4 Ekim 2015 Pazar

Zeki Demirkubuz Sineması


Türkiye sinemasını Yeşilçam dönemi ve sonrası olarak kabaca ikiye ayırabiliriz. İşte bu Yeşilçam sonrası dönemin yaşanmasından önce süren durgunluk döneminden sinemamızı kurtaran, üzerine serilen ölü toprağı tazeleyen birkaç yönetmen vardır. Bu birkaç yönetmenden en önemlilerinden biri ise Zeki Demirkubuz’dur. Yeşilçam rejisörlerinin yanında asistanlık yaparak -usta çırak ilişkisi temelinde- kendini geliştiren Demirkubuz, üst üste çektiği başarılı yapımlar ile sadece ulusal alanda değil uluslararası alanda da adını duyurmuştur. İlk filminden itibaren tüm filmlerinin senaryosunu, yapımcılığını, kurgusunu ve yönetmenliğini kendisi yaparak auteur yönetmen unvanını hak etmiştir. Bugüne kadar SİYAD(Sinema Yazarları Derneği), Antalya Altın Portakal Film Festivali, Ankara Film Festivali, İstanbul Uluslararası Film Festivali gibi festivallerden sayısız ödül kazanmıştır.
Demirkubuz salt film çeken bir yönetmen değil aynı zamanda da politik bir kişilik olagelmiştir her daim. Daha edebiyat ve sinema ile tanışmadan çok önce siyasi kimliğinden dolayı hapishaneye girmiş, işkence görmüştür. Her ne kadar hapishanede tanıştığı edebiyat dünyası onun düşüncelerini büyük oranda değiştirse de temel olarak bildiği yoldan asla vazgeçmemiştir. En sevdiği, örnek aldığı yönetmen olarak Yılmaz Güney’i söyleyen Demirkubuz, her zaman Güney sinemasını kendine örnek almıştır. Lakin filmlerinde toplumsal meseleleri odağa yerleştirmez. Daha çok kişiler üzerinden anlatmayı tercih eder. Nerdeyse filmografisinin büyük kısmında alt sınıftaki kişilerin hayatını odağına almıştır.
Dostoyevski hayranı, futbol ve Beşiktaş sevdalısı, radikal açıklamaların adamı, gezi direnişinin en sadık katılımcılarından biri, sevenlerinin Zeki abisidir o.
Anlatmakla bitmeyecek, ne söylense eksik kalacak, yıllar geçse bile verdiği eserlerle unutulmayacak bu adamı yeni filmi vizyona girmeden bir gün önce doğum gününde son filmi de dâhil olmak üzere on filmlik filmografisi ile hatırlayalım.

C BLOK(1994)
C Blok yönetmenin ilk göz ağrısı, aynı zamanda da en vasat filmidir. Demirkubuz’un da hiçbir zaman benimseyemediği, hep üvey evlat muamelesi yaptığı film yine de çekildiği dönem için çok önemliydi. SİYAD tarafından ödüle layık görülmüş bu film bir üst orta sınıf eleştirisidir. Bulunduğu sınıfın bunalımlarını fazlasıyla yaşayan bir kadının çaresiz çırpınışlarını izleriz C Blok’ta. Kültürel yozlaşmanın dayandığı noktayı işaret etmesiyle, şehir hayatının insanlığı nasıl çepeçevre kuşattığını göstermesiyle, yalnızlık duygusunu iliklerimize kadar hissettirmesiyle değeri inkâr edilemez bir filmdir.

MASUMİYET(1997)
Demirkubuz, ikinci filmi Masumiyet ile zirveye yerleşmiştir. SİYAD’dan ve Altın Portakal Film Festivali’nden birçok ödül alan film oldukça ilgi uyandırmıştı. Âşık olduğu adamın peşinden kendini diğer erkeklere satma pahasına sürüklenen Uğur, başka bir erkeğe hayatını adamış bir kadına âşık olan ve onun uğruna tüm hayatını mahveden Bekir, bir hiç uğruna cinayet işleyip yıllarca hapishanede yattıktan sonra kendini hayatın tam da ortasında çaresiz bir şekilde bulan Yusuf ve tüm bunlardan haberdar olmayan ama daha anne karnında hayatın sillesini yemiş Çilem… İşte bu dört insanın hayatlarının keskin bir dönemece girdiği bir süreci izleriz Masumiyet’te. Başarılı oyuncular, güçlü senaryo, mükemmel kurgu ve elbette takdire şayan yönetmenlik buluşur bu filmde. Gözlerin önünden Yusuf ile Çilem’in son görüntüsü. Kulaklardan televizyonda izlenilen Yeşilçam filmlerinin sesleri kalır geriye.

ÜÇÜNCÜ SAYFA(1999)
Üçüncü Sayfa, taşradan İstanbul’a gelmiş ve hayata tutunmaya çalışan insanların filmidir. Lakin bu alt sınıfa mensup insanlardan bazıları hep saf ve temiz kalıp kaybetmeye mahkûmken bazıları ise kendi gibilerin üstüne basarak hayata çelme takmayı başarabilir. İşte film çatışmasını bu iki gruptan insan ile kurar. Meryem ile İsa’nın bir apartmanın bodrum katında başlayan hikâyeleridir izlenilenler. Tam da gazetelerin üçüncü sayfalarına konu olacak cinsten vukuatların yaşandığı filmde güçlü bir alt sınıf profili çizilir. Demirkubuz’un feministler tarafından eleştirildiği filmlerden biri de olan Üçüncü Sayfa kadın- erkek kıyaslamasından çok daha derin mevzularla uğraşır esasında.

İTİRAF(2001)
Zeki Demirkubuz’un Karanlık Üstüne Öyküler üçlemesinin ikinci filmi İtiraf, psikolojik bir drama. Film, daha önce yaşanmış bir ihanet üzerine kurulmuş olan evliliğin güvensiz ortamında başlar. Ne var ki ihanet bir başka ihaneti doğurur. Fakat film çatışmasını klasik bir Yeşilçam filminde olduğu gibi aldatan kötü kadın ve aldatılan masum erkek üzerinden yürütmez. Filmin meselesi bunlardan çok daha derindir. İhaneti görmezden gelme, kabullenememe, vicdan muhasebesi gibi sorunlar zemininde yürüyen film hepsinin de altını fazlasıyla doldurur. Başak Köklükaya’nın canlandırdığı Nilgün’ün isyankârlığı, Taner Birsel’in canlandırdığı Harun’un çaresizliği üzerinden yer yer katharsis kurulsa da hiçbir izleyici filmin sonundaki özdeşleşmeyi yaşayamamıştır sanırım.  Her ne kadar yönetmen ihanet yapanı cezalandırıyor gibi ilerlese de sonu itibari ile bilinen doğruları alt üst eder film. Tahmin edilemez finali ile ayrıksı filmlerine bir yenisini daha ekler Demirkubuz İtiraf ile. 

YAZGI(2001)
Zeki Demirkubuz’un ,Albert Camus’un Yabancı adlı eserinden etkilenerek çektiği Yazgı, Nihilizm’in beyazperdedeki görüntüsüdür bir nevi. Filmdeki Musa karakterinin hayatta inandığı, değer verdiği, mücadele edeceği hiçbir gerçek yoktur. Musa’nın filmin başında annesinin ölümüne verdiği tepkisizlik filmin sonunda evindeki küçük çocuğa karşı verdiği tepkisizlikle aynıdır. Değişen hiç bir şey yoktur. Her ne yaşarsa yaşasın Musa tepki vermemeyi tercih eder. Musa karakterini kıskanmamak elde değildir aslında; bizim dert edindiğimiz, kendimizi kahrettiğimiz hayat ile fazlasıyla problemsizdir Musa.  Bir sütlü kahvesi bir de televizyonu vardır vazgeçemediği o kadar. Hayatı fazlasıyla mütevazı yaşar ve bir o kadar da kayıtsız. Seyirci olarak bizlere de bu pervasızlığa sinirlenip saç baş yolmak ya da keşke ben de böyle olabilsem demek kalır.

BEKLEME ODASI(2003)
Zeki Demirkubuz’un en kişisel filmlerinden biridir Bekleme Odası. Zaten o nedenle de başrolünde kendisi oynamıştır. Hatta karısının da rolü bulunur filmde. Karanlık Üstüne Öyküler üçlemesinin son filmi olan Bekleme Odası, Suç ve Ceza romanını beyazperdeye uyarlamaya çalışan bir yönetmenin sıkıntılı hayatından bir kesit sunar. Demirkubuz’un Dostoveyski’ye ithaf ettiği film aynı zamanda Kader filminin başrol oyuncusu Ufuk Bayraktar’ın da küçük bir rolle ilk oyunculuk tecrübesini yaşadığı yapımdır.

KADER(2006)
Sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.”
‘İzlediğin en gerçekçi film hangisi?’ sorusuna benim düşünmeden vereceğim cevap hiç kuşkusuz yukarıdaki sözlerle son bulan Kader filmi olur. İlk izlediğimde şaşkınlık içerisinde geçen seyir zevkim sonrakilerde katlanarak devam etti. Hani denir ya ‘Her izlediğimde başka bir keyif alıyorum’ diye. İşte öyledir Kader. Varoşlarda yaşayan Bekir’in Uğur’a, Uğur’un Zagor’a olan aşkları uğruna kendilerini tüketmelerinin hikâyesini izleriz bu filmde. Âşık oldukları kişilere kendilerini karşılıksız olarak adar Bekir ile Uğur. Sonu, başı ne olacak önemli değildir onlar için. Çevresindekilere zarar verip vermemeleri bağlamaz ikisini de. Kaderlerini sonsuz bir kabulleniş vardır. İsyan etmez, sadece rüzgâra verirler kendilerini. Yakacağını bilseler de tıpkı pervaneler gibi ateşe atılırlar.
KISKANMAK(2009)
Kıskanmak filmi Demirkubuz’un etkilendiği edebiyat dünyasından yaptığı en birebir uyarlamadır. Ayrıca dönem filmi olan tek yapımıdır. Demirkubuz filmografisinde ayrı bir yere sahiptir Kıskanmak bu nedenlerle. Nahid Sırrı Örik’in aynı adlı romanından uyarlanan bu film kıskanmanın neden olduğu akıl almaz bir intikam hikâyesini anlatır. Zıtlıklardan beslenen film güzellik ile başarının karşısına çirkinlik ile başarısızlığı yerleştirir. Zafer ise hiç umulmayan bir yerden umulmadık bir şekilde gelir. Sinsice ilerleyen bir intikam hikâyesini işler film. Yönetmenin taşrada(Safranbolu) çekilen tek filmi olmasıyla da önem arz eden Kıskanmak, 1930’lu yılların Türkiye’sini de başarılı bir şekilde yansıtır perdeye.

YERALTI(2012)
Yine bir Dostoyevski uyarlaması var karşımızda. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar eserinden serbest bir uyarlama olan film aynı zamanda da Zeki Demirkubuz’un kişisel meselelerini de konuk ettiği bir yapımdır. Yeraltı aynı zamanda Demirkubuz filmografisinin teknik olarak en gelişmiş filmidir. Görüntü yönetimi anlamında da yönetmenin başyapıtı diyebiliriz Yeraltı için. Film hak etmediği halde balon gibi şişirilen vasıfsız insanlara ve bu küçük adamlara şakşakçılık yapan insan güruhunu eleştirir. Hem de en sert dille yapar bunu. Lafını sakınmamaya ant içmiştir adeta Demirkubuz. Ne var ki daha önce de söylediğim gibi özellikle yuvarlak masa sahnesinde dile getirilen suçlamaların hedefinin neresi olduğu Demirkubuz’u az çok tanıyan herkes için bilinen bir gerçektir. Ama yine de bu bile Yeraltı’nın mükemmelliğini çok fazla gölgeleyememiştir. Engin Günaydın’ın canlandırdığı Muharrem karakteri oldukça derinlikli bir karakter olarak hafızalarda yer etmiştir.

BULANTI(2015)
Demirkubuz’un en kişisel filmi Bulantı, Yeraltı ile Bekleme Odası filmlerinden izler taşımaktadır. Aynı zamanda  Ahmet karakterinin Yazgı filmindeki Musa karakterinden izler taşıdığını da söyleyebiliriz. Üst orta sınıfın buhranlı hayatını eleştirirken aynı zamanda yeni jenarasyonun da ahlaki değerlerini sorgular Demirkubuz bu filmiyle. Kibrin insanı nerelere sürüklediğini oldukça çarpıcı bir şekilde anlatır yönetmen. Elbette kapanmayan kapılar, kapı aralarında yapılan konuşmalar, Dostoyevski alıntıları, televizyon, Beşiktaş gibi birçok yönüyle tam bir Zeki Demirkubuz filmi Bulantı. Ama bu film ne önceki filmlerinden oluşan bir kolaj ne de kendini tekrarlayan bir yapım. Demirkubuz’un başyapıtı olmasa da sinematografisine yeni şeyler eklediği ayakları yere basan, sağlam bir eser. Ayrıca kendisinin de oyunculuğunu daha da geliştirdiğini de gördüğümüz filmde karanlık ile aydınlığı filmine metafor olarak seçmesi de çok etkileyici.


Irreversıble: İntikam Bir İnsanlık Hakkı mıdır?


Arjantin asıllı Fransız yönetmen Gaspar Noe’nin,2002 yapımı ikinci uzun metraj filmi Irreversıble çekildiği günden bu yana rahatsız edici sahneleriyle konuşulur.  Seyirciyi görmek istemediği, rahatsız olduğu mevzuları izlemeye zorlayan hatta mecbur bırakan Noe, diğer filmlerinde olduğu gibi Irreversıble’de de takıntılı olduğu mevzulara devam eder.
Klasik sinema kurallarını alt üst etmekten büyük keyif alan Noe, daha filmin jeneriğinde başlar dengelerle oynamaya. Düzensiz, çarpık şekilde akan jenerik ilk anından seyirciyi sarsacak film hakkında ipucu verir. Irreversıble, hikayenin en sonundan başlar kendini seyrettirmeye. İzlenilen filmin oldukça sert olduğu da su götürmez bir gerçek olunca, ilk sahnelerden nefessiz kalınıyor denilebilir. Çoğu yönetmenin tercih ettiği gibi huzurlu anlardan başlayıp yavaş yavaş tansiyonun yükselmesine ve finalde zirve yapmasına alışık olan seyirci Irreversible’de birdenbire kendini en üst noktada bulur. Bu durum seyircinin tansiyonunu ilk andan yükseltmeye yeter de artar bile. Son sahneden sonra da sanılmasın ki flahsback ile hikayenin en başına gidilir. Noe, sondan adım adım hikayenin başına gitmeyi tercih eder. Tamı tamına on iki adımdan sonra filmin sonuna(hikayenin başına) ulaşılır.  Film ayrıca on iki kesme hareketinden oluşuyor diyebiliriz; oldukça hareketli bir kamera kullanılmasına rağmen asla kamera kesme hareketi yapmaz sahnelerde. Her sahnenin kendi içinde tek plan olması nedeniyle fazlasıyla hareketli olan kamerayı takip etmek yer yer seyri oldukça zorlar. Bu tekinsiz kamera deli gibi koşturup, atlayıp, zıplayıp, ters takla bile atarken sadece bir sahnede asla yerinden kıpırdamaz. Filmin en rahatsız edici, üstelik bire bir gerçek zamanlı olan sahnesinde inadına yerinden kımıldamaz bu işgüzar kamera.

Noe takıntılı olduğu hamilelik, ensest, gay, travesti, fahişe, yoksul kesim, üst orta sınıf eleştirisi meselelerine diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de sıkı sıkıya sarılır. Hatta daha önceki Carne adlı kısa filmi ve onun devamı niteliğindeki ilk uzun metrajı Seul Contre Tous’un başrol oyuncusunun ve onun ensest hikayesinin İrreversible’ye ufak bir konukluğu olur. Bu konukluk filmin en başında gerçekleşir. Sonrasında ise bu intikam hikayesi bodoslama girer filmin en etkileyici yerine. Karanlık bir atmosferde koşturan iki erkek, delicesine Tenia isimli birini ararlar. Bu karanlık atmosfere sadece kırmızı renk eşlik eder; filmin büyük bir çoğunluğu bu rengin hâkimiyetinde ilerler. Tutkunun ve şiddetin rengi olan kırmızı filmin meselesiyle fazlasıyla uyum sağlar. Tenia’nın Marcus ve Pierre tarafından bulunmasından sonra filmin ilk şiddet gösterisi de başlar. Ama emin olun ki ilerleyen dakikalarda izleneceklerin yanında önemini yitirir bu cezalandırma anları. Filmin iki büyük intikamı ve cezalandırması var. Biri toplum tarafından dışlanmış kesimin diğeri ise üst orta sınıfındır. Yalnız işin ilginç yanı iki taraf da sokağın yöntemi ve kurallarını benimser. Tenia’nın yöntemi ile Pierre ve Marcus’un yöntemi neredeyse aynıdır. Gerçi her ne yaparlarsa yapsınlar Tenia’nın yaptıklarını tam anlamıyla uygulayamaz Marcus ile Pierre. Bu durumda da Tenia intikam alma konusunda tek başına olmasına rağmen üstündür. Çünkü Marcus ile Pierre’nin sahip olduğu sahte yasalar, çürümüş sistem onlara asla yardımcı olamaz. Zaten sokağın sakinleri tarafından Marcus ile Pierre’ye bunun kısacık bir hatırlatmasının yapılması yeter onların sokağın gücünden ve kurallarından medet ummalarına. Sokağın sakinlerinin ‘’Polisler silahlı ayyaşlardır’’ sözleri, asıl çoğunluğu oluşturan kesimin, iktidarın hizmetinden bırak medet ummayı, onları nasıl küçümsediğini gösterir. Yine dile getirilen ‘’İntikam insan hakkıdır’’ düşüncesi de işlemeyen egemenin adaletinin(?) yarattığı bir sonuçtur. Noe, üst sınıfın yaşantısını filmin her bir anında eleştirir; Alex(Monica Bellucci), Marcus(Vincent Cassel) ve Pierre (Albert Dupontel)arasında yapılan orgazm muhabbetinden tut da ev partisindeki ahlaki çöküşe kadar tüm kirli çamaşırlarını ortaya döker.

İşte bu acınacak durumdaki sınıfa dersini Alex’in vücudu temsilinde Tenia verir. Güzeller güzeli Alex’in kusursuz vücudu, giysileri, cinselliği yerle bir edilir. Hem de hakaretlerle; Tenia Alex’e duymak istemeyeceği tüm gerçekleri yüzüne vurarak, hunharca alır intikamını. Aslında Tenia, egemen sınıfın ırzına geçer, onun kendine maske olarak seçtiği yüzü darmadağın eder. Bu arada metafor olarak elbette bir kadının kullanılması özellikle biz kadınları çok rahatsız eder. Ama sonuçta kadın burada sadece temsili olarak kullanılıyor. Geo, hamile bir kadına bunları yaşatarak hakim ideolojinin soyunun devam etmesinin de önünü kesmek ister. Filmin son sahnesinde Alex’in hayali sayesinde gördüklerimiz daha iyi, mutlu yarınların habercisi niteliğinde düşünülebilir. Filmin tam zıttı aydınlık atmosfer, insanın içine mutluluk aşılayan ışık kullanımı ile hala umut var dedirtir. Geo, burjuvaziyi eleştiri oklarına maruz bıraktığı İrreversible filmi ile adını sinema tarihine yazdırır. 

O AN: Basic İnstinct


Şehvetin Cazibesi
1992 yapımı Paul Verhoeven’ın Basic İnstinct filmi ülkemizde Temel İçgüdü adıyla gösterime girmişti. O günden bu yana da yasaklanma, sansür, sansasyonlarla anılan bir film olagelmiştir Basic İnstinct. Sinema salonlarında gösterildiğinde gösterimi bir süre yasaklansa da gişe rekoru kıran film, televizyonda da sansürlenerek gösterilse de ilgi azalmamıştı. Bir kesim tarafından sadece erotik yanlarıyla anılsa da çok başarılı bir cinayet filmidir aynı zamanda Basic İnstinct. Michael Douglas ile Sharon Stone gibi başarılı oyuncuların cesur sahneleri ile hatırlanan film ile en çok özdeşleşen an Sharon Stone’nin frikik verdiği sahnedir. Lakin biz yine bu çok konuşulmuş ve artık kabak tadı vermiş anlardansa daha gizemli, soru işaretleriyle dolu bir sahneyi konuşalım. Sharon Stone ile Michael Douglas’ın seviştikleri sahne sadece bir sevişme değil aynı zamanda tabiri caizse bir akıl oyunudur.
Her ne kadar düşmanmışlar gibi gözükse de onlar birbirlerinin cazibesine kapılmışlardır. Gece kulübünde birlikte dans ederken Detectif Nick Curran’ı baştan çıkaran Catherine Tramell onu yatağına atar. Sevişmeye başlayan ikili bu andan sonra hiç hız kesmeden devam eder. İki taraf da oldukça istekli ve ateşlidir. Ancak seyirci olarak bizim dikkatimize takılan bazı mevzular vardır; yatak, tavandaki ayna filmin başında izlediğimiz cinayet mahallindekilere çok benzemektedir. Tabii bu benzerlikler kendini hiç sorgulamadan yatağa bırakan Nick’in de dikkatini çeker. Ama Nick zevk anlamında öyle bir noktadadır ki bırak sevişmeye son vermek, duraklamaya bile tahammülü yoktur. Nick tıpkı bir pervane gibi ateşe kapılmıştır; cinayet zanlısı olan bir kadınla tam da daha önce işlenen cinayetin benzer ortamında sonu ne olur diye düşünmeden kendini şehvetin kollarına bırakır. Gerçi Catherine, beyaz eşarbı yastığın altından çıkarıp da ellerini bağlarken Nick biraz tedirgin olur. Ama bu andan sonra en kötü şekilde öldürülmeyi bile göze alacak anlar yaşanıyordur. Sevişmenin en can alıcı zamanlarında tavandaki aynadan onlara Tanrısal bir açıdan bakarken bunu daha iyi anlarız. Yataktaki egemen olma savaşını Catherine kazanmış ve tüm kontrolü eline almıştır. Nick de kendini sonunda Ctaherine’nin haşin kucağına bırakmıştır. Zira güç Nick’in elindeyken Catherine’nin şiddetinden kendini koruyamaz. Catherine, yatakta gücün karşı tarafta olmasına vahşice karşılık verir; Nick’in sırtını tıpkı bir sırtlan gibi iki elinin tırnağıyla tırmalar. Bu nedenlerle gücü tamamen eline alan Catherine, zevki en üst noktalara çıkaracak hamleler yapar. Lakin seyirci olarak bizler onlar kadar rahat olamayız. Her an ekrana bakamayacağımız şiddet anları yaşanacak diye elimiz yüreğimizde izleriz. Hele bir de Catherine, cinayet sahnesindeki kadının yaptığı hamleyi( elini yorganın altına sokarak buz kırıcıyı çıkarma) yapıyormuş gibi gösterildiği an bizlerin de heyecanının tavan yaptığı anlardır. Ve bu ellere yapılan takipten sonra Catherine’nin hızla Nick’e kapaklanması Nick’in şişlendiği düşüncesini yaratır. Fakat anlarız ki çiftimiz zevkin doruklarına ulaşmıştır sadece. Catherine ve Nick tarafından yüzyılın birleşmesi olduğu düşünülen bu sahne gerçekten de yıllarca seyircilerin hafızalarından çıkmayan bir birleşme sahnesi olmuştur. Özellikle Nick ile Catherine’nin birbirlerine oral seks yapması 90’lı yıllar için büyük bir hamle olmuştur.
*Telif haklarından dolayı anlatılan sahnenin videosunu paylaşamıyoruz. Bu nedenle filmin fragmanını paylaşıyoruz.


The İntern: Yaş Yetmiş İş Bitmemiş


What Women Want, Something’s Gotta Give, The Holiday, It’s Complicated gibi çok başarılı romantik komedi filmlerine imza atan Nancy Meyers son filmi ile başarısını zirveye taşıyor. The İntern filmi ,yönetmenin daha önceki filmlerinde romantizm ile birlikte harmanladığı komedi türünü bu kez tek başına ele aldığı bir yapım. Meyers, romantizmi kullanmadan tek başına komediyi kullanarak da ne kadar etkileyici olabileceğini ispatlıyor. Film başından sonuna kadar yüzünüzde bir tebessüm yaratan, yer yer de kahkahalar attırtan bir seyir zevki sunuyor. The İntern, 121 dakika gibi uzun süresine rağmen asla sıkmadığı gibi nasıl da çabucak bitti hissi yaratıyor.
 Bu eğlenceli, incelikli filmin başarısında yönetmenin olduğu kadar oyuncuların da katkısı çok fazla elbette. Robert De Niro ve Anne Hathaway’in mükemmel uyum sağlayan oyunculukları göz dolduruyor.  De Niro filmdeki rolünde de gerçek hayatta olduğu gibi yaş kemale erdi diyip de bir köşeye çekilmez. 70 yaşına gelmiş, eşini kaybetmiş ama yaşam enerjisinden hiçbir şey eksilmemiş bir ihtiyar delikanlıdır Ben. Yalnızlığının üstesinden gelmek için sürekli kendini geliştirir, kurslara gider. Adeta ‘’Yaş yetmiş iş bitmiş’’ düşüncesini çürüten bir savaşçıdır o. Anne Hathaway’in canlandırdığı Jules karakteri ise kadınların gurur kaynağı-her ne kadar bazı kadınlar tarafından kıskanılsa da-, iş dünyasının yılmaz savaşçısıdır adeta. Miskin, üzerine ölü toprağı serilmiş yeni nesle örnek teşkil edecek bir genç girişimcidir Jules. Yalnız aklınıza kapitalizmin bir neferi de gelmesin sakın. O kendine, kocası ve kızı ile var olan sıcak yuvasına işini de eklemiştir. Ofisini evi gibi, çalışanlarını ailesi gibi görür. Hatta iş dünyasının sıkıcı kurallarını asla uygulamaz; ofiste bisiklet ile dolaşır, çalışanlarını rahat ettirmek için işyerinde masör çalıştırır, en önemlisi de ihtiyar stajerler alır işe.  Başrolü paylaşan bu iki karakter o kadar derinlikli çizilmiştir ki, anlatmaya çalışmak çok zordur. Bunun yanında Jules’in küçük kızından tut da iş yerinde çalışan elemanlara kadar hepsi birbirinden renkli karakterler barındıran film bir tane bile derinlikli karakter yaratamayan filmlere ibret olabilecek düzeydedir.

Genelde yaşlanmış bir kurda ilham perisi olarak genç bir soluğun yardımcı olmasıyla gelişen hikâyeleri izleriz. Fakat The İntern, bu alışılagelmiş durumu da alt üst eder. Bu kez hem ev hayatı hem de iş hayatında yoğunluktan dolayı köşeye sıkışan genç Jules, ihtiyarlasa bile enerjisinden ve ışığından hiçbir şey kaybetmeyen Ben sayesinde sorunlarının üstesinden gelir. Her ne kadar ilk etapta Jules, Ben’in kendisine yardımcı olabileceğine inanmasa da çok kısa süre sonra onsuz yapamaz hale gelir. Ayrıca Ben’in şefkatli ama gerçekçi dünyasından Jules gibi iş yerindeki çalışanlar ve Jules’in ailesi de faydalanır. Ben,  yardıma ihtiyacı olan iş arkadaşlarına akıl verip, nasihat çekmez; onlara ‘’ben olsaydım’’ diliyle konuşur. Ayrıca iş arkadaşlarıyla ilişkilerini geliştirmek için onlar gibi de davranır; facebook kullanıcısı olur, onların muhabbetlerine eşlik eder, hatta evini açar onlara. Yeri gelir bir baba, yeri gelir arkadaş olur. Ama öyle gerçek dışı bir karakter değildir Ben. Fazlasıyla yaşamdan biridir.
Filmin en büyük artılarından bir diğeri ise kadına bakış açısıdır. Jules çok yoğun çalışan bir iş kadınıyken kocası ise küçük kızlarına bakar. Ve bu durum onlar için asla sıkıntı yapılacak bir durum olarak görülmez. Yine Jules, kızını okula götürdüğü gün diğer veliler tarafından çalışan kadın olduğu için iğnelenince onlara gereken cevabı verir . Böylece yönetmen hem toplumun bakış açısını verir hem de buna olan tavrını gösterir. Filmin sürprizlerini ele vermemek adına söylemediğim başka durumlarda da filmin kadına ve kadının toplumdaki yerine çok doğru yerden bakar.

Değişen Dünya’ya ahlayıp puflamayan, ona uyum sağlayıp mutlu olmayı başaran Ben ile yeni düzenin canavarlığından uzak durarak var olan Jules’in hayata karşı omuz omuza vererek sergiledikleri duruş izlenilmeye kesinlikle değer. Emin olun son zamanlarda geçireceğiniz en güzel iki saat sizi bekliyor.

O AN: Oldboy


Yeter ki Söyleme!
Güney Kore’nin ayrıksı yönetmenlerinden Chan-wook Park’ın 2003 yapımı Oldboy filmi bugüne kadar yapılan en etkili intikam filmlerinden biridir. Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü başta olmak üzere birçok festivalden ödülle döner film. 2013 yılında Spike Lee tarafından aynı isimle tekrar uyarlanması, orijinalinin değerini daha da iyi anlamamızdan öteye gidemez. Filmde Min-sik Choi tarafından canlandırılan Dae-Su karakterinin tek başına dev bir gösteri niteliğindeki performansının olduğu sahne izlemesi yürek ister.
İntikam hikayesinin sonlarına gelinmiş, Pandora’nın Kutusu açılmış, tüm kötülükler etrafa yayılmıştır. Dae-Su yıkılmış, mahvolmuş, darmadağın olmuştur. Dizlerinin üzerine çöken Dae-Su’nun yüzü gözü kan içerisindedir. Önce Woo-jin Lee’ye olanları Mi-do’ya söylememesini, bütün suçun kendisinde olduğunu söyler. Daha sonra öfkesine hakim olamayarak Woo-jin Lee’yi tehdit eder. Fakat hemen akabinde kendine gelerek yalvarmaya devam eder. Bu yalvarma anlarında Dae-Su’nun ellerine özellikle dikkat etmek gerekir; kameranın da özellikle zom yaptığı eller Dae-Su’nun dilinden daha fazlasını söylerler. Dae-Su bunları yaparken de kamera sadece onu takip eder. Hatta kamera tatami (Yasujiru Ozu’nun kullandığı kamera açısıdır; kamera minderin üzerine konulur) konumundadır; böylece Dae-Su’nun bu anlarında onunla özdeşlik kurmamız istenir. Dae-Su’nun yaşadıkları o kadar ağırdır ki hiçbir seyirci bu anlarda onunla özdeşlik kurmak istemez. Ama Park’ın tam da yapmak istediği budur zaten; seyirci olarak bizleri görmek de duymak da istemediğimiz şeylere zorlar. Dae-Su o kadar çaresizdir ki; Lee’ye onun köpeği olabileceğini söyler. Arkasından da nasıl sadık bir köpek olacağını bizzat canlandırarak gösterir. Bu anlarda kamera ilk kez Lee’ye doğru uzanır. Lee’nin güldüğünü görürüz. Lakin bu gülüş mutluluğun sonucu gelen bir tepki değildir; acının sebep olduğu bir dışa vurumdur. Ufacık bir zaman atlaması ile Dae-Su’nun biraz ilerideki makasa yöneldiğini görürüz. Dae-Su makası alarak yaşanılan tüm acıların sebebi olan organını(dilini) makasla keserek iğdiş eder. Dae-Su’nun dilini kestiğini görmeyiz; kamera ellerini gösterir sadece. Ama görmememize rağmen o an ne yapıldığını bilmemiz ve sesler seyirciyi gerim gerim gerdirmeye yeter de artar bile. Dae-Su acısını yaşamak için bile kendine müsaade etmez. Telefonu kaptığı gibi Lee’nin ayaklarına kapanarak telefonu eline tutuşturur. Tek istediği Lee’nin Mi-do’nun önündeki kutuyu açtırmamasıdır. İntikamının sonuna gelen Lee, Dae-Su’nun hizasına çömelir. Telefon ederek kutunun açılmayacağını söyler. Böylece ilk defa Dae-Su ile acıda eşitlenirler; Lee kendi yaşadığı acının aynısını artık Dae-Su’nun da yaşadığına ikna olmuştur. Ve böylece Lee intikamını almıştır. Tüm bu zorlu anların yaşandığı ortamda havuzdan yansıyan yeşil ışık(sinemada tiksindirici, mide bulandırıcı anlamı vardır) yaşanılan olaylara uyum sağlar.