27 Şubat 2016 Cumartesi

Luis Buñuel Sineması



İspanya doğumlu Luis Buñuel, tam anlamıyla tüm dünyaya mâl olmuş bir yönetmendir. Sinema tarihinin önemli yapı taşlarından biri olan Buñuel, sürrealist sinemanın da öncüsüdür. Salvador Dali ile başladığı yola tek başına devam eder ve ettikçe büyür, devleşir Buñuel.  Daha ilk uzun metrajı L'Âge d'or ile Katolizmi hedefine alıp otoriteleri rahatsız ederek, aykırı, asi yönetmenler arasına katılır. Her filminde burjuvaziyi akıl almaz durumlara sokan Buñuel, tüm filmlerinde bu sınıfı hedef tahtası olarak kullanmaktan asla vazgeçmez. Zira o ezilenlerin yanına konumlandırmıştır kamerasını. Tıpkı alt sınıfın gözleriyle burjuvaziye bakar. Ama bu konumdan bakarken de aydın bir insan olarak onlara kuru öfkesini değil incelikli hicvini sergiler. Ki bu da o zavallı üst sınıfı tabiri caizse yerin dibine geçirir. Dilerseniz Buñuel filmografisini oluşturan her biri birbirinden değerli filmlerin affına sığınarak en sevdiğim beş tanesi üzerinden Buñuel sinemasının o büyülü dünyasına yakından bakalım.

1)Le Charme Discret De La Bourgeoisie-1972


Buñuel, Le Charme Discret De La Bourgeoisie’de burjuvazi ile tam olarak dalga geçer. Onların en basit ihtiyaçları olan ve ellerindeki bol miktarda para ile halledebilecekleri yemek yemeyi bile başaramadıkları bir duruma anlatır. Evet, Buñuel, asla filmindeki bu zavallı karakterlere ağız tadıyla bir yemek yedirmeyecektir. Bu çok basit olgu üzerinden yürüyen film, burjuvazinin bütün gizil dürtülerini açık eder. Rüya içinde rüyadan oluşan film, kamera oyunları ya da müzik kullanmadan tam anlamıyla hikâyesine odaklanarak, derdini açık etmek ister. Ortam seslerini çok akıllıca kullanan Buñuel, klasik bir filmdeki formülü de uygulamaz; tüm belirsizlikler açığa kavuşmadan öylece kalır. Zaten Buñuel’i bu kadar büyük yapan da bu değil midir?


2) El Ángel Exterminador-1962


Buñuel’in bana kalırsa Le Charme Discret De La Bourgeoisie ile en çok akrabalığının olduğu film El Ángel Exterminador’dir. Zira bu filmde de burjuvazimiz her zamanki gibi görkemli partilerinden birin dedir ama büyük bir sükse ile girdikleri mekândan bir türlü çıkamayacak ve tam anlamıyla rezil duruma düşeceklerdir. Gecenin ilk saatlerinde her taraflarından nezaket akan insanların evden nedensiz bir şekilde çıkamamalarından sonra her birinin maskesini düşürdüğüne, olabildiğince çirkinleştiğine hayretler içerisinde şahit oluruz. Buñuel’in yapmak istediği de tam olarak budur zaten. Yönetmen, evdeki her bir kişiyi zirve noktasında bize tanıtarak ilerleyen zaman zarfında hepsini tek tek uçurumdan aşağı bırakır. Seyirci ise filmin sonunda en derinlerde sefil bir halde çırpınan insanlara tiksinerek bakar sadece. Zira Buñuel, bir insanın ne kadar çirkinleşebileceğinin resmini muhteşem bir ustalıkla çizer.

https://www.youtube.com/watch?v=WY53StuI-7o


3) Belle De Jour-1967


Buñuel, bu kez de varlıklı bir kadının normal şartlarda yokluk içerisinde yaşanabilecek bir durumu arzulamasını odağına alır. Kocasıyla Séverine, gündüzleri işteyken ise Belle de Jour ismiyle tanıdığımız kadın, kendisini seven bir koca, rahat bir hayata sahiptir. Ne var ki bu konforlu hayatı yaşayan çoğu üst sınıf mensubu gibi elindekilerle yetinmeyerek tatminsizlik yaşar Séverine. Kocası ile ilişkiye bile giremezken tanımadığı insanlarla gündüzleri bir randevu evinde fahişelik yapar gündüz güzelimiz. Burjuva sınıfını yine hem de çok daha ince bir çizgiden eleştiren bu film Venedik Film Festivali’nde de Altın Aslan ödülüne layık görülür.

                                                

4) Cet obscur objet du désir-1977


Buñuel’in son filminde olan Cet obscur objet du désir bu kez de burjuva sınıfından birinin doyurulamayan, doyurulamayacak cinsel isteğine şahit oluruz. Mathieu, yaşına başına bakmadan-parası vardır ya gerisi önemli değildir ne de olsa- genç bir kıza âşık olur. Fakat yönetmenimiz bu doyumsuz, etik davranışlardan yoksun, kendilerinde her şeyi yapma hakkı gören küstah sınıfın isteklerini elbette yerine getirmez. Tabiri caizse Mathieu ile ve onun şahsında tüm paralı kart horozlara gününü gösterir. Böylelikle Cet obscur objet du désir ile daha önce paralarıyla bile yemek yiyemeyen, asla özgür olamayan, mutlu olamayan burjuvaziye cinselliğini yaşayamayanı da ekler. Arzu olarak ortaya koyulan kadın sürekli değişken bir ruh hali çizdiğinden dolayı Mathieu amacına ulaşamaz. Buñuel, kadının bu değişken halini belirginleştirmek için iki farklı oyuncu kullanır. Anlayacağınız Buñuel, son filminde bile sinema dünyasına yenilikler kazandırmaya, hala ilk günkü heyecanını katmaya devam eder.


5) Un Chien Andalou-1929


Ünlü İspanyol ressam Salvador Dali ile Luis Buñuel’in gördükleri rüyalardan yola çıkarak çektikleri bir kısa film olan Un Chien Andalou, deneysel sinemanın ilk örneği olarak kabul edilir. Dali ve Buñuel’in aynı zamanda oynadıkları film, sinemadaki sürrealizmin tam karşılığı bir yapımdır. Tamamen tutarsız ve birbirine bağlantısız sahnelerden oluşan Un Chien Andalou, ustura ile bir kadının gözünün kesilme sahnesiyle tüm zamanların hala en ilginç filmi olma unvanını taşımaktadır.



23 Şubat 2016 Salı

Love: Ben Artık Aşkı Dinlemek Değil Hissetmek İstiyorum


 Bugüne kadar dört tane uzun metraj filme imza atan Gaspar Noé, her yapımıyla olay yaratmıştır. Sinemanın aykırı yönetmenlerinden biri olan Noé, ilk filminden bu yana tehlikeli sularda yüzmeyi tercih eder. Ensest ilişkiden tecavüze, uyuşturucu bağımlılığından şiddete, eşcinsellikten sekse, aldatılmaktan intikama kadar görmezden gelinen, dillendirilmeyen mevzuları kaşır. Çünkü bilir ki bu meseleler hayatın tam da içinden gerçeklerdir, olmamış gibi yaparak yaşanılan gerçekleri yok edemezsin. İşte bu nedenle tıpkı yeme, içme, uyku gibi doğal olan gerçekleri filmlerine sadece konuk etmekle kalmaz, adeta ameliyat masasına yatırarak detaylı bir operasyon gerçekleştirir. O yüzden de uyuşturucu kullanan birini izlerken onun beyninin her kıvrımında yaşanan değişikliği görür, tecavüz sahnesinde kesintisiz bir şekilde tam da burunlarının dibinden şahit oluruz.

Noé, son filminde de tarzından vazgeçmediği gibi cesaretini bir adım daha da arttırır. Bu kez aşkı ve sadakati odağına alan yönetmen, değindiği meseleyi anlatmak için sanat ve estetiğe sırtını yaslar. Evet, yanlış duymadınız, yönetmenin son filmi Love, sanıldığı ya da lanse edildiği gibi cinsellik ve seks üzerinden beslenen bir film değil asla. Love, olsa olsa her karesinde muhteşem görselliğe sahip resim tablolarını gördüğümüz ya da incelikle yazılmış şiirleri, titizlikle bestelenmiş müzikleri duyduğumuz bir sanat galerisidir.

Noé filminin türünü erotik melodram olarak adlandırır. Şimdi bunu duyan bazı seyircilerin: ‘’Bak işte, film erotikmiş.’’ dediğini duyar gibiyim. Peki, soruyorum size erotik denilince neden aklımıza kabul edilemeyecek bir durum geliyor? Filmin türünden çok o türü nasıl işlediğinin bir önemi olmalı değil mi? Çok daha muhafazakâr bir öpüşme sahnesi barındıran bir filmin birçok erotik filmden daha tahrik edici olduğunu kim inkâr edebilir… Love’da erotizm sadece bir araç olarak kullanılır. Filmin asıl meselesi değildir cinsellik. Ve bu aracı da öyle bir naiflikle kullanır ki, emin olun bakış açısı olarak sakat, değme filmden çok daha ahlakidir Love. Bir de olaya şu açıdan bakalım; Tarantino’nun filmlerinde de hep şiddet vardır değil mi? Peki, soruyorum size, Tarantino filmlerini izlediğinizde şiddete meyilli oluyor musunuz? Ya da kandan silahtan rahatsız oluyor musunuz? Cevap hayır değil mi? Neden? Çünkü Tarantino da şiddeti bir araç olarak kullanır ve onu seyirciğe muhteşem bir estetik ile sunar. Asıl derdi, anlatmak istediği şeyler ise toplumsal gerçeklerdir. İşte, Noé de aşkı, sadakati anlatmak için cinselliği bir araç olarak kullanan ama bunu yaparken de estetik sunum gerçekleştiren bir yönetmendir. Bu filmi gerçekten hissederek izleyen seyircilerin gözlerinde yaş biriktiğini de inkâr edemeyiz. O zaman Noé, melodramı da çok iyi kotarmış olmuyor mu? Noé, Love ile özellikle son sahnesinde izleyenleri gözyaşları içerisinde bırakacak kadar duygusal bir film yapmıştır. Hanginiz erotik bir filmde duygulanıp ağlarsınız? Bunu ancak Noé gibi türler arası muhteşem bir uyum yakalayabilen mimarlar yapabilir sanırım.

Film Electra ile Murphy arasında tutkulu bir aşkın yaşandığı sıralar başlar. Bu çılgın çiftimizin aşklarının merkezine on altılık çıtır Omi’yi dâhil etmeleriyle başlarda eğlenceli ve atraksiyon dolu hayatları planlanmayan gelişmelerle çatırdamaya evrilir. Ve bu noktadan sonra özellikle çoğu şey Murphy’nin kafasında dönmeye başlar. Murphy’nin pişmanlıkları, keşkeleri, sorgulayışları bitmek bilmez. Kimi zaman flasbacklerle kimi zaman Murphy’nin rüya ve hayalleriyle içinden çıkılmaz bir döngüye dönüşür hikâye. Electra’nın filmin ikinci yarısından sonra sadece anılar ve rüyalarda var olduğu ama çok daha fazla kendini hissettiren anlar yaşanır. Fiziki olarak gitmiş olan bir karakteri yönetmen o kadar yoğun bir şekilde seyirciye hissettirir ki adeta hepimiz Electra’yı kaybeden insan yığını gibi hissederiz kendimizi. Electra’nın gidişi yeni bir hayata yer açmaktır bir nevi. Filmin final sahnesinde gidenler, gelenler, gidenlerin yerine geçenler mükemmel bir şiirsellik ve görsellikle anlatılır. Aslında hayat ve aşk döngüsünün en güzel vücut bulmuş halidir filmin son sahnesi. Asla unutulmayacak anlardan biri olacaktır kuşkusuz.

Son olarak Noé’nin sinefil yanını da filme yansıttığını da söylemeden geçmemek gerek. Her filminde yaptığı gibi yine sinemaya minnettarlığını göstererek, yaptığı ufak dokunuşlarla saygı duruşunda bulunur. Bir kez daha yaptığı işi ne kadar sevdiğini ve önemsediğini gösterir. Bu sinemaya deliler gibi tutkun, cesaretli, asi adamın sanat müzesi kalibresindeki eserini izlemeyi ihmal etmeyin derim. En azından söylentilere değil kendi düşüncenize, duygularınıza şans vermelisiniz.


Mænd Og Høns: Ve Babamız Bizi Yarattı



1996 yılında kariyerine başlayan Anders Thomas Jensen, henüz ilk kısa filmi Ernst & Iyset ile Oscar heykelciğini kucaklamış bir isim. Bugüne kadar üç kısa, dört uzun metraj film yöneten Jensen, hepsinden de alnının akıyla çıkmayı başarır. Dördüncü uzun metrajı dâhil olmak üzere tümünde Mads Mikkelsen’i başrole koyan yönetmen, Danimarka’nın kuşkusuz en iyi aktörünü de arkasına alarak yoluna emin adımlarla devam etmekte. Zira yönetmenin filmografisi başarılarla dolu; her filmiyle çıtayı yükselten gidişatı dikkatlerden kaçacak gibi değil.

Yönetmenin ilk uzun metrajı Blinkende Iygter’de aksiyon-komedi tarzında çalışsa da son üç filminde yoluna komedi-dram türünde devam etmiştir. Jensen, filmlerinde birçok şeye takıntılıdır; sürekli aynı oyuncuları kullanması ve her filminde tavukların olması direk akla gelenlerdir. Filmlerinde kara mizah tercih eden Jensen, absürtlükten de oldukça beslenir. Aynı zamanda bu saçmalık dolu ama bir o kadar da anlamlı filmlerine felsefeyi de yedirmeyi ihmal etmeyerek ortaya gerçekten kıskanılası eserler çıkarır. De grønne slagtere’deki çılgın, vahşi ama bir o kadar da masum ve sevimli kasapları, Adams æbler’de ise elma ağacı ile sınanan hapisten yeni çıkmış bir Neo-Nazi’yi ve absürtlükte sınır tanımayan din adamını unutamamışken Jensen, bu kez de karşımıza birbirinden enteresan beş kardeşin sıra dışı, grotesk dünyalarına konuk etmekte bizleri.

Film babalarını kaybeden Gabriel ve Elias adlı iki kardeşin asıl babalarının başka biri olduğunu öğrenmeleri ile başlar. Birlikte babalarını bulmak için yola koyulan Gabriel ve Elias’ın diğer üç kardeşleriyle tanışmaları, tüm çılgınlıklara fazlasıyla konuksever davranan, bir saniye bile dur durak bilmeyecek anları başlatır.


Jensen, kardeşleri aynı çatı altında buluşturarak hikâyesini oldukça konsantre sınırlar içerisine yerleştirir. Terk edilmiş bir akıl hastanesinde geçen film, kullandığı mekânın muhteşemliği ile maça bir sıfır galip başlamaktadır zaten. Neredeyse tamamı tek mekânda geçen film sürprizli, renkli ve gizemli ortamı ile bile tek başına övgüyü hak ediyor diye düşünmeden edemiyor insan. Tıpkı ressamın öncelikle etkileyici bir manzara ya da model bulması gibi bir yönetmenin filmini çekeceği mekânı bulması o kadar önemli olmalı. İşte Jensen, bunu fazlasıyla başarmaktadır. Film, gizem ve merak yaratacağı her şeyi de bu mekânın içine yerleştirir. Filmin başlarında evin içine girmek için, daha sonra üst kattaki babanın odasına sonra bodruma son olarak da bodrumun duvarından gizli bölmeye geçmek için Gabriel ile birlikte mücadele veririz izleyici olarak. Jensen, o kadar incelikli dokumuştur ki senaryosunu, film bir an bile nefesini çabuk tüketip de soluklanma ihtiyacı hissetmez. Art arda sıraladığı çatışmaları filmi hep diri tutar. Filmin, her ne kadar üzerine kurduğu esas çatışma babanın sırlarına erişebilmek olsa da, amaca giden yollar asıl öyküyü doğurur. Her kuralın ihlal edilmesiyle açılan kapılar, tıpkı bir matruşka gibi açıldıkça çoğalıp, zenginleştirir film denen şenliği.

Filmin titizlikle oluşturduğu bir diğer şey ise karakterlerdir. Hem de tamı tamına yan rolleri saymazsak –ki yan karakterlerde çok renklidir- beş derinlikli karakter çıkar karşımıza. Kadın düşkünü Gregor, peynir oburu, mükemmel analizci Josef, şiddetin isim babası Franz, mastürbasyon bağımlısı, kaypak Elias ve aslında filmin en sıkıcı, renksiz ve normal karakteri Gabriel muhteşem beşli oluşturmaktalar. Yalnız, Gabriel karakterinin tüm hikâyeyi çözmek için katalizör görevi gördüğünü, filmin vazgeçilmez parçası olduğunu da söylemek gerek.  

Mænd Og Høns’ın en keyifli sahneleri ise felsefi konuşmaların yapıldığı anlar olmuştur benim için. Evrim teorisi ile ilgili ya da daha sonra Gabriel’in zoruyla okudukları İncil’deki pasajlar üzerine yapılan yorumlar tam anlamıyla olağanüstü. Bu bazen Josef ağzından dinlediğimiz uzun tiradlar tadından yenmez bir dinleti havasında ilerler. Bu ilkel koşullarda tıpkı Nuh’un gemisindeki gibi türlü hayvanlarıyla birlikte yaşayan masumluğu bozulmamış dört kardeş ile onları İncil okumaya ve medeni yaşamaya zorlayan Gabriel arasında yaşanan çekişme filminde vermek istediği meselenin bel kemiklerinden biri. Sürekli bilimsel kitaplar okuyan, tenis oynayan, uzun uzun felsefi konuşmalar yapan oldukça entelektüel karakterlerimiz, medeniyetin getirdiği diğer nezaket kurallarını pek de umursamazlar. Gabriel ise tıpkı ilkellikten medeniyete geçen tüm toplumların genetiği ile oynamak için dini kullanmaları gibi onları değiştirmeye çalışsa da elbette film buna izin vermeyecektir. Bu beş kardeşin heyecan verici maceralarını kaçırırsanız emin olun çok üzülürsünüz. Demedi demeyin.

 


 

Tangerine: Sunset Bulvarı’nda Sıradan Bir Gün



Sean Baker 2000 yılında çıktığı yönetmenlik yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. O günden bu yana çektiği beş uzun metraj filmi ile başarısını artarak devam ettirir. Özellikle 2012 yapımı Take Out filmi ile adını duyuran Baker, Amerikan bağımsız sinemasının önemli temsilcileri arasına gururla adını yazdırır.  Baker filmlerine hep kaybedenleri konuk eder; özellikle göçmenler ve fahişeler Baker’in filmlerinde vazgeçemediklerindendir. Filmlerinde eğildiği mevzular, yoğunlaştığı kesim ve en önemlisi de kullandığı tekniklerle her zaman festivallerinde görmekten kaçınmadığı bir isim olur. Son filmi Tangerine ile kariyerinin her açıdan en cesur ve elbette en başarılı işine imza atar. Yalnızca üç tane İphone 5s ile çektiği ve travestilerin hayatına konuk olduğu bu film, denediği yenilikler ve seyirciyi taşıdığı dünya olarak da tam bir zirveye taşınma işi olur.

Pink Flamingos, The Rocky Horror Show, Todo Sobre Mi Madre, Transamerica, Laurence Anyways ve son olarak çok yakında vizyona giren The Danish Girl trans hayatları odağına alan en önemli yapımlar olarak ilk akla gelenlerdir. Hatta The Danish Girl tarihin ilk transeksüeli Lili Elbe’nin hayatını perdeye yansıtan 2015’in en başarılı filmlerinden biridir. Bu filmlerin neredeyse çoğu da ya kültleşmiş ya da ödüllere boğulan yapımlar olmuştur. İşte bu oldukça başarılı filmlerin arasına Tangerine’de hiç kuşkusuz girmektedir.

Tangerine, Noel arifesinde hapisten çıkan Sin-Dee ve onun en yakın arkadaşı Alexandra’nın tabiri caizse gün boyu hiç durmadan koşturdukları bir günlerine şahit eder bizi. Bu iki karakterin yolları gün içerisinde zaman zaman çatallaşsa da genelde bir arada devam eder. İkilinin bazen yürüyüp bazen de koşturdukları yol hikayelerine Razmik’in hikâyesi de bir süre sonra eklemlenir. İki travesti bir de Amerika’da yaşayan evli Ermeni bir taksi şoförünün iç içe geçmiş hikayesi yer yer birbirleri ile çakışır. Bu hiç dur durak bilmeyen koşturmaya fahişeler, pezevenkler, sarhoşlar, yalnızlar da konuk olur. Hepsinin ortak paydası ise kaybeden olmalarıdır. Film boyunca aşık olduğu adam tarafından aldatılan Sin-Dee’ye mi, sanatını yaparken anlaşılamayan Alexandra’ya mı, farklı cinsel tercihleri olduğu için dışlanan Razmik’e mi yoksa fahişelik yaptığı evden bile atılan Dinah’a mı dertleneceğini bilememektesin seyirci olarak. Hepsinin bir çok insanın maalesef anlayamadığı tercihleri vardır. Ve tek istedikleri farklı olarak ama her insan gibi hayata tutunmaktır aslında.

Filmin aldatılmak üzerine-hem Chester’in Sin-Dee’yi hem de Razmik’in karısını- kurduğu çatışma aslında tüm hayatları boyunca dışlanıp, hor görülen, kaybetmeye mahkum bırakılan kesimin dertlerine değinmek için kullanılan bir araç sadece. Aldatılma mevzusu hikâyeye dahil olan karakterlerin hepsinin az ya da çok pandorasını açmak için kullanılır. Baker, öyle ya da böyle hikâyeye dâhil ettiği herkesi Donut Time adlı kafede buluşturarak filmin zirve noktasını yaşatır. Bu sahnede herkes birbiriyle yüzleşir, konuşur ama hiçbir şey sonuca ulaşmaz, hiçbir problem çözülemez. Zaten filmin böyle de bir derdi yoktur. Baker’in derdi sadece sorunları perdeye taşımaktır. Ki, bağımsız sinema da zaten bunu yapmaz mı?


Tangerine, Sunset Bulvarı’nı taksiyle, otobüsle, yürüyerek, koşturarak dolaştıran, bunu yaparken de kamerasını filmin başı hariç hiç sabitlemeyen bir film olur. Bu durmak bilmeyen, sürekli sallanan kamera, her zaman seyircilerine de bir film izliyormuş duygusunu hatırlatır. Asla seyirciyi bir masalın içine sokmaz. Turuncu ve sarı renklerin hakim olduğu film sıkıntılı duruma çok iyi uyum sağlar. Gerçek trans aktrislerin oyunculuğu da filmi çok daha başarılı kılar. Duygu sömürüsü yapmayan, odağına aldığı hayatları kesinlikle aşağılamayan hatta ve hatta tam olarak onların yanında durarak konuşan bir film Tangerine. Aynı zamanda bu yıl İf İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin takipçileri için yaptığı en büyük sürprizlerden biridir kuşkusuz. Ne diyeyim, şiddetle tavsiye etmekten başka.

Grandma: Büyükannem Çıldırmış Olmalı



Kariyerine gişe filmleriyle başlayan Paul Weitz, kısa bir süre sonra bağımsız filmler de çeker. Yönetmenin son filmi çok güçlü bir Amerikan bağımsızıdır. Son yıllarda bol bol örneklerini izlediğimiz bu prodüksiyon anlamında mütevazı fakat söyledikleriyle oldukça arsız bir film olan Grandma, yönetmenin filmografisinin kuşkusuz en iyisi.  Weitz, son filmi ile özgüvenini ve cesaretini toplayarak o kokuşmuş Hollywood ahlakçılığına tabiri caizse nanik yapar.

Film üç kuşağın hem kendilerini hem de birbirlerini tanımaları, bulmaları üzerinden gelişir. Büyükanne(Elle), anne (Olivia) ve torun (Sage) filmin omurgasını oluşturan üç öğedir. Film, bu omurganın çürümüş bağlantılarını bir nevi tamir etmeye çalışır. Tabii bunu yaparken daha çok büyükanne ve torunun beraberliğine şahit oluruz. Sage için geleceğe dair planlar yapmaya, kararlar vermeye başladığı yani ileriye baktığı bir süreç yaşanırken Elle için tam tersi bir durum yaşanır. Zira Elle, hayatının son dönemecinde torunu sayesinde geçmişine, pişmanlıklarına, özlemlerine bakar, bitirmediği hesaplaşmaları kapatır. Olivia ise bu içe ve dışa doğru sarmal olan ilişkinin denge unsurudur. Üç kadın karakterin öyküsü de birbirinden ilgi çekicidir, her karakterin hikâyede kayda değer bir yeri vardır. Fakat filmi götüren, neredeyse tüm yükü sırtlayan karakter büyükanne olur. Zaten bir gün bile sürmeyen bir yol hikâyesi diyebilirsek bu film için, işte o yol Sage için ama Elle’nin dünyasına yapılan bir yolculuk olur.


Grandma çatışmasını kürtaj parası bulmanın üzerine kurar. Kürtaj için gerekli olan 620 dolar bir türlü bulunamaz ve bu süreçte Elle’ye ait olan pandoranın kutusu açılır; Elle’nin herkesten sakladığı sırları, kendisinin bile hatırlamak istemeyeceği anıları gün yüzüne çıkar.  Bu süreçte asıl önemli olan ise Page’nin Elle’yi gerçek anlamda tanıması olur.  Film odağına kürtajı hatta toplumsal olarak kabul gören ya da görmeyen birçok olguyu alır. Kürtaj ile ilgili zor bir sınava sokar seyircileri Weitz. Kürtaj olmak doğru mudur? Kürtaj kararı anne ve babaya mı yoksa sadece anneye ait midir? En önemlisi ise böyle bir süreçte aile nasıl bir tutum içine girmelidir? Bu soruları sorarken elbette yönetmenin kafası gayet nettir. Zira Weitz, Elle üzerinden kendi bakış açısını yansıtır.  

Filmde Elle karakterini canlandıran Lily Tomlin tam anlamıyla döktürüyor. Zaten karakter olarak müthiş bir kadın olan Elle, o kadar iyi bir oyunculukla hayat buluyor ki beğenmemek imkânsız. Son yıllarda başarılı performanslarla izlediğimiz yaşlı oyuncular atakta resmen. Bu yılın filmlerinden 45 Years’da oynayan Charlotte Rampling, birkaç yıl önce Amour’da izlediğimiz Emmanuelle Riva unutulmaz performanslara imza atarak en iyiler arasına girdilerse işte Tomlin’in de yeri tam olarak orasıdır. Ramling ve Riva’nın Oscar’a aday gösterildiği gibi Tomlin de Altın Küre’ye aday olmuştur. Ne diyelim, umarız bu üretkenlikte sınır tanımayan kadınlardan ayrı kalmayız hiçbir zaman.


Grandma sınıf meselesine, aile ilişkilerine, dine, ahlaki değerlere ve daha nicesine değinir. Bunu yaparken de hafiften bir dokunuş değil aksine okkalı tokatlar indirir yönetmen. Sadece söylemek değil bağırmaktır Weitz’in yaptığı hem de avaz avaz. 

17 Şubat 2016 Çarşamba

Anders Thomas Jensen Sineması


Yönetmenlik kariyerine 1996 yılında çektiği De nye lejere adlı kısa filmi başlayan Anders Thomas Jensen, aynı zamanda senaristlik ve oyunculuk da yapmaktadır. Henüz üçüncü kısa metraj filmi Valgaften ile Oscar’da En İyi Film ödülünü alan Jensen, bu ödül sonrası uzun metraj filmini çekmek için gereken cesareti bulur. Danimarkalı yönetmen kısa filmleri de dâhil olmak üzere aynı oyuncularla çalışarak, genel olarak benzer türlerde gezinerek ve en önemlisi ise takıntılı olduğu mevzuları her filmine başarılı şekilde yedirerek tipik bir Jensen filmografisi oluşturmuştur. Jensen’in eğer bir filmini izlemişseniz zaten kontrolsüz bir şekilde kendinizi diğerlerini izlerken bulmanız ve her seferinde de daha çok mest olmamanız işten bile değil. Filmlerinde kullandığı mistik mekânlardan, her filminde sürekli tıkınan bir karakterden, dinin hedef tahtasına oturtulmasından ve tavuk gibi daha birçok takıntılı olduğu şeyler vardır Jensen’in sinemasında. Genelde kara mizah çizgisinde var olan filmlerinde bilimi, felsefeyi ve tabii ki dini yerleştirme şekli tam olarak bir başarıdır. Jensen’e başarıyı getiren bu filmleri kısaca hatırlayacak olursak…


1) Mænd & Høns
-2015


Hızlı başladığı uzun metraj yönetmenlik kariyerine on yıl ara verdikten sonra sanki hiçbir şey olmamışçasına aynı ekip, aynı tür ve tabii ki aynı ruhla çıkagelir Jensen.  15. İf İstanbul Bağımsız Filmler Festivali seçkisinde bulunan Mænd & Høns, yönetmenin meslekte piştiği ve tarzını iyice oturttuğu yapım olarak filmografisinin üst sırasına yerleşmekte bana kalırsa. Birbirinden enteresan beşkardeşi aynı evin içerisine yerleştirerek ortaya koyduğu gizemi çözdürmeye çalışan yönetmen, yarattığı karakterler ve kurduğu dramatizasyon ile övgülere boğulası bir film. Özellikle Josef’den dinlediğimiz uzun felsefi ve bilimsel açıklamalar, İncil’deki ayetlerin analizlerini dinlediğimiz sahneler tam anlamıyla mükemmel. Tıpkı bir Nuh’un gemisi misali olan evde türlere, türler arası geçişe ve hayata dair söyledikleriyle izlenilesi bir film Mænd & Høns.


2) Adams Æebler-2005


Yine ağırlıklı olarak tek mekânda geçen film bu kez de kendine bir kiliseyi mesken edinir. Kiliseyi toplumun cehalet zamanlarını yaşayan toprakların bir alegorisi, rahibi ise İsa metaforu olarak düşünülmesi gerektiğini söylemek gerek. Zaten rahip İvan’ı dikkatli bir şekilde takip ederseniz tipik bir İsa figürü çizdiğini hemen fark edersiniz. Jensen, Adams Æebler’da İvan üzerinden Hristiyanlığı, Khalid üzerinden İslamiyeti, Adam üzerinden de Nazileri eleştiri oklarına tabi tutar. Ve en önemlisi ise tüm bunları yaparken kara mizahı başarı ile filmine yedirir. Absürtlüğün din eleştirisi üzerine giydirildiği sahneler ile film, büyük laflar söyleyen, üstenci yapımlara hiciv nasıl yapılır dersi verir bir nevi.


3) De Grønne Slagtere-2003


Arkadaş olan Swen ile Bjarne’nin birlikte açtıkları kasap dükkânında planlanmadan gelişen olaylar filmi tam bir korku türüne taşıyacak düzeydedir. Fakat Jensen, filminde yine absürtlüğü o kadar başarılı yerleştirir ki seyirciye mükemmel bir kara komedi sunar. Jensen’in zıtlıklar üzerinden en çok beslendiği film, bunu da başarı haznesine yazdırır. İnsanları öldürerek etlerini satan Swen ve havyansever, vegan Eigil çatışmanın iki ucu iken Bjarne de ikisi arasındaki denge unsuru görevini görür. Filmin en büyük hamlesi ise insanın kanını donduracak denli büyük bir meseleyi ince bir ayrıntı ile halletmesidir. Bu sahnede seyirci olarak hayretler içerisinde kalmamamız mümkün değildir. Bu da başarının en büyük ispatı değil de nedir?


4) Blinkende lygter-2000


Jensen’in ilk uzun metrajı Blinkende lygter, kendisine müthiş uyum sağlayan absürtlük zırhını üzerine henüz geçirmediği bir film. Daha çok macera-aksiyon türünde ilerleyen film, yine de bir Jensen yapımı sonuçta. Zira yine tek mekanda geçen film karakterlerini bir alana hapsederek üstesinden gelmesi gereken çatışmayı da müthiş kurar. Yüklü bir para ile sırra kadem basan ekibimiz, hayallerini gerçekleştirme çabasına girer. Filmin başında gangster bozuntusu havalarında gördüğümüz karakterlerin hepsinin çocukluğuna inerek travmalarına şahit ediliriz. Blinkende lygter, bu önemsiz adamların nasıl da hayatta önemli hale gelebileceklerini gösterir.


5) Valgaften-1999


Oscar’da En İyi Kısa Film ödülünü alan Valgaften, bize dair çok şeyler barındıran bir filmdir. Zira film Türk ve Müslüman muhabbetini çok geçiren, arka fonda bizim ezgilerimizin duyulduğu ama en önemlisi ise kapanışı Ankaralı Turgut’un parçası ile yapan bir yapım. Hiç durmadan konuşulan ve hepsinin de şovenizm üzerinden ilerlediği bir film Valgaften. Son anda oy kullanmaya yetişmeye çalışan karakterimizin dinledikleri karşısında önce isyan etmesi sonra ise her şeyin anlamsız olduğunu anlaması on bir dakika gibi kısıtlı bir zamanda oldukça inandırıcı bir şekilde anlatılır. Jensen, ırk ve ulus kavramını, milliyetçiliğin nasıl algılandığını sorgulayan eşsiz bir filme imza atmıştır.



O AN : Amour



Michael Haneke, kendi deyimiyle ‘’Kimsenin kolayca, içi rahat seyredemeyeceği’’ filmler yapan, üst-orta sınıf ile problemleri olan bir yönetmendir. Filmografisinin ilk filminden itibaren hiçbir şekilde irtifa kaybetmez. Arı kovanına çomak sokar gibi burjuvazinin hayatının tam orta yerine kamerasını konumlandırır. Zira onların iznine de ihtiyacı yoktur, istediği gibi bu zavallı hayatları ifşa etme hakkını kendinde ziyadesiyle görür. Haneke son filmi Amour’da bugüne kadar hedef haline getirdiği sınıftan hayatlarının son baharını yaşayan bir çifti kadrajına alır. Bu tek mekânda geçen ve şiddetin aslında reel olarak yaşanmadığı film, izleyici üzerinde en derin izler bırakan, hazmedilmesi en zor filmidir. Şimdi dilerseniz Amour’un yüreklere bıçak gibi saplanan, insanın kanını donduran, Georges’in hayatının en önemli kararını uyguladığı anlara doğru uzanalım.

Sahne Georges’in, Anne’nin inleme seslerini duyarak odaya girmesi ile başlar. Daha bu andan yani Georges’in yürüyüşünden, yüzündeki anlamı görünce bile seyirci olarak boğazımız düğümlenir. Yol arkadaşı Anne, acı çekerek yavaş yavaş ölmektedir ve George’nin elinden hiç bir şey gelmez. George, Anne’ye ne olduğunu sorar, bezini kontrol eder. Daha sonra spesifik bir problemin olmadığını anlayarak Anne’nin yatağının ucuna ilişir. Ellerini eline alarak tıpkı bir babanın hasta kızını uyutmak için ona masal anlatması gibi çocukken yaşadığı kötü bir hatırasını anlatmaya başlar. Her ne kadar Anne ilk anlarda inlemeye devam etse de sonrasında susarak ve bizim gibi o da anlatılanların rüzgârına kaptırır kendini. Georges, Anne’nin yatağına oturduğundan beri kamera aynı yerde mıhlanmış durumdadır. Asla sahnenin sonuna kadar da kıpırdamayacaktır. Ne bir müzik ne de alçalıp yükselen bir anlatıcı sesi vardır. Haneke, bu sahnede kamerasını uygun yere yerleştirerek yönetmenlik koltuğundan bir süre firar etmiştir. Zira bu sahnenin yükü tamamıyla Georges’in omuzlarındadır. Jean-Louis Trintignant’ın usta oyunculuğunun konuştuğu, başka da hiçbir şeyin öneminin olmadığı anlardır yaşananlar. Georges’in anlattıkları öncesinde öylesine bir anı olarak gelse de kulak verdiğimizde Georges’in hayatına giren ilk önemli kadının yani annesinin onun için önemini ve ondan ayrı kalmanın kendisine yaşattığı acıyı anlatması açısından önemlidir. Zira Georges, şimdi de annesi kadar onun için önemli olan hayat arkadaşından ayrı kalmak üzeredir. Ve artık bu acıyı yaşayacak ne hali ne de gücü kalmıştır. Sevdiği kadının gözlerinin önünde acı çekmesine dayanamamaktadır. Anne’nin yaşadığı acıları dindirmek için elinden hiçbir şeyin gelmemesi artık onu tüketmiştir. Tanrı bu acıyı verdiyse bile acının son bulması için onun kararını beklemeye gerek yoktur. Haneke karakterlerini özellikle de Der Siebente Kontinent filminden tanırız; istedikleri anda anlamsız buldukları kendi hayatlarını sonlandırabilirler. İşte Georges de artık tıpkı anlattığı anısında olduğu gibi güneşin olmadığı sadece yıldızların gözüktüğü bu hayatları daha fazla sürdürmenin anlamının kalmadığını düşünür. Hikayeyi dinlerken uykuya dalan Anne, çok kısa bir süre sonra Georges, daha doğrusu ölüm meleği tarafından yüzüne bastırılan yastığın onu oksijensiz bırakmasıyla tekrar uyanır. Lakin bu kez bağırma ya da inleme seslerini duymayız. Tek şahit olduğumuz Anne’nin ayaklarını hareket ettirerek çırpınması olur. O zayıf vücudu ile bir süre direnen Anne sonsuzluğa gitmemekte çok da ısrarcı olmaz. Sevdiğine karşı son ama en zor görevini yerine getiren Georges’i ise ekranda yorgun ve yıkılmış bir şekilde bırakırız.



The Danish Girl: Benim Bedenim Benim Hayatım


Kariyerinde çok fazla filme sahip olmayan Tom Hooper, 2010 yılında çektiği The King’s Speech ile henüz üçüncü filminde zirveyi görmüştü. Oscar’da En İyi Film Ödülü olmak üzere birçok festivalde sayısız ödül alan The King’s Speech’den sonraki filmi Les Misérables ile de başarısını devam ettiren Hooper, daha ne yapabilir ki diye düşünenlere The Danish Girl gibi yine muhteşem bir yapımla cevap verdi.

Bu kez tarihin ilk transeksüeli olan Lili Elbe’nin hayatını perdeye taşıyan Tom Hooper, gerçek hayat hikâyelerini filme aktarmak konusundaki iddiasını devam ettirdiğini ispatlama niyetinde. Hooper, daha önce İngiliz Kraliyet ailesinden VI.George’nin kekemeliği yenme sürecine odaklanan bir filmde ne kadar samimiyse yine aynı derecede içten davranır son filminde de. Zira oldukça hassas bir meseleyi bünyesinde barındıran Lili Elbe’nin hayatını anlatırken aksi bir durumun yaşanması çok büyük talihsizlik olurdu değil mi?  David Ebershoff’un 2000 tarihli Lili Elbe’yi anlatan romanından uyarlanan The Danish Girl için büyük oranda gerçeğe bağlı kalan bir film diyebiliriz.

Film, Elbe’nin transeksüel olmadan önceki hayatında başlar. Einar’ın evliliğinde de kariyerinde de oldukça mutlu ve verimli olduğu yıllardır. Einar karısının resimleri için kadın kıyafetleri giyerek poz vermeleri sırasında bedeninde daha baskın olan kadını hisseder. Ve bu hisler sonrasında Einar’ın transeksüel hayatını tüm önemli dönemeçlerini adımlayarak takip eder film. Einar’ın Lili’ye dönüşme sürecini, Lili olma kararını oldukça sağlam temellendirir. Filmin hiçbir anında bu söylediğinin ya da yaptığının temeli nedir sorusunu sorma gereği duymaz seyirci. Zira Hooper bir süre sonra söylediklerinin altını incelikle doldurur. Lili’nin traseksüel olma sürecinde o dönemki transeksüellerin durumunu ya da toplum içerisindeki konumlarını ise pek göremeyiz. Film boyunca gördüğümüz tek transeksüel Lili’dir. Belki film ile ilgili yapılabilecek nadir eleştirilerden biri bu olabilir. Çünkü film Lili’nin hikâyesini kapalı bir sınır içerisinde anlatır sanki. Zaten çok az olan dışarı çekimlerinde de başka translar görmeyiz. Lili de hiç kendisi gibi translarla bir araya gelmez, böyle bir arayış içerisine girmez. Zira bu dönüşüm sürecinde en büyük dostu, sırdaşı yine karısı Gerda Gottlieb olur. Lakin The Danish Girl, o dönemde Danimarka’ da tıbbın transeksüelliğe bakışını çok iyi verir. Translığın bir sapkınlık ya da şizofreni olarak görüldüğünü üstüne basa basa anlatır Hooper.

The Danish Girl elbette tam bir proje filmdir. Üstelik Hooper son üç filminde yaptığı gibi bunu da Oscar için yapmıştır. Akademinin sevdiği ne varsa fazlasıyla uygular. İlk olarak Hooper, oyuncu seçiminde zaten ayağını sağlam basar; başrolü geçen yıl en iyi erkek oyuncu dalında ödülü kucaklayan Eddie Redmayne’ye emanet ederek en büyük hamlesini yapmıştır. Redmayne, The Theory Everything’deki performansı ile vücut deformasyonu olan bir rolün altından gayet başarılı kalktığını göstermişti. Erkek vücudunda kadın gibi davranmanın zorluğunu da ancak Redmayne gibi ustalıklı bir oyuncu başarabilirdi. Filmin bir diğer Oscar’lık yönü ise hikâyeyi ağdalı bir dille anlatmasıdır. Bu da Akademi’yi tam kalbinden vurabilecek bir hareket elbette. Belki tarihin ilk transeksüelinin hikâyesi bağımsız bir yapım tarafından çok daha naif anlatılabilirdi bilemeyiz.

The Danish Girl, Hooper’in oldukça sıra dışı kamera kullanımıyla farklı bir seyir zevki sunar. Hooper, kamerasıyla bir çocuğun oyuncağı ile çok farklı şekillerde oynaması gibi oynar sürekli. Kimi zaman olanları gizli bir köşeden ya da ufak bir aralıktan gözlüyormuşçasına yaparken hemen arkasından geniş ekran çekimi getirerek adeta seyirciye şok etkisi yaşatır. 1900’lü yıllarda yaşanan hikâye için seçilen mekânlar tam anlamıyla muhteşemdir. İnsanın dilini uçuklatacak denli büyüleyici binalar, eşyalar filmin görüntü ve sanat yönetiminin ustalığıyla resmen bir ziyafet sunmaktadır seyirciye. İlmik ilmik dokunmuş senaryosu, zaman atlamalarını başarılı kılan kurgusu ile takdiri hak eden bir yapım  The Dansih Girl.


Yorgos Lanthimos Sineması

1973 Yunanistan doğumlu Yorgos Lanthimos, reklam, video sonrasında ise oyun yöneterek yolunu adımlamaya başlar. Son filmi The Lobster’a kadar ülkesinde yoluna devam eden Lanthimos, kuşkusuz en saf filmlerine burada imza atmıştır. Lanthimos, vatandaşı Theo Angelepoulos gibi sistemin çarkına takılmamak için çok fazla mücadele vermeyerek henüz beşinci filmini İngiltere’de çeker. Her ne kadar malzeme değişse de hala yapan eller aynı olduğu için kurabiyesi çok lezzetlidir. Ama tadında, bir şeylerin eksik olduğunu hangimiz inkâr edebiliriz. Öyle değil mi?

Söylentilere göre yeni filmi de yolda olan Lanthimos’un bu kez o dispotik dünyasını geçmişe götürmekteymiş. Bir dönem filminde Lanthimos’un o muhteşem dispotik dünyasının nasıl bir bütün oluşturacağını merak etmemek imkânsız sanırım. Yeni yapımının İngiltere kraliçelerinden Queen Anne’nin hayatına odaklanan The Favorite isminde bir film olacağını söyleyerek şöyle geriye doğru uzanalım.


1)Kynodontas-2009


Oscar’da yabancı dilde en iyi filme aday olan Kynodontas, kuşkusuz yönetmenin filmografisinin en iyisidir. Her yönetmenin bir zirve noktası vardır. Önce o zirveye tırmanır sonra da her ne kadar daha yükseğe çıkmaya çalışsan da en fazla çevresinde dolanır ya da tekrar aşağı inersin. İşte Lanthimos’un zirvesi Kynodontos’dur. Üç tane çocuğu ile yaşayan bir ailenin evine konuk olduğumuz film, tıpkı evde yaşayan üç yetişkin çocuk gibi bizi de pek dış dünya ile karşı karşıya getirmez. Evet, evdeki üç çocuk bugüne kadar asla dışarı çıkmamıştır. Filmin isminden de anlaşılacağı gibi ancak köpek dişleri düştüğünde dış dünyaya adım atacakları söylenmiştir onlara. Çok büyük bir merakla o günün gelmesini bekleyen çocuklara tüm nesnelerin isimleri de ters bir dille öğretilmiştir. Lanthimos’un yarattığı alternatif dünyalarda her şeyi ters yüz ettiğini bildiğimiz için bu olay da hiç şaşırtıcı gelmez elbette.  Lanthimos’un tartışmasız en sert filmi olan Kynodontas’ı izlerken sağlam bir sinir sistemine sahip olmanız gerektiğini eklemek isterim.


2)The Lobster-2015


Yönetmenin Yunanistan dışında çektiği ve tüm dünya tarafından tanındığı, ödüllere boğulduğu film olan The Lobster, yaşayabilmek için iyi bir eş olabilmenin ya da asla eş olmamanın zorunlu olduğu bir distopya çizer. İki bölümden oluşan filmin ilk yarısı ya 45 gün içerisinde kendine uygun bir eş bulacağın ya da istediğin hayvana dönüştürüleceğin bir otelde, ikinci yarısı ise eş olmanın yasak olduğu bir ormanda geçmektedir. Filmde öncesinde devletin sonrasında ise ona karşı mücadele veren illegal oluşumun faşizmine tanık oluruz. Film bir yandan bu kadar sert ve eleştirel olsa da bir yandan da mizah yönünden oldukça zengindir. İnsanın tüylerini diken diken eden bir sahne de seyircisini kahkahayla güldürmekten çekinmeyecek kadar da egolarından sıyrılmış olduğunu gösterir Lanthimos. Lanthimos’un sistemi karşısına alıp da ona arsız bir çocuk gibi türlü komiklikler yaptığı The Lobster onun tüm işleyişini eleştirir böylece.

 


3)Alpeis-2011


Lanthimos, Kynodontas’dan sonra da absürtlükte sınır tanımadan yoluna devam eder Alpeis ile. Bu kez de ölen kişilerin para ile yerlerine geçerek yakınlarının hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ettirmelerini sağlayan insanların yaşamına uzatır kamerasını. Bir süre sonra fazlasıyla sistematik bir şekilde ilerleyen işleyiş kendini yaptığı işe fazla kaptıran birinin ayak diremesiyle bozulmaya başlar.  Alpeis filminde bir süre sonra yardımcı olanlar mı yoksa yardıma ihtiyacı olanlar mı daha zavallı, birbirine karışır. Her şeyin ters yüz olduğu filmde popüler kültürün kişileri sıradanlaştırmasına ve birey olarak toplumdaki yerlerimizin aslında ne kadar da vasıfsız olduğuna da şahit oluruz.


4-Kinetta-2005


Aynı otelde  üç karakterin yollarının kesişmesinin hikâyesi olan Kinetta, neredeyse hiç diyalog barındırmaz. Bu farklı farklı takıntıları olan üç karakteri tek başlarına ya da bir aradayken takip ettiğimiz filmde fonda Yunan şarkıları neredeyse hiç susmaz. Bir nevi diyalogların yerini müzik alır. Lanthimos’un son üç filminde yaratacağı alternatif evreni tam olarak oluşturamadığı ama alıştırmalar yaptığı bir film diyebiliriz Kinetta için. Yönetmenin tek başına çektiği ilk film olması nedeniyle önem arz ettiği ama henüz yönetmen gözünün toy olduğu bir gerçek.


5- O kalyteros mou filos-2001


Lanthimos’un, Lakis Lazapoulos ile birlikte çektiği ilk filmi, diğer filmleriyle neredeyse hiç akrabalık taşımayan bir romantik komedidir. Ülkemizde yönetmenin bu filmi neredeyse hiç bilinmemektedir. Gerçi bir ortaklık filmi olduğu için bilinmemesi ya da Lanthimos ile özdeşleştirilmemesi haklı bir durum. Yine de ilk uzun metraj deneyimi olduğundan dolayı filmi anmak gerektiğini düşünmekteyim.


O AN: The Tribe


Sessizliğin Ortasında


Ukraynalı Miroslav Slaboshpitsky’nin ilk uzun metraj filmi The Tribe’i 14. İf İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde izleme şansı bulmuştuk. Oldukça ekstrem bir film olan The Tribe, sağır ve dilsizlerin dünyasına konuk etmektedir bizi. Film boyunca ne bir konuşma ne de altyazı vardır. Tamamen işaret dilinin kullanıldığı filmde tek bir sahne hariç sadece ortam seslerini duyarız. Zaten korkunç bir sessizliğin hüküm sürdüğü filmde duyulan ortam sesleri bile başlı başına oldukça huzursuz edicidir. Bir de bu gerilim yaratan ortam seslerine, kürtaj sahnesinde duyduğumuz çığlıklar eklenince resmen insanın kanı donar. Sinemada izlediğimiz en rahatsız edici kürtaj anlarını barındıran sahneye yakından bakacak olursak…

Yaklaşık yedi dakika boyunca tek plan ilerleyen bu sahne kürtaj yapacak kadının operasyon için hazırlıkları ile başlar. Ve hazırlıkları bitirene kadar bu melun kadını, kamera hiç kesintisiz bir şekilde takip eder. Kadının hareketleri o kadar keskin ve kendinden emindir ki, bu bıçak sırtı gibi her hamlesi seyircinin kafasına inen sistematik darbeler misali rahatsız edicidir. Banyoda onu bekleyen müşterisinin –para kazanacağı işin bir parçası olması dışında kızın onun için hiçbir anlamı yoktur-  ayağına operasyon için geçirdiği iplik bir nevi bizim boğazımıza, ellerimize, ayaklarımıza geçer. Zaten kafamıza inen darbelerden serseme dönmüş izleyici her bir yanından esaret altına da alınmış olur böylece. Tüm hazırlığını bitiren kadın hazırladığı cephaneliğinin yanına oturarak kasaplığına (çağ dışı koşullardaki operasyonuna) başlar. Zaten fazlasıyla tedirgin olan kızımız derin nefes alış verişleriyle bizim de tedirginliğimizi arttırır. Üstelik tedirginliğimizin artması zaten onun gibi kapana kısılmış bizleri daha da gerer. Daha öncesinde sürekli odadan odaya kadının arkasından koşturan kamera şimdi de inadına hareketsizdir; yönetmen kamerayı banyonun girişine operasyonu yandan görüntüleyecek şekilde mıhlamıştır. Bu daracık banyoda hareketsiz kamera, yaşanılanların yükünü bir kat daha arttırır. İçeride elimiz kolumuz bağlı, hapsedilmiş bir şekilde operasyonu izleriz. Kamera kafamızı başka bir yöne çevirmemize bile müsaade etmez. Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi acısını kelimelere dökemeyen bir insanın haykırışları, iç çekişleri eklenir. Bu sesler konuşabilen birininkinden çok daha etkilidir. Zira o acı anında tüm söylenecek sözler feryat halinde dökülür sadece. Film boyunca insandan duyup duyacağımız tek ses olan bu çığlıklar hayatımız boyunca duyacağımız en acıklı seslerin toplamından bile daha büyük etki bırakır izleyende. Ağlama sesine paralel olarak duyduğumuz diğer bir ses ise musluktan akıntı yapan suyun sesidir. Bu bozuk musluk, boyaları dökülmüş duvarlar, köhnemiş banyo yaşanılan ülkenin bir alegorisidir aslında. Her şey çürümektedir ve böyle bir ülkede yaşama umudu kalmayan anne adayı, gelecek yeni hayata engel olur tüm acısına rağmen. Son olarak ekranda gördüğümüz ağlayan kadın, hafızalarda can çekişen ülkenin geleceğinden umudunu kesmiş olduğunun göstergesi olarak yer eder.


3 Şubat 2016 Çarşamba

Ethan Coen ve Joel Coen Sineması


Sinemanın en uzun soluklu yönetmen çiftlerinden biri Coen Kardeşler’dir. Kariyerlerine 1984 yılında Blood Simple filmiyle başlayan kardeşler iki üç yıl arayla sinemamıza birbirinden başarılı yapımlar armağan ederler. Filmlerinde Ethan’ın daha çok senaristlik, Joel’in yönetmenlik yaptığı kariyerlerinde auteurliğin en önemli temsilcilerinden biri olurlar. Kara film, kara mizah ve western türlerine önemli eserler miras bırakan Coenler, çocuk yaşta super8 kamerasıyla ile başladıkları macerada epey yol almışlardır.

1)The Big Lebowski-1998


Genelde filmlerinde ağırlığı tek bir kişiye yüklemeyip çok karakterli filmler yapan Coenler,  özellikle The Big Lebowski’de sinema tarihine iki unutulmaz karakter armağan ederler. Tam anlamıyla bir loser olan Dude (Jeff Bridges) ve Vietnam savaşının etkisinden kurtulamamış, biraz şovenist, politik doğrucu Walter Sobchak (John Goodman) kolay kolay yaratılamayacak karakterlerdir. Dude ve Walter’ın başrolü birlikte omuzladıkları filmde başlarına gelenler ya da başlarına getirdikleri birbirinden absürd maceralar seyirciye enfes bir ziyafet sunar.  Film, kendini ciddiye alan, mühim meseleler söylemeye çalışıp da iki kelimeyi bir araya getiremeyen yapımların yanında önemli olanın büyükmüş gibi yapmak olmadığını asıl meselenin samimiyet olduğunu öyle güzel anlatır ki… Filmin en başında Dude’nin uzun bir süre sadece gevezelik yapması (iç ses olarak) daha ilk andan hayatı o kadar da ciddiye almayın ve kemerlerinizi gevşetip bu filmi öyle izleyin demektedir bir nevi.


2)Barton Fınk-1991


Barton Fink yine hayran olunası iki karakteri odağına alan filmlerden biridir. Barton Fink (John Turturno) ve Charlie Meadows (John Goodman) yolları bir otel odasında kesişen birbirinden renkli iki karakterdir. Birlikte performanslarına şahit olduğumuz sahneler kuşkusuz filmin en nefis anları olur. Üretim sıkıntısı yaşayan yazar Fink ile kiralık katil Charlie’nin sohbet ettikleri (edemedikleri) sahneler oldukça ironiktir. Zira Fink, Charlie’i hiç konuşturmaz hep kendi konuşur. Fink konuştuğunda da Charlie onu pek dinlemez. Lakin bu anlaşılmaz ikili bir araya gelmekten de asla vazgeçmezler. Coenlerin sinema sektörüne pabuç gibi dillerini gösterdikleri film, eleştirilmesi gereken ne varsa söyleyip, eteğindeki taşları döker. Çoğu zaman sesler üzerinden gerilim yaratan film, asıl çatışmasını hiç açılmayacak bir kutu üzerinden muhteşem bir ustalıkla kurar. Gerçekle rüya arasında sıkışıp kaldığımız Barton Fink, iki saatlik muhteşem bir gösteri sunmaktadır izleyicilerine.


3)Fargo-1996


Gerçek bir hayat hikâyesinden beyazperdeye uyarlanan Fargo, aynı zamanda Oscar tarafından da ciddiye alınmış bir filmdir. Coenler’in en unutulmaz film noir yapımına imza attıkları Fargo, türe özgün dokunuşlarda yapar; kasvetli ortamlarda geçen film noir türü, beyazlar içerisinde aydınlık bir ortama konuk olmuştur. İşgüzar Jerry karakterinin içinde bulunduğu sıkıntıdan çıkmak için güya incelikle hazırladığı planı eline yüzüne bulaştırması üzerinden ilerler film. Barton Fink’te nasıl hiç açılmayan bir kutu aklımızda kalırsa bu filmde de hiç harcanmayacak paralar içimize dert olur. Masumiyeti simgeleyen karlar üzerinde işlenen cinayetler tertemiz şehri kan lekeleri ile kirletir. Lakin bunları öyle büyük bir asaletle, incelikle işler ve öyle muhteşem müzikler kullanır ki yönetmenlerimiz, filmin sonunda hissettiğimiz büyük bir tatmin duygusu olur.


4)A Serious Man-2009


Coenlerin yine hayatı gereğinden fazla ciddiye almamak gerektiğini anlattıkları bir başka filmleridir A Serious Man. Hayatta yaşanılan şeyleri bir sebebe bağlamanın ne kadar gereksiz olduğu öyle ironik anlatılır ki… Başı dertten kurtulmayan, hayatında hiçbir şeyin yolunda gitmediği radikal Musevi Larry üzerinden felsefi bir meseleyi tartışmaya açar film aslında. Tüm sorulan soruları sonunda yanıtsız, öylece bırakarak aslında en büyük cevabı da verir A Serious Man. Coenlerin en iyi kara mizah türündeki filmlerinden biri olan bu yapım dünyada tüm olan bitenlerin kimsenin çok da umurunda olmadığını büyük bir cesaretle söyler.


5)The Man Who Wasn’t There-2001


Coen kardeşlerin, A Serious Man filmiyle çok büyük akrabalıkları olan yapımları The Man Who Wasn’t There’dir. Bu filmdeki karakterimizi Albert Camus hayranları çok yakından tanıyacaklardır. Zira Camus’un Yabancı eserindeki Meursault karakteri filmin Ed’i ile çok büyük benzerlikler gösterir. Yine kaybeden ama bunu hiçbir şekilde mesele haline getirmeyen bir adam vardır karşımızda. Ed, hayatı ciddiye almadıkça ya da ahlaki kuralların aksi davranışlarını izledikçe seyirci olarak bizler oldukça geriliriz. Zaten Coenlerin yapmak istedikleri de tam olarak budur. Beethoven’ın muhteşem eserlerini bir piyano resitaline gitmişçesine dinlediğimiz film siyah beyaz çekimiyle de tam o yıllarda filmi hissiyatı yaratır. İncelikle hazırlanmış mekânları, kusursuz görüntü yönetimi ile yönetmenlerimizin vazgeçilmez filmlerindendir The Man Who Wasn’t There.

 Inside Llewyn Davis-2013(Bonus)


Llewyn Davis, onun hayatına bir şekilde dâhil olan kedi ve müzik bu filmin başrol oyuncularıdır. Tozlu raflarda unutulmuş bir zaman aralığını ve o zaman aralığında kendini dünyanın merkezinde gören Davis gibileri insanlığa hatırlatan bir film Inside Llewyn Davis. Folk şarkıcısı Dave Van Ronk’un hayatından perdeye uyarlanan film aynı zamanda 60’lı yıllarda doğan folk müziğine bir saygı duruşu niteliğindedir.  Davis’in uzun bir yolculuktan sonra kendini bulmasına şahit olduğumuz film, seyirciye bahşettiği müzikleriyle hazine olarak görülebilir. Kim istemez ki zaman makinesiyle geçmişe giderek masumiyetini kaybetmemiş müziğin muhteşem esintilerini dinlemeyi? İnanın bu hiç de zor değil. Coen kardeşler bu isteğinizi Inside Lıewyn Davis yapıtlarıyla gerçekleştirmekteler.




O AN: Whiplash


En Güzel Aşk Zor Olandır


Damien Chazelle adlı yönetmen 2014 yılında çektiği Whiplash filmiyle sinemaseverleri bir nevi ters köşe yaptı. Sinemada büyüme, başarı ya da öğrenci-öğretmen ilişkilerini odağına alan hikâyeleri çok seven izleyiciye bu türleri alışık olmadığımız bir şekilde perdeye konuk etti. Andrew adlı bateri öğrencisi ile Fletcher adlı eğitmenin arasındaki gerilim, şiddet ve intikam dolu ilişkiyi anlatan Whiplash ,insanlığın görüp görebileceği en kabul edilmez eğitim şeklini kutsadı. Sanatın en önemli dallarından biri olan müziğin faşizm ile öğretileceğini, ancak faşist bir düzen ile mükemmelliğin yakalanabileceğini dikte ettiren bu film özellikle hümanist kesimin oldukça tepkisini çekmişti. Her anı birbirinden sinir bozucu filmin seyirciyi artık çileden çıkartıp, sinirlerini alt üst ettiği bir sahne var ki…

Sahne Andrew’in yüzü gözü kanlar içerisinde soluk soluğa prova yapılacak salona girmesiyle başlar. Her ne kadar bıyığı olmadığı için Nazi olduğunu saklasa da, bakış açısıyla değme Hitler’e taş çıkartacak Fletcher, Andrew’i fark etmekte geç kalmaz. Andrew’in baterinin başına geçip çalmak için hazırlık yapmaya başladığını gören Fletcher, ne yapacağı konusunda önce bocalar. Fakat karasızlık ve kuşku durumunun kendisine hiç uygun bir durum olmadığını bildiğinden dolayı şuan duruma müdahale etmemeyi seçer. Andrew’in de zaten onay bekler bir hali yoktur; ölümü pahasına bile olsa o baterinin başına oturmuştur ve kalkmaya kolay kolay niyeti yoktur. O baterinin başına oturmak ne kadar onun elinden alınmaya çalışılsa da Andrew daha çok ister, daha çok arzular duruma gelmiştir. Tıpkı elde edilemeyen şeylerin büyük arzulara dönüşmesi gibi. Bir nevi baş baterist olmak, Andrew için nirvanaya ulaşmaktır. Hayatının tek amacı o olmuştur. Zira onun dışındaki her şeyi teferruat olarak gördüğü için hepsine sırtını dönmüş, tüm aklını, ruhunu, hayatını bateristliğe adamıştır. Aşkına teslim olmuş bir divanedir Andrew. Fakat bu aşkı ayırmaya çalışan kötü kalpli Fletcher asla amacından yılmaz. Andrew bırak bateri çalmayı oturabilecek bile durumda değilken hazırım komutunu verir. Ve çalmaya başlar. Biraz önce arabasının içinde bir kamyonun çarpmasına maruz kalmış Andrew’in iç bulandırıcı haline uyumlu baskın yeşil ton ondan daha çok bizim tansiyonumuzu düşürür, midemizi bulandırır. Bir de bu yeşilin baskın olduğu ortamın tam ortasına düşen kan lekeleri hayat verilen caz müziğin estetiği ve barışçıl yanı ile güç ve iktidar kavgasının sahnedeki zıtlığını öyle güzel yansıtır ki.. .Ne var ki Andrew tüm gücünü harcamaya çalışsa da bu yükü kaldıramaz. Hayatının en güçlü, bildiği tek silahı bagetini yere düşürür. Onu almak için harcadığı efor artık filmi izleyen en taş kalpli insanı bile sinirden ya da üzüntüden kıvranmaya başlatır. Kameranın tam da düşen bagetin hizasında konumlanışı seyirciyi daha da zorlar. Zira bu durumda Andrew’in o bageti alması biz seyircilerin de bir nebze olsun düşen moralimizin düzelmesi, kıstırıldığımız yerden biraz nefes almamız demektir. Ne var ki bagetin yerden alınması da pek işleri düzeltmez; Andrew’in savaşacak gücü kalmamıştır. Bunun üzerine Fletcher, orkestrayı durdurarak her zaman ki gibi Andrew’e hakaret ederek onu kovar. Savaşta artık hiç kurtuluş umudu olmadığını anlayan askerin son kurşunu kendine sıkması gibi tüm çabasını harcayan Andrew, son kalan enerjisini de Fletcher’in ağzını yüzünü dağıtmak için tüketir. Tüm hışmıyla Flecther’in üzerine kapaklanır küfürler ederek. Lakin onu ağız tadıyla dövmesine bile izin vermez yerinde gözü olan leş kargaları. Sahne baterinin zilinin üzerine damlamış kanların görüntüsü ile son bulur. Bu kan damlaları bir nevi sanatın yara alması değil de nedir?



Masumiyet: Sonrası Hep Yenilgi Hep Umutsuzluk


Hep denedin,
Hep yenildin,
Olsun gene dene, gene yenil,
Daha iyi yenil…

Beckett’in yukarıdaki sözleriyle son bulan Masumiyet, Zeki Demirkubuz’un kariyerinin zirve noktası olur. Yeşilçam’ın bittiği, ülke sinemasının can çekiştiği, çoğunlukla da varoluş sorunlarıyla boğuşan içe dönük bir sinemaya gömüldüğü bir sırada Masumiyet bomba gibi düşer perdeye.  O yıl gösterime giren Ağır Roman, Hamam ve Kasaba gibi birkaç film ile yerli sinemaya can suyu olur Masumiyet. Hatta can suyu olmakla kalmaz dirilişin muştulayıcısı gibi görülür bir nevi. Üzerine ölü toprağı serilen, unutulmaya, yüz çevrilmeye mahkûm edilmiş sektörü kollarından tutup kaldırır. Bunu yaparken de geçmişine yüz çevirip saygısızlık yapmaz; filminin içine oldukça ustalıklı yerleştirdiği Yeşilçam sahneleriyle geçmişe, ustalara selam gönderir.

Zeki Demirkubuz zaten istese de o dönem çekilen halktan uzak, üsten bakan filmleri çekemez. Zira kendisi hiçbir sinema eğitimi almamış, bu işe tamamen tesadüf eseri başlamıştır. Değerli yönetmenlere( Zeki Ökten) asistanlık yaparak bu işi pratikte öğrenir. Sahalarda her türlü işi yaparak piştiği sektör onu başarılı bir alaylı konumuna getirir. Demirkubuz, yaşadığı hayat tecrübesi ve hapishanede gönül vermeye başladığı edebiyat dünyasını incelikli bir şekilde birbirine yedirerek başarılı senaryolara imza atar. Masumiyet de bunlardan en iyisidir kuşkusuz. En önemlisi ise Demirkubuz, Masumiyet de dâhil olmak üzere çektiği filmlerin hem yönetmeni hem senaristi hem de yapımcısı olarak auteur yönetmenliğinin de isim karşılığı olur. İlerleyen yıllarda çektiği filmlerde( Bekleme Odası ve Bulantı) başrol oyuncusu olarak da görürüz kendisini.

Film dört kaybeden insanın beraberliğine odaklanır. Sevdiği uğruna bedeni de dâhil olmak üzere her şeyini veren Uğur, Uğur’a pervanenin ateşe tutulması misali kapılan Bekir, hayatının en anlamsız suçunu işleyerek sonsuz bir anlamsızlığa sürüklenmiş Yusuf ve tüm pisliklerden habersizken daha dünyaya gözlerini bile açmamışken hayatın tokadını yiyerek sonsuz bir sessizliğe mahkûm Çilem… Bu dört karakter üzerinden aşkın, sevginin, kaderin, bağlılığın, vefanın ve daha nicesinin nasıl olması gerektiğini en net şekilde tam da hayatın içinden verir Masumiyet. Zira bu kavramlar, insanın içinde yaşayacağı sorgulamalarla, uzun plan sekanslarla izlediğimiz buhranlarla anlatılmaz. Yeri gelir küfürlerle, bağırışlarla, tokatlarla, kurşunlarla anlatılır. Hissedersin, duyarsın, görür, utanır, sinirlenirsin… Karakterler ne kadar hayatın içinde yaşarsa seyirci olarak bizler de o kadar gerçekliği duyumsarız.

Filmdeki dört karakterden küçük kız Çilem hariç diğer üçü ilk bakışta genel ahlak kurallarının dışında gözükürler. Ama filmde bu karakterler o kadar incelikli bir şekilde işlenmişlerdir ki asla hiçbirini bulunduğu konum, yaptıkları ya da yaşayacakları konusunda yargılayamazsın. Çünkü hepsinin de neden bu hayatı yaşadığının bir alt metni vardır. Karakter derinliği çok güçlü yaratılmıştır. Âşık olduğu adam uğruna fahişelik bile yapan Uğur’u ve ailesini çocuğunu yüz üstü bırakıp itibarını beş paralık yapma pahasına Uğur’un peşinden onun pezevenkliğini yaparak sürünen Bekir’i anlamamız için tek bir sahne yeter. Filmin en unutulmaz sahnesi olan kırdaki Bekir’in uzun tiradını dinlediğimiz anlardır. Bekir’in ağzından dökülen her sözcük eksikleri bulunan bir senaryonun aralarına yerleşerek kusursuz bir metin yaratır. Tek bir sahne bırak o karakterleri yargılamayı onlarla özdeşlik kurmamıza sebep olur. Bir nevi, filmin özellikle o unutulmaz tiradından sonra seyirci olarak yorgun, tükenmiş hissederiz kendimizi. Neden mi? Çünkü Bekir ve Uğur’un daha ilk tanıştıkları andan itibaren yaşadıkları çileler ve elbette Çilem’in kaderi omuzlarımıza binmiştir. Öyle bir yüktür ki bu taşıyamayız kolay kolay... Bu arada Yusuf’un hikâyesinin ağırlığı da Bekir’in hikâyesinden aşağı değildir. Sonrası? Sonrası bitmek bilmeyen bir umutsuzluk hali…

Susmak zorunda kalan kadınları ve televizyon izleyerek gerçek dünyanın hakikatinden kopmak isteyen çocuklarıyla, televizyondaki Yeşilçam filmlerinin sesleriyle, eskimiş, köhne otel odaları, ağız dolusu edilen küfürleri ve hakaretleriyle, karşılık beklemeden nedensizce yapılan iyilikleri ve aşklarıyla bir başyapıttır Masumiyet. Haluk Bilginer, Derya Alabora ve Güven Kıraç gibi ülke sinemasının hala vazgeçilmez üç oyuncusunu ustalıkla buluşturan değerli bir nüvedir Masumiyet.
Demirkubuz, Masumiyet filminden tam dokuz yıl sonra hikâyenin başlangıcına odaklanan Kader filmini çeker. Yine çok beğenilen ve ödüllere boğulan Kader her ne olursa olsun Masumiyet’in gölgesinden çıkamaz. Masumiyet o kadar sağlam bir film olmuş ve o kadar başarılı bir senaryoya sahiptir ki kendisinden dallanıp budaklanan bir filmi bile zirveye taşıyabilmiştir. Ama nihayetinde ortada dimdik kökleriyle sağlam bir şekilde dikilen koca çınar Masumiyet vardır. Yıllar yıllar geçse de yıkılmayacak, kendisine vurulan baltaları geriye savuracak kadar sağlam atmıştır köklerini toprağa. Masumiyet başarısı, samimiyeti ve bilginliğiyle kendisinden sonra gelecek yapıtlara esin kaynağı, ilham perisi olmuştur.