18 Ocak 2015 Pazar

İZLENMESİ GEREKEN 10 LGBTİ FİLMİ


1-WEEKEND (2011)
Yönetmen: Andrew Haigh

Hollywod’un bilinçaltında homofobik duygular barındırarak çektiği lgbt filmlerinden sonra bağımsız bir yönetmenin elinden çıkan Weekend çok başarılı.  Bir aşk hikayesini kendine fon olarak kullanan film, karakterlerin gözünden toplumun eşcinsellere bakış açısını anlatıyor. Etkileyici bir aşk hikayesi ve eşcinsellerin toplum tarafından yaşadıkları üzerine bir de sınıf farkını koyarak anlatan bu filmi şiddetle izlemenizi tavsiye ediyorum.


2-LA VİE D’ADELE (2013)
Yönetmen: Abdellatif Kechiche

Adele’in büyüme hikayesi olan film sadece bir aşkı değil aynı zamanda sınıf çelişkisini de anlatıyor. Adele’nin gözünden dünyaya baktığımız filmde, Adele ile aşık olur, dışlanır, horlanır, yalnız kalırız, rotayı şaşırır ama sonunda rotamızı çizeriz. Öyküsü, yönetmenliği, oyunculukları ile bir başyapıt olan filmi izlerseniz asla pişman olmayacaksınız.


3-BROKEBACK MOUNTAİN (2005)
Yönetmen: Ang Lee

Aşkın cinsiyetinin olmadığını en iyi anlatan filmlerden biri olan Brokeback Mountain eşcinsel olmadıkları halde birbirlerine aşık olan iki çobanın hüzünlü hikayesini anlatır. Yer yer hollywod filmi izlediğimizi hissettirecek anlatımlarda bulunsa bile film bitiğinde akılda oluşturduğu mesaj ile kalır. Heath Ledger’i izleyerek anmak  veya Jake Gyllenhaal’ın yükselişe geçmeden önceki performansının da etkileyiciliğine şahit olmak için bile izlemek isteyeceğinizi düşünüyorum.


4-MİLK (2008)
Yönetmen:Gus Van Sant

Gay hakları konusunda idol addedilen Harvey Milk’in gerçek hayat öyküsünü anlatıyor.  Hep aşklarını ya da yaşadıkları baskıları anlatan filmlerden farklı olarak kendilerini kabul ettirme mücadelesini anlatan Milk, lgbt filmlerinin vazgeçilmezlerinden biri olmalıdır. Harvey Milk ile birlikte asla vazgeçmemeyi, istenince başarılmayacak şey olmadığını yaşamak için izlemek gerekir diye düşünüyorum.

5-TODO SOBRE Mİ MADRE (ALL ABOUT MY MOTHER)(1999)
Yönetmen:  Pedro Almodovar

Pedro Almodovar her yaptığı filmde olduğu gibi ufkumuzu açmaya devam ediyor. Her filminde cinsellik konusunda çığır açan Almadovar  eşcinsel aşkı aşan, transseksüelliği, transseksüellerin evliliklerini, çocuk sahibi olmalarını anlatır. Bunları anlatırken mizahı eksik etmediği gibi bir de sanat ile sıkı bir bağ kurar. Benim gibi Almadovar ne çekse izlerim diyenlerden değilseniz bile bu filmden zevk alacaksınız.


6-HEARTBEATS (LES AMOURS İMAGİNAİRES) (2010)
Yönetmen: Xavier Dolan

Ve sinemanın genç dehası Dolan çoğu filminde olduğu gibi eşcinsel hayatlarını bizlere izlettiriyor. Bu filmin artısı ne diye soracak olursanız; Üçlü bir arkadaşlığı mükemmel bir atmosfer ve içimizi kıpır kıpır yapan müziklerle anlatıyor dersem birazcık yardımcı olabilirim belki. Daha önce Dolan filmi izleyenler beni zaten anlamıştır. Dolan ile tanışmayanlar ise size sesleniyorum; tanışmak için çok doğru bir film.


7-TOMBOY (2011)
Yönetmen: Celine Sciamma
Hala eşcinsel doğulur mu, yoksa eşcinsel olunur mu, diye soranlardansanız yanıtınız bu filmde. Başarılı bir çocuk oyuncu tarafından oynanan erkek Fatma rolü ile film sorulan bu sorulara çok net bir şekilde cevabını veriyor.  10 yaşındaki Laure’nin yaşadığı hayal kıyıklıkları üzerinden bu acımasız sorulara verilen yanıtı gerçeklerden kaçmak gibi bir niyetiniz yoksa izlemek isteyeceksiniz.


8-MİNE VAGANTİ (2010)
Yönetmen: Ferzan Özpetek
Yönetmenin eğlenceli dili ile kamerasını yine eşcinselliğe ama aynı zaman da üst-orta sınıfa çeviriyor. Bazen kahkahalara boğarak bir ailenin eşcinsel  çocuklarla, eşcinsel çocukların ise ailesi ile olan imtihanı gözler önüne seriliyor.  Tıpkı hayatın kendisi gibi trajikomik bu hikaye Ferzan Özpetek filmografisinde sizleri bekliyor.


9-LAURENCE ANYWAYS (2012)
Yönetmen: Xavier Dolan

Listede iki tane Dolan filmine yer vererek torpil yaptığım düşünülmesin dahi gencimiz bunu fazlasıyla hak ediyor.  Evlilik sadece bir kadın ile erkek arasında mı olur sorusunu bir tık daha ileri götürüyor film. Kadın olmaya karar veren bir erkeğin evliliği son bulmalı mı? Kadın olmaya karar veren bir erkek ile onun karısının arasındaki aşk biter mi? Tabi ki bu soruların cevabı bende değil filmde.  Dolanın renkli, çarpıcı atmosferi ve müzikleri ile bu efsane aşk hikayesine konuk olmalısınız.


10-BENİM ÇOCUĞUM
Yönetmen: Can Candan

Lezbiyen, gay, biseksüel, trans çocukların hikayelerini bu kez anne-babaların gözünden dinleyecek ve bu kez onların duygularına ortak olacağız. Belgesel tarzda çekilen film çocuklarını kabul etmiş ailelerin öğrenme, kabullenme ve onlar ile birlikte mücadele etme sürecinde yaşadıklarını tüm samimiyetleri ile anlatıyor.Çocukları onlara eşcinsel, trans ya da biseksüel olduğunu açıklasa ne olur? Sloganı ile yola çıkan bu filmi özellikle ebeveynler izlemeli.










9 Ocak 2015 Cuma

TİKSİNTİ


Roman Polanski’nin apartman üçlemesinin ilk filmi Repulsion (diğer ikisi Le locataire  ve Rosemary’s Baby) psikolojik gerilim filmlerinin başyapıtlarından biri kesinlikle. Zaten çok iyi düşünülmüş bir senaryo ve başarılı yönetmenliğe ek olarak Catherine Deneuve’nin muhteşem oyunculuğu filmin etkileyiciliğini daha da arttırıyor.

Repulsion, Carol adındaki genç kızın bastırılmış cinsel duyguları ile başa çıkmaya çalışmasını anlatıyor. Bu alışılagelmiş konu metaforlar kullanarak ve gerilim ortamı yaratarak bambaşka bir havaya bürünüyor. Polanski daha film başında Carol’un gözünden jeneriği düzensiz bir şekilde akıtarak film boyunca izleyecekleriniz tıpkı bu jenerik gibi oradan oraya savrulacak, hiçbir şey bir düzen içerisinde olmayacak diyor.



Film başladığında biraz durgun, dalgın bir genç kız olarak tanırız Carol’u. Carol bir kuaförde manikürcü olarak çalışır. Ablası ile birlikte yaşar. Ablasının erkek arkadaşından pek de hoşlanmaz. Aslında her şey normaldir. Zaten film süresince Carol’un nevrozları artacaktır. Şizofrenin katotanik yönünde seyir gösteren Carol bizi istemeyeceğimiz kadar zorlu sahneler izlememize sebep olacaktır. Ama Carol’un biz izleyiciler çok da umurunda değilizdir. O kendi nevrozların da kaybolmuştur artık. Ablasının tatile çıkması ile artan nevrozları ablasının gelmesi ile en azından bizim için bitecektir. Daha Carol’u çok çözemediğimiz sıralarda neden kendisinden hoşlanan yakışıklı ve centilmen çocuğa yüz vermez, ablasının sevgilisinden bu kadar rahatsız olur pek bir anlam veremeyiz. Ta ki ilk ipucumuzu aile fotoğrafından alana kadar. Aile fotoğrafında abla babanın dizine başını koymuş ve gayet mutlu iken Carol asık suratlı ve objektiften farklı tarafa bakmaktadır. Burada en azından Carol’un mutlu bir çocuk olmadığını, ailesi ile bir problemi olduğunu fark ederiz. Ablasının seks yaparkenki sesi, yolda yürürken işçilerin ona laf atması, kendisinden hoşlanan çocuğun öpmesi onu fazlasıyla rahatsız ediyor. Öpüşmeden sonra eve gelip hemen dişlerini fırçalıyor. Kaldırımda ona laf atan işçilerin olduğu yerde ertesi gün derin bir çatlak görüyor ve uzun süre bu çatlağa dalıp gidiyor. Ablasının geceleri seks yapma sesinin gelmesi ile gece 12 gibi kilisenin çanının çalar ve yatakta orta yaşlı bir erkek ona tecavüz etmeye kalkışıyor. Evet, ipuçları artık arat arda gelmektedir ve büyük bir problem olduğu anlaşılmaktadır. Biz ciddi bir şeyler var derken ablanın sevgilisi ile tatile çıkmasına tıpkı Carol gibi bizim de gönlümüz el vermez. Fakat abla maalesef bizim kadar Carol’un dengesizliklerini fark etmemiş ya da gereken önemi vermemiştir.



Evet abla gider ve bastırılan duygular Carol’u sıkıştırdıkça Carol intikam almaya da başlar. Zaten sadece işe gitmek için dışarı çıkan Carol, iş yerinde de tuhaf davranışlar sergilediği için işe de gitmez. Ve artık tamamen eve, aslında rahmin içine kapanır. Çünkü ne olduysa o rahmin dışına çıkmasıyla başlamıştır. Ve Carol kendini tekrar tamamen tehlikesiz olan rahme hapsetmiştir. Film boyunca onu bu rahmin içinden çıkarmaya çalışanları ya da rahmin içine girmeye çalışanları cezalandırırken izleyeceğiz. İşte gerilimin dozu da zaten buradan sonra artar.

Zavallı Carol için kendini hapsettiği rahim de çok rahatsız edicidir. Çünkü gördüğü her şey ona penis ve vajinayı, seksi, bakireliği hatırlatmaktadır. Bu da onu sürekli nevrozlarına sürüklemektedir. Bardağı vajina diş fırçasını penise benzettiği için ablasının erkek arkadaşının diş fırçasını sürekli bardaktan çıkarır. Carol’un diktiği beyaz elbise gelinliği bekareti, evin penceresinden görünen manastır bekareti, televizyon haberlerinde belediye başkanının lavabosundan çıkan yılan balığı penisi, dolaptaki tavşan (cinselliğe düşkün bir hayvandır) cinselliği, taşan küvet taşan arzuları, duvardaki çatlaklar rahimde doğum esnasında oluşan gerilmeleri de bize hatırlatılanlardır.



Polanski rahmin içindeki gerilim ortamı için ise müziktense  kuş sesleri, tavşana gelen sinek vızıltıları, rahibe gülüşmeleri, saat tik tak’ları kullanır. Carol’un bu seslere ve mabedine zorla girenlere asla tahammülü olmayacaktır. Onlara gereken cezayı verecektir. Polanski bu cezalandırma sahnelerin de de bizi Hitchcock özellikle Psycho  filmine götürmektedir.  Ama tabi ki çok daha şiddetlidir Polanski’ninki.

Filmin sonunda ise çok büyük bir paradoks vardır. Ona bunları yaşatan babasının yerine koyduğu ablasının sevgilisi rahmin içerisinden bir baba şefkati ile kucaklayarak çıkarır. Son görüntü olarak da ekranda aile fotosunda ki baba ile Carol’un silüeti kalır.


SEVGİYİ BULANA KADAR


S. J. Watson’ın ilk kitabı olan Before I Go To Sleep, Rowan Joffe  tarafından sinemaya uyarlandı. Yazarın bu ilk romanı 1.000.000 dan fazla satmış, 42 farklı ülkeye satılmış,  Ayrıca edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden Galaxy Ulusal Kitap Ödüllerinde en iyi polisiye-gerilim kitabı ödülünü ve İngiliz Polisiye Yazarları Derneği (CWA) John Creasey Hançer Ödülü’nü de hiç kimseye kaptırmamış. Bu kadar büyük başarıya ulaşmış bir romanı Ridley Scott yapımcılığını yaparak Holywood’un başarılı romanları affetmeyeceklerini bir kez daha göstermiş oldular.

Filme gerilim filmlerinin vazgeçilmez güzelliği Nicole Kidman’ın yataktan hızla kalkışı ve ne olduğunu hatırlayamadığını anladığımız sahne ile başlarız. Ve sonra da yanında yatan adamın uyanarak ona neler olduğunu anlatması ile Colin Firth ile karşılaşırız. Ve böylece filmin ilk sahnesinden hiçbir şey olmasa da oyunculuklar ile gider bu film diye düşünürüz. Ama her roman denemesinde olduğu gibi film romanda anlatılanlara yetmiyor. Roman da uzun uzun anlatılan günlük kısımları da dahil olmak üzere birçok kısım filmde hızlıca söyleniyor. Normal bir film süresinden bile kısa olan Before I go To Sleep çoğu şeyi koştura koştura hatta atlayarak atlatmak zorunda kalıyor. Bu da senaryoda boşluklara kafalarda soru işaretlerine sebep oluyor.



Yaşadığı bir olay yada kazadan sonra(aslında filmin başından beri çözmeye çalıştığı şey)  hafızasını kaybeden ve amnezi hastası olan  Christine Lucas’ın her sabah uyandığında her şeyi unuttuğunu, her gün tekrar öğrenmeye başladığını izliyoruz. Ama Christine’nin her günü birbirinden karmaşık ve gerilim yüklü bir şekilde ilerliyor. Her gün bir nevi hep aynı şeyleri tekrar ediyor ama aynı zamanda her yeni günü başka bir sürprizle geliyor. Bu sürprizler sürekli kahramanımızın kafasını karıştırmaya, hergün farklı bir psikolojide olmasına neden oluyor. Tabi seyirci olarak bizde Christine ile birlikte  yaşananları hatırlıyor bir yandan da onunla birlikte sarsılıyoruz. Hiçbir noktada Christine’den bir adım önde olamıyoruz. Evdeki adam onun kocası mı ? Peki kocası ona doğruyu söylüyor mu? Oğluna ne oldu? En yakın arkadaşı neden onu terketti?....

Bu saydığım soruların en büyüğü ve filmin kilit noktası olan soru ise flasbackler ile izlediğimiz Christine’nin hafızasında gidip geldiği sahneler. Christine’nin hafızasında gidip gelmeleri ile her defasında biraz biraz gördüğümüz parça parça sahneler de acaba ne oldu? Film sürekli diğer küçük sorular ile birlikte bize asıl büyük soruyu sorduruyor. Ve film süresince dikkatimizi diri tutuyor. Ama yönetmen dikkatimizi diri tutmak ile yetinmeyip bizi birazda tedirgin ve rahatsız etmeyi deniyor. Filmin yavaş yavaş çözülmeye başladığı kocası ile olan sahneler bizi tabiri caizse gerim gerim geriyor.  



En büyük süprizini ise tabiî ki sonlara saklıyor. En büyük soru işaretini film boyunca olduğu gibi flashback ile değil de tekrardan aynı mizanseni kurup  Christine’ye hatırlatarak cevaplıyor. Hatırlaması ile de gerilim tavan yapıyor. Özellikle romanı okuyanların çok büyük beklentiler içerisine girmeden, biraz gerilip kafamızı kurcalayalım ve başarılı oyunculuklar izleyelim diyorsanız izlemenizi öneririm.

BEFORE I GO TO SLEEP
YÖNETMEN:ROWAN JOFFE
SENARYO:ROWAN JOFFE
İNGİLTERE/2014/92 DK


3 Ocak 2015 Cumartesi

KÖPEKLİ ŞEHRİN TROMPETÇİSİ


Bu yıl Filmekiminde izlediğimiz eşsiz filmlerden biri olan White God oldukça sert eleştirilerini masalsı bir dille ekrana taşıyan farklı bir yapım. Yine bir çocuk  ve ona eşlik eden bir hayvan kahramanın olduğu alışılagelmiş bir film izleyeceğini düşünen seyirciyi oldukça şaşırtacak derecede derdi olan ve bu derdini tüm vahşetiyle ekrana taşıyan bir film White God.

Yönetmen açılış sahnesi ile başlar seyircisini rahatsız etmeye. Son zamanlarda birçok filmde kullanılan (Kosmos gibi) mezbaha görüntüsüyle insanoğlunun sırf beslenmek için yaptığı yada ortak olduğu vahşeti en ince ayrıntısıyla gözler önüne sererek  seyirciyi sorgulatır. Bu muhteşem sahneden sonrada çok ara vermeden devam eder anlatmaya  yönetmen. Macaristan da uygulanmaya başlayan ırkçı yasayı, hayata olan öfkesini çocuklarına yönelten ebeveyni, öğrencilerini anlamaya çalışmayan sadece suçlayan öğretmeni, çöpe attığı artıkları bile hayvanlar ile paylaşmaktan aciz insanları, para kazanmak yada egolarını tatmin etmek için hayvanlara işkence yapan zavallıları nefes almadan izleriz.



İzlerken de yer yer duymaya bile tahammül edemeyeceğimiz sertlikte gerçeklere tanık olur, net bir şekilde safımızı belli ederiz.  Evet izleyici olarak artık insanlığın varoluşundan itibaren itilip kakılmış, kötü emellerine alet edilmiş, kullanılıp atılmış olan köpekler için atmaya başlar kalbimiz. Ve olacaklar daha da heyecanla beklenir. Yakın zaman da Kaan Müjdeci tarafından yine benzer konulara değinen Sivas filmi çekildi. Ama Sivas da White God'daki vahşetin çok çok azına şahit olduk. White God'da ise her şey tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor.


Doğa kendisine yapılanları elbette cezasız bırakmayacaktır.  Tıpkı devletler tarafından kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kurulup desteklenen örgütlerin bir tarafa atılınca asıl varlık nedenine şiddetini yansıtmaya başlaması gibi köpeklerde kendi amaçları uğruna kullanılıp daha sonra başlarından savılmalarının intikamını alırlar. Hem de tam da insanlığın onlara öğrettiği gibi.  Safkan olmadıkları için sokağa atılan, buradan da toplanarak barınaklara götürülen köpekler zulmün farkında ama örgütsüzdürler.



Hayatta insanoğlundan en büyük işkenceyi yaşamış olan Hagen’ın barınağa gelmesi ile beklenilen lider gelmiştir. Tek bir hareket ile liderliğini ispatlayan Hagen zaten pusuda bekleyen öfkeyi gün yüzüne çıkarmış ve kitleleri arkasına almıştır. Artık örgütlü olan bu köpek topluluğu intikamını almaya başlar. Ve maalesef  insanlar tarafından ruhlarına işlenen kötülük ile vereceklerdir cevaplarını.  Köpeklere yapılan zulüm ne kadar açık ve sert dile getirildiyse intikam da o kadar sert dile getirilir ve olan yine bu vahşeti izleyen seyirciye olur.

Filmde açılış sahnesi kadar muhteşem bir kapanış sahnesi de yer alıyor.  Her şey, herkes kötü mesajı vermek değildir filmin derdi. Hiçbir canlı kötü olarak doğmaz sonradan kötü hale getirilir demektir amacı. Hagen  ve diğer köpekler yaşadıkları işkencelerden sonra bir canavara dönüşmüş olsalar da içlerinde iyiliği de hala barındırıyorlar. Sadece bunu açığa çıkaracak kişi lazımdır. Bu da tabi ki Hagen gibi filmimizin kahramanı Lili’dir.  Hagen’ın isyanı başlatması Lili’nin müziği ile başlar ve bu süreci parelel bir kurgu ile izleriz. İsyanın bitişi de yine Lili’nin müziği ile olur.  Müzik ile Hagen’ın ve diğer köpeklerin içindeki iyiliği ortaya çıkarır Lili. Tıpkı Fareli Köyün Kavalcısı gibi.

FEHER İSTEN-WHİTE GOD-BEYAZ TANRI
YÖNETMEN: KORNEL MUNDRUCZO
SENARYO: KORNEL MUNDRUCZO, VİKTORİA PETRANYİ, KATA WEBER

MACARİSTAN-ALMANYA-İSVEÇ/2014/119dk