarının isyan etmeden önlerini kesmektir niyeti. Bebeğin vaftiz öncesi dualarla hazırlanmasını kilise orgunun sesi eşliğinde görürken aynı zamanda Michael’in adamlarının yine aynı ses eşliğinde günaha hazırlanmalarını izleriz. Her iki kurguya da aynı arka plandaki sesin eşlik etmesi, günahında Hıristiyanlığın gölgesi altında gerçekleştiğini ima eder. İnfazları izlediğimiz kurguda kilise orgunun sesine o dünyadan sadece silah sesleri eşlik eder; din kisvesi altında yapılan günahın sesi. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra rahibin Michael’e yönelttiği sorular, Michael tarafından yanıtlanırken tam da verilen yanıtların tersine verdiği emirler teker teker yerine getirilir. Michael, Tanrı’ya, İsa’ya ve Kutsal Ruh’a inandığını söyler. Daha sonra ise sorulan “Şeytanı reddediyor musun?” sorusuna reddediyorum cevabını verir. Tam da verilen cevaplarla ironi oluşturacak emirler bu sırada gerçekleşir. Michael’e rakip olacak tüm mafya liderleri sırasıyla asansörde, masaj salonunda, döner kapıda, yatakta, merdivenlerde infaz edilir. Bu esnada Michael sorulan “Şeytanın yaptıkları ve tüm gösterişini de reddediyor musun?” sorularını, reddediyorum olarak cevaplar. Son olarak vaftiz olmayı kabul ettiğini söylemesi ile gerçekleşen vaftiz görüntülerine aralara giren ceset görüntülerinin eşlik etmesiyle sahne son bulur. Bu süre zarfında Michael’in yüzü alabildiğine ifadesizdir. Zira Michael, verdiği emirleri öyle olmasını istediği için değil mecbur olduğu için vermiştir. Ailesini korumak artık onun görevidir. Ona tanınan başka bir çıkış yolu bırakılmamıştır. Michael hem sevabın yolunda yeğeninin vaftiz babası hem de günahın yolunda mafya babası olur. Biri görünen tarafı diğeri de gizli tarafını temsil eder. Michael ne yazık ki hep bu iki dünya arsında sıkışıp kalacaktır ömrü boyunca.