31 Temmuz 2018 Salı

Asghar Farhadi Sineması



Asghar Farhadi, sansürün, engellerin hâkimiyetinde olan İran’da, sinema yapmaya çalışan birçok meslektaşı arasından sıyrılan bir isim. İran’daki birçok meslektaşı gibi yasaklarla mücadele etmek adına alışılagelmiş, klasik sinema kodlarını bozarak bambaşka bir tarz yakalamıştır. Klasik sinemada her şeyi gören, duyan seyircinin egemenliği Farhadi filmlerinde tabiri caizse kör, sağır bir meczuba dönüşmektedir. Farhadi, birçok şeyi, farklı açılardan perdeye aktarsa da ne kendi inandığı doğruları ne de seyircinin öğrenmek istediklerini tam olarak aşikâr eder. Ne Jodaeiye Nader az Simin’deki Termeh’in kararını, Razieh’in gerçekten başına ne geldiğini ne de Le passé’de Marie ile Amir’in kararından ne de Samir’in karısının gerçekten neden intihar ettiğinden emin olabiliriz. Farhadi, adeta bir minyatürde olduğu gibi anlatmak istediği hikâyeyi her yönüyle, her açıdan sunar. Fakat minyatürdeki can alıcı noktaları her daim saklar.

Hikâye anlatma konusunda biz seyircilere böyle bir bilinmezlik sunan Farhadi, imgeler üzerinden ise oldukça renkli bir dünya sunar. Adeta metaforlar, alegoriler üzerinden tabiri caizse şov yapar. Neredeyse her filminde İran’ın çökmekte olan, çatlayan sistemini, taşınmak üzere olan, taşınan evler, boyanan ama bir türlü bu boyama işlerinin bitirilip de etrafın toparlanamadığı evlerle, duvarları çatlayıp, boşaltılan evlerle ifade eder. Jodaeiye Nader az Simin’de Alzheimer olan ve bırakılıp gidilemeyen baba da İran’ı temsil eden güçlü bir metafordur. Hafızasını kaybetmiş bu adam, filmin başkarakteri tarafından bir türlü geride bırakılıp, gidilemez.

Müziğe, onun seyircinin duygularına yaptığı kaçak girişe izin vermeyen Farhadi, müziğe kapadığı kapıları daha nice kolaycılığa da kapamaktan geri durmaz. Hareketli kamerası ile karakterler arası bizleri adeta nefessiz bırakacak denli koşturmaları, bir matruşka gibi zamanla çözümlenmesi gereken hikâyenin daha da dallanıp budaklanmasını sağlayan senaryosu, kadraj içinde kadrajlarıyla karakter analizine girişen sahneleri, derinlikli karakterleri, özellikle de güçlü kadınları ve daha saymakla bitmeyecek meziyetleriyle keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir Farhadi sineması.

1) Jodaeiye Nader az Simin (Bir Ayrılık) - 2011

Jodaeiye Nader az Simin, Farhadi sinemasının kuşkusuz zirve noktası olmuştur. Bu filmden öncekilerde hep değindiği kadın-erkek ilişkilerine Jodaeiye Nader az Simin’de ayrıntılı olarak bakılmaktadır. Sadece kadın-erkek ilişkileri değil alt sınıf- üst sınıf, laik-dindar, geçmiş-gelecek, duygu-akıl ve daha nice ikililikler filmin bel kemiğini oluşturuyor. Farhadi bu ikililikler arasında hiçbir an tarafını belli etmeden, hepsini eteğindeki taşları döker gibi perdeye yansıtıyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna, kimin haklı kimin haksız olduğuna ise bizim karar vermemizi istiyor. Lakin Farhadi sinemasında, özellikle de Jodaeiye Nader az Simin’de bunu yapmak hayli zor. Zira Farhadi, kartları önümüze açsa da net bir şekilde kartları görmemize asla izin vermiyor.

Simin ile Nadir’i mahkemede boşanma davaları esnasında görmemizle başlayan film, bu sahnesiyle daha ilk andan biz seyircileri hâkim yani karar verici konuma sokuyor. Fakat bir yandan daha iyi koşullarda yaşamak için yurtdışına gitmek isteyen Simin ile alzahemir olan babasını bırakmak istemeyen Nadir arasında taraf olmak ne mümkün. Bir de tüm bu kararsızlığın ortasına bomba gibi düşen eve gelen yardımcı kadın üzerinden başlayan sorunlar ayyuka çıkıyor. Düğüm düğümü, çıkışsızlık çıkışsızlığı doğuruyor zaman ilerledikçe. Ve Farhadi her zamanki gibi bu düğümleri sökmek derdine düşmeden, bizleri de bilinmezlikler içerisinde bırakıyor. Oscar sahibi bu muhteşem sinema örneği, senaryosu, karakter çözümlemeleri,



2) Forushande (Satıcı) – 2016

Farhadi’nin, Arthur Miller’in Death of a Salesman adlı oyunundan esinlenerek hayat verdiği şimdilik son harikası Forushande, Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film heykelciğine ikinci kez sahip olmasını sağlamıştır. Film, elbette Miller’in oyunundan esinlenerek yazılan bir senaryoyu işlemiyor. Farhadi amatör tiyatro oyunculuğu yapan filmin kahramanları Rana (Taraneh Alidoosti ) ve Emad’ın (Shahab Hosseini ) sahneye koydukları oyun Death of a Salesman, ile filmin kurgusunu iç içe geçirerek kısmen aradaki benzerliklerin altını çizer. Forushande’ye bu hamle elbette Farhadi sinemasında daha önce şahit olmadığımız bir üslup kazandırıyor. Zira Farhadi lineer akan hikâyeler anlatmış, kurguda Forushande’ye kadar hiç oyuna gitmemiştir. Fakat hiç merak etmeyin, güçlü senaryolarıyla bizlere adeta bir destan sunan Farhadi, bu kurgu oyununun altından da alnının akıyla çıkararak, kendini aşma konusunda harikalar yaratmaya devam ediyor.

Farhadi’nin yine filmografisinin geriye kalanında pek de ellemediği bir mevzuya odaklandığı film, bir çiftin yaşadıkları üzerinden çetrefilli bir intikam hikâyesi sunuyor. Oturdukları ev hasar gördüğü için arkadaşlarının kısa süre önce boşalan evlerine taşınan Rana ile Emad’ı bu evde hayatlarının belki de en büyük sınavlarını verecekleri günler karşılıyor. Rana’nın ufak bir dikkatsizliği sonucu maruz kaldığı olay, ailede çatırdamalara, özellikle Emad’ın oturmamış olduğunu anladığımız kişiliğinin kendini ele vermesine kadar giden bir sürece bizleri şahit ediyor.
Farhadi’nin her zamanki gibi güçlü senaryosu, kemikleşmiş, başarılı oyuncuları, muhteşem mekân seçimi, baştan çıkarıcı kurgusu, adeta ilmik ilmik döşenmiş, filmin her anında dile gelen imgeleriyle Forushande, baş döndürüyor adeta.



3) Darbareye Elly (Elly Hakkında) – 2009

Farhadi sinemasının çok karakterli olduğu su götürmez bir gerçek. Bu karakterlerin filmin evreninde dağınık bir şekilde durması sebebiyle hepsini yavaş yavaş tanıyor, farklı mekânlarda bir araya geliyoruzdur. Lakin neredeyse tek mekânda geçen Darbareye Elly, bu anlamıyla e önemli farklılığını yaratıyor. Farhadi filmografisi içerisinde gerilim öğeleri ve bilinmezlik üzerinden en çok beslenen Darbareye Elly, Michelangelo Antonioni’nin başyapıtı L'avventura’dan güçlü esintiler taşıyor. Filme ismini de veren Elly karakterinin, filmin başkarakteri olmasını beklerken ortadan kaybolması ve bunun ardından karakterler arasında yaşanılan çözümlemeler adeta baş döndürücüdür.

Farhadi’nin yine filminin odağına aldığı üst orta sınıf laik İranlılar’ın üç günlüğüne çıktıkları tatillerine ortak oluyoruz. İran’da geçen bir film izlediğimizi neredeyse sadece saça zorla iliştirilmiş başörtülerinden anlayabileceğimiz rahat, entelektüel ve şakacı bir arkadaş grubuna dışarıdan iliştirilmiş Elly’nin varlığı da yokluğu da filmin çatışmasını kuran ana unsuz oluyor. Zira Elly’nin daha çekingen tavırları ve bir bilinmezlik kutusu olarak duran benliğiyle Elly, gruba hep eğreti biri olarak duruyor. Elly’nin kaybolması ile ise yavaş yavaş karakterlerin içerisindeki İranlı tarafların çıktığına, hatta yine Elly gibi dışarıdan hikâyeye dâhil olan Elly’nin nişanlısıyla ülkenin yapısına, gerçeklere de acımasızca bir dönüş yaşanıyor film. Deniz kenarında geçen hikâyede denizin tekinsizliği ve hiç susmayan dalga sesi gerilimi ayakta tutan en güçlü öğe. Farhadi filmografisinin en değerli parçalarından olan Darbareye Elly, keşfedilmeyi bekleyen bir hazine.


4) Le passé (Geçmiş) – 2013

Farhadi ilk kez İran dışında, Fransa’da çekiyor Le passé’i. Daha evrensel bir meseleyi anlatmak istediği için böyle bir tercih yaptığını dile getiren Farhadi, elbette kendi sinemasına münhasır alışkanlıklarından vazgeçmiyor. Yine kadın-erkek arasındaki ilişkilerde baş gösteren sorunlar, çocukların omuzlarına bırakılan ağır yük, kör düğüme dönen olaylar, güçlü mü güçlü çatışmaları, adeta bir matruşka gibi her hamlede dallanıp budaklanan senaryo ve daha niceleriyle bu filmde tam anlamıyla bir Farhadi eseri. Filmin Fransa’da geçmesi sebebiyle Farhadi filmografisine aşina olanların ilk yadırgayacağı şey dil ve örtünmeyen kadınlar olsa gerek. Ha bir de hiç yüzünü göstermediği halde ruhi olarak filme katılan İran’ın hep iyi yönleriyle var olması da var elbette. Zira güzel yemekleriyle, anılarıyla katılıyor hikâyeye sadece İran.

Tüm bu benzerlik ve farklılıklardan bahsetmişken, Le passé’nin belki her filmde bir adım geride bıraktığı ama hep altı dolu, güçlü, kararlı, inatçı olarak çizdiği kadın profilini bir nebze sekteye uğrattığını söylemem gerek. Marie (Bérénice Bejo) yaşadığı aksaklıkları, çocuklarıyla bozulan ilişkilerini düzeltmek, evindeki tamirat işlerini halletmek, hatta ağrıyan kolundan dolayı tek başına sürmekte zorlandığı arabayı bile kullanmak için bir erkeğe ihtiyaç duyuyor. Zaten Marie’nin,  Ahmad’ı (Ali Mosaffa) Fransa’ya çağırmasının sebebi de boşanmak değil (Ahmad gelmeden de belgeler üzerinden boşanabilirlerdi.) yeni yapmak istediği evliliğinin önündeki pürüzleri temizletmektir. Lakin bu pürüzleri ortadan kaldırmak için yardımcı olmak isteyen Ahmad’ın her hamlesi, var olan pürüzleri büyütmekten ya da ufak bir sıyrık gibi olan yarayı koca bir yara haline getirmekten öteye gidemez. Elbette bu yaranın fark edilişi, filmdeki karakterlerin hepsinin hayatında farklı yönelişlere, kararlara, çark edişlere gebe kalır.


5) Chaharshanbe-soori (Cumartesi Ateşi) – 2006

İran’da yılın son Çarşamba gecesi kutlanan ve yeni yıl (Jafar Panahi’nin Badkonake sefid filmi de bir yeni yıl gününde geçmekteydi.) olarak kabul edilen bir günde geçen film, bu bir günü oldukça yoğun bir senaryo ile ilmik ilmik, asla duraklamadan, ustalıkla döşer. Yine üst- orta sınıf, laik bir ailenin sorunlarına yakından şahit olacağımız filmin çatışmasını da hiç kuşkusuz Farhadi’nin vazgeçilmez tercihi olarak alt sınıftan bir gündelikçinin hikâyeye dâhil olması yaratır. Chaharshanbe-soori, aslında tam anlamıyla farklı sınıflardan, farklı hayatlardan kadınların dünyasında geçer. Hikâyede, bu kadınlar arasında kilit rolde var olan erkek ise sadece bir araçtır. Zira her çeşit kadının yaşadığı zorlukları, aldatılışları, maddi sıkıntıları, toplumsal baskıya maruz kalışları sınırlı bir alanda, birkaç kadın üzerinden kusursuzca aktarır Farhadi.

Sınıflar arası ilişkilerden, kadın-erkek ilişkilerine, kadının toplumdaki yerinden, ülkenin tekinsizliğine (özellikle çarşamba gecesi patlayan havai fişekler ile yaratılır bu tekinsizlik duygusu) kadar birçok durumu aynı potanın içinde alnının akıyla eriten Chaharshanbe-soori, yine Farhadi sinemasına seyircisini hayran etmektedir.




Michael Haneke Sineması



Avusturyalı Michael Haneke, sinema tarihinin en rahatsız edici ve sert filmlerine imza atan yönetmenlerinden biridir. Kendi deyimiyle’’Kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği’’ filmler yapan yönetmen modern toplumun insanlarına takıntılıdır.  Filmlerinden özellikle üst orta sınıf Avrupalı kent soylusu ailelerle uğraşan Haneke, sadece bu sınıfı eleştirmekle kalmaz birçok defa da filmleriyle tabiri caizse hadlerini bildirir. Mesafeli kamerası, soğuk atmosferi, yabancılaştığınız karakterleri, müziksiz durgun sahneleri ve acımasız alt metni, oldukça güçlü senaryoları ile Haneke filmlerinin her biri unutulmaz yapımlardır. Eğer ki yönetmenin filmlerini izleyebilecek kadar yürekliyseniz, Haneke filmografisi değme akademilere taş çıkartacak denli başarılı bir sinema eğitimi vaat eder size.

1)Amour-2012

Haneke son filmi Amour ile sanırım ilk kez seyircisine kısmen de olsa özdeşlik kuracağı karakterler yaratır. Hayatlarının son demlerindeki Anne ve Georges ile bizleri tanıştırır. Tanıştırması ile birlikte de bizi Anne ile Georges’in çaresizliğe düştükleri dipsiz kuyu misali dünyalarının tam da ortasına bırakır. Aşk ve huzur kokan eve hastalığın çökmesiyle kasvet hakim olur. Bu evde neredeyse iki saat boyunca çiftimizin yaşadığı yürek burkan, iç sıkıntısı yaratan hayatlarına tanıklık ederiz. En zoru ise Georges ile Anne’nin verdiği son karardır elbet. Haneke seyirciye istesen de istemesen de bu sona tanıklık edeceksin der.  Haneke’yi tanıyan seyirci de bunu göze almıştır sonuçta.



2)Funny Games-1997

Haneke’nin burjuvaziyi eleştirmekten bir adım öteye gittiği burjuvaziden bildiğin intikam aldığı film olur Funny Games. Burjuvazi ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynayan, onların tüm çirkinliklerini yüzlerine vurarak çaresiz kılar onları. Üstelik onlara oynadığı oyun çok şiddetlidir ki burjuvazinin, böylesi saldırıların kendilerinin başlarına gelebileceğini düşünerek aldıkları önlemlerin hepsi boşa çıkar. Çünkü Haneke her şeyi fazlasıyla basit algılayan birçok karmaşık durumun içinden çıkamayan ve çıkamadıkça da komik duruma düşen üst orta sınıfın karşısına kafası zehir gibi çalışan adaletsizlik karşısında hıncı büyümüş bu nedenle acımasızlaşmış iki kişi çıkarır. Yer yer izlemekte zorlanılan bu film hem söyledikleri hem de bunları aktarma şekli ile takdire şayan bir film olmuştur.



3)Der siebente Kontinent -1989

Michael Haneke’nin ‘’Buzlaşma’’ ya da ‘’Kent’’ üçlemesinin ilk filmi olan Yedinci Kıta filmi, yönetmenin sonraki filmlerinde de temel alacağı gibi küçük burjuvaların hayatına odaklanır. Üst orta sınıf çocuklu bir ailenin sistemin dişlileri tarafından sıkıştırılmış hayatlarını yaşarken izlemeye başladığımız film, ailenin çaresizliğini anlayıp bu duruma kendilerince doğru olduğuna inandıkları yöntemle son vermelerini anlatır. Tam da sistemin onlara dikte ettirdiği gibi nesnelere bağımlı, yemek yemek ve tv izlemekle harcanan zamanları yaşayan, kapitalist sistemin iyi bir neferi nasıl olunacağını öğrenen ve uygulayan, paylaşım ve bağlılık kavramlarından tamamen uzaklaşmış bir kent soylusu aile vardır karşımızda. Hiçbir şekilde katharsis oluşturamayacağımız mekanik insanlar olan üç karakter tıpkı yaşadıkları hayatta olduğu gibi pek konuşmadan ve duygulanmadan radikal bir karar alır ve yine mekanik bir şekilde bu kararı uygularlar. Oldukça duygusuz bir film olan Yedinci Kıta, Haneke’nin derdini belki de en sert ve en net anlatan filmlerinden biridir.



4)Das weiße Band - Eine deutsche Kindergeschichte-2009

Beyaz Bant filmi ismi gibi masumiyeti değil aksine kötülüğü odağına alan bir filmdir. Yönetmenin en kasvetli, en soğuk, en kötücül filmlerinden biridir. Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın durumunu irdeleyen film, terörizmin nasıl doğduğunun, katliamcı bir ırk haline gelecek insanların temelinin neye dayandığını gözler önüne serer Haneke bu filmde.  Konvansiyonel sinemada olduğu gibi asla kimin neden köyde gerçekleşen kötülükleri yaptığını anlayamayacağımız bir film Beyaz Bant. Zira yönetmenin derdi bu değildir; Haneke, kötülüğün doğuşuna odaklanır, nedenine değil. Haneke, kamerası ve yarattığı atmosfer ile de filmin soğuk duruşunu ve sert tavrını korur. Asla katharsisi yaşayamayacağımız bu film, Haneke’nin seyircide en çok yabancılaştırma yarattığı filmi olur kuşkusuz.



5)Benny’s Video-1992

Yine Avrupalı üst orta sınıf bir aile var karşımızda ve onların ergenlik dönemindeki erkek çocukları. ‘’Duygusal Buzlanma’’ üçlemesinin ikinci filmi Benny’s Video, bu kez yine bir aile yaşantısını yerden yere vurur. Kamera çekimi yapmaya meraklı ve odasının her köşesinden kayıt alan bir siteme sahip Benny, gerçek ile video kayıtları arasındaki ayrımı yapamayacak kadar gerçeklik algısını yitirir. Kayıt ile gerçek hayat arasında kendini kaybeden Benny, insanlıktan çıkar. Filmin en iç acıtan yanı ise Benny’nin yaptıklarından daha çok ailesinin takındığı tutum olur.







Roy Andersson Sineması



Roy Anderson aslında bir film yönetmeninden daha çok reklam filmi yönetmeni olarak adlandırılabilecek bir isim. Çektiği sayısız reklam filmi ile adeta kendine büyük bir isim yapan Anderson, çekmek istediği filmleri de bu reklam filmleri sayesinde bizlerle buluşturabilmiştir. Anderson 1970 yılında başladığı uzun metraj kurmaca film serüvenine 1975 yılında ikinci filminden sonra uzun bir ara vermiştir elde olamayan sebeplerden dolayı. İkinci filmi Giliap, ona büyük bir başarısızlık armağan edip de her şeyi batırınca Anderson’un tekrar film çekebilmek için yirmi beş yıl boyunca reklam filmi çekerek, sıkı bir çalışma sergilemesi gerekir. Lakin Anderson, bu zorlu görevden alnının akıyla çıkarak, sinemasına da yeni bir tarz benimsettiği ikinci dönemine başlar. Ve ne mutlu ki ilk filmini bile gölgede bırakacak, birbirinden etkileyici üç başyapıta imza atar.

Anderson, Yaşayanlar Üçlemesi’ndeki son üç filminde öylesine kendinden emin, ne istediğini bilen bir sinema anlayış sergiler ki, adeta onları her daim yaşatır. Mıh gibi sabitlediği kamerasını bir kez olsun şeytana uyup da hareket ettirmediği gibi mekânlarının soğukluğundan, sadeliğinden de aynı şekilde vazgeçmemiştir. Mekân kullanımına özellikle çok önem veren Anderson, onların yaşayan birer varlık olduğunu göstermek istemiştir hep. Hatta bu istek, ona mekânlarını hareket ettirmek gibi bir hınzırlığı bile yaptırmıştır. Lakin en şaşırtıcı hamlesi aynı mekân içinde farklı zamanları bir araya getirmesi olmuştur.

Mekânların yaşamasını istediği kadar karakterleri karşımıza ölü gibi çıkarmıştır hep. Birçokları tarafından zombi olarak da yorumlanan yüzleri bembeyaz, şişman ve yaşlı adamların dünyası bir o kadar cansızdır. Gerçi karakterlerinin yüzlerinin beyaza boyanması, Anderson tarafından ırk, renk vs gibi ayrımları ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Tıpkı bir pandonim sanatçısı ya da William Shakespeare tragedyasındaki oyuncular gibi olmalarını istemiştir karakterlerinin.  Bu bembeyaz yüzlü karakterlerimizin çoğu bir Avrupa insanı olarak Anderson tarafından yerden yere vurulur. Anderson, Avrupa insanının ikiyüzlülüğünü, faşist bakış açısını, sahtekârlığını öylesine naif bir şekilde ama öylesine de samimiyetle eleştirir ki…

Ölüme ve hüzne dair etkileyici masalların anlatıcısı Anderson, hiçbir zaman umudu, gülümsemeyi de insanlığın hayatından eksik etmemesi gerektiğine inanan biridir. Gülerken düşünmemizi, ağlarken öfkelenmemizi, sorgulamamızı isteyen bu müthiş adam, parça parça hikâyecikleri ile biz seyircilere adeta bitmek bilmeyen bir destan sunmuştur. Üçlemesini dörtlemeyi düşündüğünü ve şu an üzerinde çalıştığını ifade eden Anderson’u filmografisinin tüm uzun metrajlarıyla konuşmaya ne dersiniz?


1) En duva satt på en gren och funderade på tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin) - 2014


Roy Anderson’un bana kalırsa tartışmasız başyapıtıdır bu şimdilik son gözbebeği. Anderson usta, Yaşayanlar Üçlemesi’nin son ayağı olan bu filmde, adeta diğer iki filminde ulaştığı çıtanın sınırlarını zorlamaktadır. Üç kısa epizotla söze başlayan yönetmenimiz, sinemaseverlerin hafızasından çıkmayacak üç ölümle bizleri buluşturur. Acı olduğu kadar huzurlu, hüzünlü olduğu kadar mizahi yanı da olan ölümlerdir bunlar. Tıpkı hayatın kendisi gibi, tıpkı Anderson filmlerinin ana fikri gibi; hüzünlü ama komik de.

Üçlemenin diğer iki filminde olduğu gibi başı sonu belli olan bir hikâye değil parçalı, daldan dala atlayan, rastgele hayatlar karşılıyor yine bizleri. Yalnız bu filmde insanları mutlu etmek adına komiklik malzemeleri satıcısı iki adam ve onların hayatları tüm filme zemin oluşturarak filmin belkemiği görevini görmektedir. Hem komiklik malzemesi satıp hem de dünyanın en hüzünlü adamları olarak görülebilecek bu çift, oldukça ustalıkla çizilmiş karakterler kesinlikle. Bu adamların hissettikleri ile yapmaya çalıştıkları arasındaki zıtlık, filmdeki ölümü tercih edenler ile yaşama sıkı sıkı tutunanlar arasında da karşımıza çıkar. Zira elinde silahı ile intiharını gerçekleştirecek adam ile kumsalda aşık olduğu kişi ile sevişen çift arasındaki tezatlık müthiş bir kontrast yaratmaz da ne yapar?

Zaman ve mekân algısının ciddi anlamda alaşağı edildiği filmde zaten lineer akmayan hikâyede tam olarak bir bozgun yaşanır. 1700’lü yılların Poltava Savaşı ile günümüz hayatı aynı sahne içerisinde buluşurken, 1940’lı yıllardaki sahnedeki mekân ile günümüzdeki sahnenin mekânı arasında Anderson’un yaptığı tek değişiklik, mıh gibi duran kamerasını birazcık geriye çekmek olur sadece. Anderson, zaman ve mekân konusundaki muğlâklığını, bembeyaza boyattırdığı yüzlerle ırk üzerinden de sabitleştirir. Her insan pudralanmış bembeyaz yüzlerle tek bir kategoriye sokulur; insan. Sadece insan… Hatta sadece hayvan… Tüm filme sirayet eden The Battle Hymn of the Republic parçasının eşlik ettiği bu filmi, Anderson’un istediği gibi tam da güvercinin konduğu daldaki bakış açısıyla izleriz.



2) Sånger från andra våningen (İkinci Kattan Şarkılar) – 2000

Hastane odasında geçmişin utancıyla son günlerini bekleyen yaşlı adamdan hayatını yoluna koymak için son umut iş yerini yakan adama, yıllardır yaptığı numarada başarısız olan sihirbazdan işten atılan adama, şiir yazmaktan delirmiş bir gençten başarısız bir iş adamına kadar hep de kaybeden adamlar gelir karşımıza. Lakin Anderson asıl en büyük vahşeti bir kız çocuğuna yaşatır filmde. Sånger från andra våningen, tam da bu sahnesinden dolayı üçlemenin diğer filmlerinden çok daha serttir. Ülkenin ileri gelenleri  -din adamı da dâhil- bir küçük kız çocuğunu kurban verirler. Kim bilir insanlığın doğuşundan itibaren işledikleri günahların bedeli olarak belki de.  Lakin ne sıkışan trafiğin, ne tıkanan yolların, ne hareket eden binaların, ne de kaybolan belki de hiç olmayan evrakların sorumlusu o kız çocuğudur.

Anderson, üçlemenin bu ilk filminde daha önce çok daha gerçekçi filmlere imza atan çizgisini alt üst ederek seyirciyi oldukça şaşırtmıştır. Oldukça özgürce, dilediği oyunlara başvuran yönetmenimiz bu özgürlükte ilk hamlesini çok sevdiği ressam Pieter Brueghel’in tablosu Hunters in the Snow’u üçlemesine esin kaynağı alarak yaparak başlatır. Muhteşem müzikleri, oldukça sert dili, tokat misali eleştiriler ve daha niceleri ile Sånger från andra våningen, kulağını ona verenler için çok şey vaat ediyor.




3) Du levande (Siz Yaşayanlar) – 2007

“Sıcacık mis gibi yatağınızın keyfini sürün siz yaşayanlar, Lethe’nin buz gibi soğuk dalgası açıktaki ayağınızı yalamadan önce.”
 Goethe
Geothe’nin yukarıdaki sözlerinden yola çıkılarak hayat bulan bu film, üçlemenin ikinci filmi olarak karşımızda durmakta. Nasıl bir sonraki filmde bir marş, filmin her bir zerreciğine nüfus ediyorsa Du Levande’de de Goethe’nin bu sözleri tüm filmi işgal eder. Bu filmde ölümden daha çok aşk, doğum ve rüyalar karşılar biz seyircileri. Ve bunların karşısında ise yine faşizm eleştirisi ile adalet sisteminin çürümüşlüğü de etkisini hiç azaltmadan devam eder. Özellikle karakterlerden birinin kendi ağzından dinlediğimiz rüyasında tam da Bunuel sinemasını akla getiren güçlü bir burjuva sınıfı eleştirisi vardır. Burjuvanın yüzyıllardır elinde bulundurduğu porselen yemek takımını (ülke ekonomisinin en büyük payı) karakterimiz tek bir hareketle paramparça eder. Elbette bu hareketinden dolayı kapitalist sistemin adaleti tarafından gayri ciddi bir şekilde yargılanır ve idama mahkûm edilir. Bana kalırsa tüm filme damga vuran bu hikâyecik, Anderson’un tüm bakış açısını, derdini özetler.

Du levande’de Anderson,  idam edilen adamdan kimsenin onu anlamadığını düşünen kadına, aşkına karşılık bulamayanlardan, tükendiğini düşünen psikiyatriste kadar hep hüzünlü, çıkışsız hayatları gösterse de bizlere yine de her şeye rağmen umudun olduğunu belirtmeden yapamaz. Özellikle mekân kullanımında tüm hınzırlığını açık eden Anderson, onları hareket ettirmekten bile geri durmaz. Böylece o sade, yalın mekânlar, beklenmeyecek bir hamle gerçekleştirmiş olurlar. Belki zaman- mekân algısıyla üçlemenin diğer parçalarındaki kadar oynamaz Anderson ama mekân kullanımı konusunda en çılgın hamlesini yapar. Ve bu mekânları mesken tutmuş müzisyenlerin absürd varlıkları da unutulmamalı. Zira filmin en büyük varlıklarından biri de tuba, davul gibi estürmanlar ve onları dile getiren müzisyenleridir.




4) En kärlekshistoria (İsveççe Aşk Hikâyesi) – 1970

Anderson sinemasının ilk dönemine ait olan bu film, onu ikinci dönemi yani üçlemesi ile tanıyanlar için şaşırtıcı olacaktır. Zira Anderson’un ilk dönemi ile ikinci dönemi fazlasıyla farklı bir rota izlemektedir. Bana kalırsa her ne kadar üçlemesinin yeri ayrı olsa da En kärlekshistoria’nın bugüne kadar yapılmış zaten ender sayıda olan, ilk aşk ve büyüme hikâyesini bir potada eriten başarılı filmlerden biri. Üstelik Annika ile Pär’ın bizzat bizlerin huzurunda tanışıp, âşık olmaları ve o aşkı yaşamaları öylesine saf, duru, öylesine masum ki… Büyüklerin dünyasına çok da dokunmadan, onlara bağlı ama ellerinden geldiği kadar da bağımsız, onlara uyumlu ama birçok açıdan da çok farklı bir hayat yaşar karakterlerimiz. Hayatta en mühim olan şey sonuçta kendileri ve aşkları olur. Zira büyüklerin yaşamları, yaptıkları artık onlara hiçbir şekilde mutluluk getirmemektedir.

Arada büyüklerin dünyasında yaşanılan sorunların, hesaplaşmaların, yenilgilerin gölgesi her ne kadar gençlerimize gölge düşürse de onlar her şeye rağmen umudu diri tutan bir yol izliyorlar. Birbirlerinden güç alarak hayata tutunan Annika ile Pär’ın bu muhteşem hikâyesi, bir kez daha Anderson karşısında şapka çıkarmamızı sağlıyor.




5)Giliap – 1975

Anderson’un kariyerinin ikinci filmi olan Giliap, ne yazık ki filmografisinin en zayıf halkası olmuştur. Anderson’un aslında kendi tarzını bulduğu üçlemeden önce çektiği ve benimseyeceği tarzının ilk nüvelerini verdiği bu film, tam olarak bir fiyaskoya dönüşmüştür. Eleştirmenler tarafından beğenilmeyen film, gişede de batmış ve ne yazık ki hayal kırıklığı olmuştur. Anderson’un sinemaya da uzun bir süre ara vermesine sebep olan bu talihsizlik neyse ki Yaşayanlar Üçlemesi ile telafi edilmiştir.





Susanne Bier Sineması



Danimarka sinemasının gözde yönetmenlerinden Susanne Bier, ülkesinin sinemasını tüm dünyaya sevdiren isimlerden. Hem sevilen dizilerin mimarı olan hem de yaptığı filmlerle Oscar heykelciğine kadar uzanan Bier, aynı zamanda Dogma 95’e de filmleriyle katkı sağlamıştır. Özellikle Elsker dig for Evigt’i tam anlamıyla Dogma 95’e bağlı kalarak çeker. Böylece küçük bir hazine olan Dogma külliyatına katkıda bulunan ender isimlerden biri olduğundan yeri en azından benim nazarımda ayrıdır.

Susanne Bier’ın filmografisi, aslında hikâye açısından bakınca tek bir noktada toplanmaktadır. Sanki başta bir hikâye vardı ve o hikâye üzerinden tüm filmlerin senaryosu ortaya çıktı. Zira genelde senaryolarını Anders Thomas Jensen’e yazdıran ya da birlikte yazan Bier, çok önem verdiği aile kurumunu tüm senaryolarına odak noktası seçmektedir. Sonuçta her ne kadar senaryoları Jensen yazsa da Bier’in belli başlı temel noktaları belirttiğini düşünmekteyim. Örneğin aile (genelde üç çocuklu ve mümkünse ikisi ikiz olur), üçüncü dünya ülkeleri, genelde ölüm sebebiyle çatlak alan aile ve ona yama olan bir başkası ile ailenin yeniden tamamlanması, hareketli kamera, süsten, gösterişten uzak olma, karakterlere yapılan yakın çekim ve özellikle gözlere odaklanan kamera açısı ve daha niceleri… Bier sineması denilince ilk akla gelenlerdir. Bazı konulara ya da ayrıntılara fazlasıyla takıntılı bir yönetmen anlaşılacağı gibi Bier.

Özellikle oldukça seçkin bir ülkede yaşamasına rağmen, üçüncü dünya ülkelerini, orada yaşanılan haksızlıkları, sefaleti az da olsa beyaz perdede dillendirmesi takdiri hak etmekte bana kalırsa. Kimi zaman Hindistan, kimi zaman Afganistan kimi zaman da Afrika düşer perdeye. Elbette filmin odağı olmayan bu mevzular, ana hikâyeyi besleyerek bile az çok derdini aşikâr eder.

Birçok başarılı yönetmen gibi bir süre sonra soluğu Hollywood’da alan Bier, etkisinden pek de bir şey kaybetmeyerek yoluna devam etmekte elbette. Fakat özellikle Jensen filmlerinden de oldukça aşina olduğumuz ekip ile Danca filmlerine devam etmesini dileyerek, en sevilen beş filmine daha yakından bakmaya sizleri davet ediyorum.

1) Efter Brylluppet (Düğünden Sonra) – 2006

Danimarka’nın o yıl Oscar’da adaylık almasını sağlayan Efter Brylluppet, Bier’ın en iyi filmi mi bilemem ama seyirciyi en çok etkileyen, gözyaşlarına boğan filmi olduğuna kimsenin itirazı olmaz sanırım. Zira oldukça klişe diyebileceğimiz noktalarıyla karşımızda duran hikâye, oyunculuklar (Mads Mikkelsen ve Rolf Lassgård), çekim açıları (hareketli kamera ve karakterlerin yüzlerine, özellikle de gözlerine yapılan yakım çekim), kurgusu (birçok karakterin hikâyesinin başarılı bir şekilde birbirleri ile bütünleşmeleri) ve elbette başarılı yönetimiyle seyirciyi tam anlamıyla kendine bağlıyor.

Hindistan’da bir yetimhanede kendini öğrencilerine adamış bir öğretmen olan Jacob, yüklü bir bağış yapmak isteyen fakat ayaklarına gelme şartı artı koyan şirket ile görüşmek amacıyla kendisinin de memleketi olan Kopenhang’a gider. Burada akıl almaz tesadüfler, yürek burkan geçmiş, tahmin edilemez gerçekler, verilmesi zor kararlar gerçekleşmek için sıraya girerler. Biz seyircileri de merak, gözyaşı, şaşkınlık ve daha nice duygu sarıp sarmalar.

Bir an bile nefes almadan izlenilen ve birkaç yama yapılmış gibi duran sahne dışında asla tahmin edilemeyen senaryosuyla en başta Anders Thomas Jensen’i takdir etmek gerek. Yalnız böylesine etkileyici bir filme yakışmayan final sahnesi, filmin en büyük noksanı oluyor ne yazık ki. Yine bazı klişe söylemleri, sıkıntılı finalini, sonradan yama yapılmış hissi uyandıran kimi sahnelerini görmezden gelirsek Efter Brylluppet, son derece bağlayıcı bir film. Bazı sahnelerinin aklınıza mıh gibi çakılacağını iddia bile edebilirim.



2) Hævnen (Daha İyi Bir Dünyada) – 2010

Bier’ın Oscar sahibi filmi Hævnen,  birbiriyle kesişen iki ailenin ve özellikle de ailelerin arkadaş olan çocuklarının dünyasında gezinen etkileyici bir dram. Üstelik bu çocukların hayatına odaklanan filmin bünyesinde, Elias’ın babasının doktorluk yaptığı, Afrikalıların hayatı da eklenirse… Bir yandan annesi kanserden öldüğü için tüm öfkesini başkalarından almaya çalışan bir çocuk, bir yandan kendi halkından insanlara işkence, eziyet yapan bir adam var. Orta sınıfa mensup, gayet seçkin bir hayat yaşayan beyaz insan Christian’ın intikam isteği ve öfke nöbetleri ile Afrikalı yoksul ve oldukça çileli bir hayat yaşayan siyah insanların intikamlarını alma şekilleri arasında pek de bir fark olmadığını gözler önene seriyor Bier esasen. Bu paralellik zaten filmin en çarpıcı yanı oluyor. Fakat iki tarafa da eşit düzeyde yer vermeyen Bier, daha çok Christian ile Elias arasındaki karakter zıtlığından beslenmeyi tercih ediyor.

Siyah ile beyaz ya da kahverengi ile mavi arasındaki kontrasın en güçlü hissedildiği Bier filmi olan Hævnen, güçlü ile güçsüz ya da iyi insan ile kötü insan arasındaki ayrımın muğlâklığını ispatlayan bir başyapıt kesinlikle. İzlerken neyin doğru neyin yanlış olduğuna, hangisini destekleyeceğinize, yüreğinizin kimin peşinden gideceğine asla emin olamayacaksınız. Bu da hem kimseyle özdeşlik kuramamanıza hem de sürekli kendinizi sorgulamanıza sebep olacak. Ve akıllarda dolu soru işaretiyle sizi baş başa bırakacak bir film var karşınızda.



3) Elsker dig for Evigt (Açık Kalpler) – 2002

Bier’ın her şeyiyle Dogma 95 akımının takipçisi olan filmi Elsker dig for Evigt’in senaryosu yine Anders Thomas Jensen’in kaleminden kotarılır. Bier, bu filminde her filminin siluetini oluşturan iki ailenin birbirlerindeki eksik parçaları tamamlaması takıntısını tam anlamıyla ete kemiğe büründürür. Birbirine âşık iki genç evlenmek üzerelerdir. Fakat ansızın gelen görünmez kaza tüm planları alt-üst eder. Felç olan Joachim (Nikolaj Lie Kaas), sevgilisi Cæcilie (Sonja Richter), Joachim’e arabasıyla çarpan Marie (Paprika Steen ) ve Marie’nin doktor olan kocası Niels (Mads Mikkelsen) arasında gelişen ilişki var olan düzenin yıkılmasına sebep olur. Belki de zaten çürümüş olan bir evliliği ayakta tutan tek sağlam taşın aradan çekilmesine neden olur beklenmedik kaza. Kim bilir?

Bier’in Dogma kurallarının hepsini sadık bir şekilde uyguladığına bizzat şahit olduğumuz filmde yer yer gerçek kişilerin kayda geçmiş hayatını izliyormuş hissine kapılmamak imkânsız. Gereksiz müziklerden, yapmacık mekânlardan, göz alıcı, aldatıcı ışık oyunlarından uzak olan filmde Bier kamerası ile karakterlerine oldukça yakın mesafeden bakıyor. Hareketli kamerasıyla istediği oyunları yapmaktan kendini men etmeyen yönetmenimiz seyircide yabancılaşmayı sağlamak için en çok karakterlerin fiziksel bütünlüğünü bozmayı tercih ediyor. Karakterleri genelde sadece göz olarak gördüğümüz anlar, kulağımıza sürekli izlenenlerin bir film olduğunu, kendimizi kaptırmamız gerektiğini hatırlatıyor.



4) Brødre (Kardeşler) – 2004

Hollywood tarafından remake’i yapılacak kadar kıskanılası bir yapım olan Brødre, Bier’in kalıplarının biraz dışına çıktığı, Dogma akımından ise oldukça uzaklaştığı filmlerindendir. Zaten Hollywood’un remake işine girişmesi de bunun en büyük kanıtı değil midir? Lakin her ne kadar kurallarından taviz verdiği bir film olsa da Brødre, hala Bier’ın vazgeçmediği birçok alışkanlığını barındırmaktadır. Filmlerinde sürekli farklı ırk, sınıf ya da karakter üzerinden kontras kuran yönetmenimiz bu kez de Afganlar ile Danimarkalılar, sorumsuz, başını beladan kurtarmayan kardeş ile her zaman takdir edilecek işlere imza atmış, başarılı, sorumluluk sahibi kardeşi karşı karşıya getirir. Çatışmasını da bunlar üzerine kurarak oldukça etkili hikâyesini anlatmayı başarır.

Jannik, hapisten yeni çıkmıştır. Ailenin yola gelmeyen elemanıdır. Michael ise bir binbaşıdır. Ve yakında Afganistan’a gidecektir görev için. Bu gidiş, evli ve iki çocuk babası Michael için zorlu bir ayrılıktır. Fakat onları çok daha zorlu imtihanlar beklemektedir. Bu süreçte Jannik ile Sarah arasında yaşanan yakınlık, Michael cephesinde, hem Afganistan’da yaşadığı büyük travmanın üstüne hissedilmesi, patlamaya hazır fitili ateşler. Yine eksilen bir ailede, aile dışından birinin bu eksikliğe yama yapmasının bir örneği yaşanılır. Şiddetin fazlasıyla kendine yer bulduğu Brødre, Michael’in kriz geçirdiği sahnede The Shining’e de naif bir selam gönderir.




5) Things We Lost in the Fire (Yitirdiğimiz Şeyler) – 2007

Her başarılı ve Hollywoodlu olmayan yönetmen gibi Bier’da bir süre sonra ruhunu şeytana satmış ve İngilizce olarak Hollywood oyuncularıyla film çekmiştir. Elbette yine Bier’ın kusursuz gözüyle ete kemiğe bürünen Things We Lost in the Fire, çok iyi bir filmdir. Ne de olsa başkarakterlere hayat veren isimler Halle Berry ve Benicio Del Toro’dur. Bier yine bir ölümle sökük alan aileye, giden karakterin tam zıttı olan birini yama yapar. Fakat diğer filmlerinde de olduğu gibi yama söküğün büyümesine engel olur. Elbette bu süreç hem söküğü alan anne ve iki çocuğu için hem de yama olan uyuşturucu bağımlısı, eski avukat Jerry için hayli zorludur. Ne de olsa Jerry, en yakın arkadaşının ailesine eklemlenecektir. Sonunda birbirlerini gerçekten tanıyıp anlayan, zorlukların birlikte üstesinden gelen karakterler,  bir süre sonra tamamen birbirlerinden güç alarak hayata tutunduklarını fark ederler.




Stephen Frears Sineması



1968 yılında kısa metraj ile başladığı yönetmenlik kariyerinde uzun bir süre tv projelerinde devam eden Stephen Fears, 1984 yapımı The Hit ile adını duyurmaya başlamıştır. İngiltere’nin en önemli yönetmenleri arasında sayabileceğimiz Fears,  başarılı işlere imza attıktan sonra Hollywood’a transfer olarak ve başarılarını arttırarak devam ettirmektedir. Adeta sürekli yükselen bir çıta izleyen Fears, henüz Oscar heykelciği ile buluşmamıştır fakat iki kez Oscar’a aday olmayı başarmıştır.

Fears, genelde kariyerinde biyografilere ya da uyarlamalara yer vermiş, özellikle de güçlü kadınların hikâyelerine odaklanmayı tercih etmiştir. Dönem filmlerindeki başarısında zamanın ruhunu ne kadar iyi yakalayabildiği asla gözden kaçmayacak gerçeklerden biri. Ayrıca yönetmenimizin hayatlarını perdeye yansıttığı kahramanlarına hayat vermek için seçtiği oyuncular konusundaki muhteşem kararları kıskanılası bir başarıdır. Kurgu, atmosfer ve oyuncu yönetimindeki ustalığını söylemeden edemeyeceğim Fears’ı eksileri ve artılarıyla değerlendirmek için beş filmine daha yakından bakalım isterim.

1) Dangerous Liaisons (Tehlikeli İlişkiler) - 1988

Aynı adlı bir İngiliz tiyatro oyunundan uyarlanan Dangerous Liaisons, Fransız Devrimi öncesi aristokrat kesimin ahlaki olarak ne kadar dibe vurduğunun bire bir yansımasıdır. Aristokrasi hiçbir emek harcamadan, var olan servetiyle bolluk içerisinde yaşarken tüm zamanlarını ya operaya giderek ya da komplo oyunlarıyla geçirmektedirler. Birbirleriyle akraba, arkadaş vb ilişkisi olan bu küçük ama tehlikeli zümre, birbiriyle kedi fare oyunu oynar gibi oynamaktadır.

İşte tüm bu çürümenin asıl ve en baş aktörü Glenn Close’un ustalıkla hayat verdiği Marquise de Merteuil karakteridir. Zaten film onun kendine hayranlıkla aynaya bakmasıyla başlar ve sonunda da kendine nefretle, ağlayarak aynaya bakmasıyla son bulur. Marquise’e, onun akıl almaz oyunlarına en büyük ortaklığı, John Malkovich’in yine hayran olunacak bir performans sergilediği Vicomte de Valmont yapar.

Frears’ın birçok filminde yaptığı gibi yine tek bir erkek karakter etrafında birçok kadın karakterle örülü olan bu hikâyede aristokrasinin eleştirisinin isabetli olması kadar itirazım olan noktalar da vardır. Bir kadının ya da kadınların şeytanlaştırılması, sonunda da tüm suçun tek, güçlü ve biraz da hırslı bir kadının omuzlarına yüklenmesine, iffetli davranmaya çalışan kadının ise tamamen masum görülmesine elbette itirazım var. Yalnız tüm bu sıkıntılarına rağmen muhteşem kurgusu (özellikle unutulmaz paralel kurgu sahneleri), oyunculukları, atmosferi, sanat yönetimi, kostümleri ve yönetimiyle filmin bir başyapıt olduğunu asla kimse inkâr edemez. Zira film, birçok ödülle bu başarısını taçlandırmayı da bilmiştir.




2) Philomena (Umudun Peşinde) – 2013

Yine bir kadın ve yine gerçek bir hayat hikâyesi, Fears’ın ellerinde zirveye çıkıyor. Yönetmenin en çok ses getiren işlerinden biri olan Philomena, ülkemizde de en çok sevilen, izlenen yapımlarından biri yönetmenin. Philomena adlı kadının vakti zamanında elinden alınan çocuğunu bulmak amacıyla eski bir gazeteci ile yollara düşmesini odağına alır film. Bu yolculuk hem kadınların toplumdaki konumlarına, dinler aracılığıyla yaşadıklarına, hukuki süreçlerin işleyişine ayna tutarken hem de başkarakterin içsel yolculuğunu bizleri ortak eder.

Judi Dench ile Steve Coogan’ın ustalıklı oyunculuklarının sayesinde zaten fazlasıyla iyi örülmüş senaryonun sarmaladığı film, adeta şaha kalkmaktadır. Oldukça büyük bir drama dönüşecek hikâyeye incelikli bir mizah anlayışı serpiştirerek, seyircinin gözyaşlarından medet ummayan Fears’ın bu olgun tercihi de gözden kaçmaz elbet. Kadına Fears’ın en doğru yerden baktığı filmlerinden biri olan Philomena, Oscar’da aldığı adaylıklar ve birçok festivalden aldığı ödüllerle de başarısını perçinlemiştir.




3) The Queen (Kraliçe) – 2006

Güçlü biyografileriyle tanınan Fears, İngiltere’nin yakın tarihinin en unutulmaz olaylarından birine farklı bir pencereden bakmayı deniyor bu kez. Eski İngiliz Prensesi Diana’nın bir trafik kazasında hayatını kaybetmesinden sonra İngiltere halkının verdiği tepkinin, İngiltere kraliçesi Elizabeth’e olan yansımalarını temel almaktadır esasen film. Lakin Diana’nın ölümünün hemen öncesinde monarşiye, geleneklere pek de bağlı olmayan Tony Blair’in seçimleri kazanması da filmin temeline aldığı durumlardan bir diğeri. Filmde sarayı ve onun kurallarını çok defa ihlal etmiş bir eski prensesin geride bıraktığı sevgi seli ile yine monarşiye taban tabana zıt bir liderin etkinliği, aslında görünürde ülkenin en son söz hakkına sahip kadınını alt eder.

Diana’ya olan tarifi mümkünsüz sevgisini açık eden halk ile Diana’nın cenazesi süresince nasıl bir tavır almasını şekillendiren Blair, Elizabeth’in halkın gözündeki yerini, devlet yönetimindeki etkinliğini sorgulamasına neden olur. Lakin Fears, her ne kadar kraliçenin, böylelikle monarşinin artık hiçbir anlamı kalmadığını, sadece bir temsilden öteye gidemediğini vurgulamak istese de Elizabeth ile biz seyircilere özdeşlik kurdurması pek de kabul edilemez benim nazarımda. Elizabeth’i fazlasıyla masumlaştırmasının yanında, Blair’in de bu noktada saraya, seçim kampanyalarındaki söylemlerinden çok farklı bir tutum sergilediği de gözlerden kaçmaz.

Oscar heykelciğini de kucaklayan, Helen Mirren’in tapılası oyunculuğu ile neredeyse bugüne kadarki birçok biyografinin tozunu attıran The Queen, modern ile gelenekselin zıtlığını filmin her noktasına incelikle yaymasıyla, çok yakın bir tarihi üstelik yaşayan kişilerin hayatını perdeye yansıtmanın zorluğunun altından da başarıyla kalkmasıyla takdiri hak etmekte.




4) Florence Foster Jenkins – 2016

Fears yine güçlü bir kadın karakteri odağına alan biyografi ile çıkıyor karşımıza. Florence Foster Jenkins, tarihe adını yazdıran, ilginç kadınlardan biridir. Hatta tarihin en kötü opera sanatçı olarak bir namı olduğunu söyleyebiliriz. Müziğe âşık olan Florence, ilk evliliğinden kaptığı hastalıktan dolayı aslında gerçekten iyi olduğu pianoya veda etmek zorunda kalır. Fakat müzikten kopmak istemeyen bu varlıklı kadın, yine çok sevdiği operaya yönelir. Fakat Florence’nin operaya asla ve asla yeteneği yoktur. Fakat başta kocası olmak üzere çevresindeki neredeyse herkesin Florence’ye bu gerçeği açık etmemeleri hatta ve hatta ona söyledikleri yalana kendilerinin bile inanması akıl alır gibi değildir.

Neredeyse bire bir Florence Foster Jenkins’in gerçek hayat hikâyesinden bire bir perdeye yansıtılan film, kadın hikâyelerinde ve biyografilerde başarısını fazlasıyla ispatlamış Fears’ın elinde adeta kusursuzlaşıyor. Elbette bu başarının en büyük payı da sinema tarihinin görüp görebileceği en muhteşem oyuncularından Meryl Streep’in muhteşem oyunculuğunun payı vardır. Dönemin ruhunu, karakterin duygu dünyasını kusursuzca yansıtan filmin neredeyse hiç kusuru yok desek yeridir.




5) High Fidelity (Sensiz Olmaz) – 2000

Hangisi önce geldi; müzik mi, sıkıntı mı? Çocukların şiddet dolu filmler izlemesinden endişe duyuluyor. Şiddet kültürünün etkisinde kalacakları düşünülüyor. Kimse çocukların kalp yarası, dışlanma, acı, sıkıntı ve kayıplarla ilgili binlerce şarkı dinlemesinden endişe duymuyor. Sıkıntılarım olduğu için mi pop müzik dinledim? Yoksa pop müzik dinlediğim için mi sıkıntı bastı?

 Açılışı fonda 13th Floor Elevators'dan "You're Gonna Miss Me" adlı şarkıyla ve yukarıdaki sorularla yapan film, tüm süresi boyunca anlamlı sözlere, dönemin popüler olmayan daha alternatif müziklerine yer vermektedir. Bir plak dükkânı olan Rob’un (John Cusack) hali hazırdaki sevgilisinin onu terk etmesinden sonra geçmişini, eski ilişkilerini hatırlamasıyla ilerler film. Bir süre sonra Laura (Iben Hjejle) ile olan tam olarak bir türlü bitmeyen ilişki ile Rob’un geçmişini gözden geçirmesi birbirine paralel bir şekilde ilerler.

Kadın erkek ilişkileri hakkında büyük büyük laflar eden film, birçok Fears filminde olduğu gibi yine bir erkek etrafına konumlandırdığı kadınlarla kuruyor hikâyesini. Yalnız bu kez yan karakterler olarak yer alan diğer iki erkek karakter olan Dick ile Barry’in anlamlı varlıkları yadsınamaz. Müziğin de filmdeki karakterlerden biri olduğu filmin özellikle kaset dönemini yaşayanlar için daha fazla anlam kazanacağını belirtmek isterim. Fears’ın ilk kez bu filminde ana akım sinemanın kodlarını sarsarak seyirci ile bire bir iletişime geçen bir başkaraktere yer verdiğini de es geçmeyelim.



Theodoros Angelopoulos Sineması



Modernist sinemanın son bekçisi olan Theodoros Angelopoulos’u da ne yazık ki yakın bir zamanda kaybetmemizin ardından bir dönemin daha kapıları kapanmış oldu. Fakat arkasında büyük bir külliyat bırakan – burada elbette nicelikten daha çok nitelikten bahsediyorum - Angelopouols, dönüp tekrar tekrar o döneme bakmamıza, tanımamıza sebep olan büyük bir insan olarak ayrıldı aramızdan. Yunanistanlı yönetmenimiz, üç döneme ayırabileceğimiz filmografisinin her döneminde acılarla yoğrulmuş ülkesinin tarihine uzanmış, hatta ve hatta tüm Balkanlar’ın kaderini odağına aldığı filmlerle de karşımıza çıkmıştır.

Angelopoulos, ilk filminden sonra genelde üçlemeler olarak çalışmayı tercih etmiştir. İlk olarak tarih üçlemesi filmlerinde ülkesinin yüzyıl boyunca yaşadıklarına odaklanarak daha politik filmler, ikinci dönem, kendi hayatına içsel bir yolculuk mahiyetindeki sessizlik üçlemesinde daha kişisel filmler çekmiştir.  Ve ne yazık ki nihayete erdiremediği son üçlemesi, ikinci filminin çekimlerinde talihsiz bir trafik kazasında hayatını kaybettiğinden dolayı yarım kalmıştır.

Filmlerinde Brechtyen bir anlayışı benimseyen, epik tiyatroyu adeta perdede yaşatan isim olan Angelopoulos, uzun plan sekansları ve bu plan sekanslar içerisinde gerçekleştirdiği zamansal atlamalarla namını duyurmuş bir yönetmendir. 360 derece kamera hareketleri, aynı mekân ve aynı plan içerisinde yaptığı zaman atlamalarıyla bir yönetmenden daha çok bir Tanrı gibidir. To Vlemma tou Odyssea’da aynı dans sahnesinde uzun bir dönemi özetlemesi inanılması güç bir meziyettir.

Filmleri arasında karakterlerini dolaştırmayı sevdiği gibi bir şeyleri yarıda kesmekten de keyif alır. Belki de bu asla kendini tamamlayamamış bir ülke olan Yunanistan’a bir göndermedir. Başlayan her dans, her tiyatro oyunu, her düğün mutlaka yarıda kesilir. Düğün demişken Angelopoulos, düğün ve cenaze gibi hayatın en baş aktörlerini her filmine mutlaka yerleştirmeyi başarır. Hayatın bu iki yadsınamaz gerçeği ard arda karşımıza çıkar hem de. En önemlisi ise Angelopoulos filmlerinden Yunanistan’ı tanıyanlar bu ülkeye asla yaz gelmediğini düşünebilirler. Zira onun filmlerinde yaz mevsimine, doğan güneşe, aydınlığa yer yoktur. Angelopoulos, hüzünlü filmleriyle kendini var etmiştir hep. Kış, yağmur, kar ve özellikle de sis onun sinemasının vazgeçilmezleridir. Hep bir sisler ardından bakmamızı ister hikâyelerine. Bu durumda zaten yeterince hüzünlü hikâyelerinin etkisini daha da arttırır.

Filmlerinin etkileyici atmosferi, Eleni Karaindrou’nun adeta bazı filmlerin baş aktörlerinden biri olan muhteşem müzikleri, ustalıklı senaryoları, derinlikli ama hiçbir şekilde özdeşlik kurmamıza izin verilmeyen – Angelopoulos karakterlerine kamerayı asla yaklaştırmaz-  karakterleri, muhteşem plan sekansları, zamansal atlamaları, kusursuz mekân seçimleri, imgeler üzerinden ilerleyen sinemasıyla her filminde bir başyapıt sunmuştur bizlere Angelopoulos. Bu başarısını sayısız ödül ile de taçlandırmış bu ismin hiçbir filmini birbirinden pek de ayırmak mümkün değildir. Bu eşsiz külliyattan diğer filmlerin affına sığınarak beş tanesini daha da detaylandıralım isterim.

1) To Vlemma tou Odyssea (Ulis’in Bakışı) - 1995

“Ve ruh kendini tanımak için kendine bakmalıdır.”
Platon’un yukarıdaki sözleriyle başlayan To Vlemma tou Odyssea, tam da Platon’un dediğini uygulayan A. (Harvey Keitel) isimli bir yönetmenin ardından ilerliyor. Amerika’da yaşayan Yunan göçmeni bu yönetmen,  Manaki Kardeşler’in banyo edilmeden kaybolan üç bobin filmini aramak için Balkan topraklarına bir yolculuk yapıyor. Bu yolculuk, aslında daha çok A.’nın kendi hayatına yaptığı içsel bir yolculuktur. Hatta Angelopoulos’un kendi içsel yolculuğunun bir yansımasıdır. Zira filmdeki A.’nın Angelopoulos’u temsil ettiği tartışmasız bir gerçek.

Neredeyse bütün filmlerinde ülkesinin tarihine, Balkan ülkelerinin kaderine,  adeta bir ağıt yakan Angelopoulos, bu kez çerçeveyi biraz daha genişleterek, tüm Balkanları, adeta biçim olarak vazgeçemediği uzun plan sekanslarda, 360 derece kamera hareketlerindeki gibi başladığı yerden sonuna kadar sabırla dolaşıyor A.  Manastır, Üsküp, Bükreş, Felipe, Belgrad ve son olarak Saraybosna… Karakterimiz aslında içsel yolculuğunu tetikleyen sadece bir araç olan filmleri Balkanlar’da farklı şekillerde süre giden savaşın en yoğun yaşandığı yerde buluyor tam da.

Filmin Saraybosna’ya kadar olan kısmında yalnızlık, terk edilmişlik gibi duygular baskınken sonrasında tamamen savaş etkisi altına alıyor filmi. Çatışma, kan vs göstermeden Angelopoulos, inanılmaz çarpıcı bir filme imza atıyor To Vlemma tou Odyssea ile. Sinema tarihine de büyük bir saygı gösterisi olan filmin birbirinden etkileyici diyaloglarından beni en çok etkileyen şu sözleri paylaşmadan edemiyorum.

“Yunanistan ölüyor. Taşlar ve heykeller arasında yaşadığımız 3000 yıldan sonra ölüyoruz. Yunanistan ölecekse, bir an önce ölmeli. Çünkü can çekişme ne kadar uzun olursa, ölüm de o kadar acılı olur.”



2) Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei (Ağlayan Çayır) – 2004

Angelopoulos bir kez daha vatanı Yunanistan’ın bir türlü kapanmayan yaralarına parmak basıyor Trilogia: To Livadi Pou Dakryzei ile. Angelopoulos’un yine bir üçleme niyetiyle başladığı ama ne yazık ki sonunu getiremediği hikâyenin bu ilk halkasında odağına çok da yapmadığı bir şey yaparak bir kadını alıyor. Ekim Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına kadar devam eden uzun bir süreyi Eleni üzerinden anlatmayı tercih eden yönetmenimiz bu kez lineer bir anlatım tercih ediyor. Zaman ve mekân oynamaları yapmadan anlatmayı tercih ettiği bu filmde en çok yarattığı mükemmel mekânlarla göz dolduruyor kuşkusuz. Daha sonra sular altında kalacak köy (ki Angelopoulos tamamen film için kurmuştur bu köyü), mültecilerin kaldığı tiyatro binası, Eleni ile Alexis’in kaldığı çarşaflı mahalle tek kelimeyle muhteşemdirler.

Ekim Devrimi’nde annesini babasını kaybettiği için yolda mülteciler tarafından evlat alınan Eleni, kendi yaşıtı olan ailenin oğluna âşık olur. Ne var ki evin babasının Eleni’de hep gözü vardır – Angelopoulos, yaşlı ve yalnız karakterlerine hep kendilerinden yaşça küçük kadınlardan medet umma girişiminde bulundurmuş, fakat ellerini hep de boş döndürmüştür- ne yazık ki. Eleni ile Alexis’in bu durumda tek yapacakları düğün günü kaçmaktır. Zira ortada başka bir aileye verilmiş aşklarının meyvesi olan ikiz çocukları da vardır.

Eleni ile Alexis’in bu kaçışı ile birlikte Ekim Devrimi’nde başlayan sürgün hayatı başka bir şekilde devam eder. Yaşadıkları yüzyıl itibariyle yine pek çok acı onların önünde dikilir. Her ne kadar çoğundan öyle ya da böyle uzak durmaya çalışsalar da ard arda yaşanılan acılardan kurtulamazlar. Alexis’in babası Spyros’un ölmesi, Alexis’in daha iyi bir hayat umuduyla Amerika’ya göç etmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın ve sonrasında iç savaşın çıkması, Eleni’nin evinde isyancıları sakladığı gerekçesiyle tutuklanması, Alexis’in sırf Amerikan vatandaşı olabilmek için İkinci Dünya Savaşı’na katılıp, ölmesi, çocukların Yunanistan’da karşı cephelerde savaşarak hayatlarını kaybetmeleri... 

İşin en acı tarafı ise daha küçücük bir çocukken ailesini kaybederek yabancı bir aile ile bilmediği topraklara sürüklenen Eleni’nin acısı hiç bitmez. Ömrü boyunca tarifi mümkünsüz acılar yaşar Eleni. Tıpkı Yunanistan gibi… Eleni bu filmde Yunanistan’nın bir metaforudur aslında. Yıllarca her türlü acıyı yaşayan ama hiçbirinin de önüne geçemeyen bir Yunanistan… Hep ağlayıp durmuştur bu bitmeyen kaderine.




3) O Thiasos (Kumpanya) – 1975

O Thiasos, Angelopoulos’un adını tüm dünyaya duyuran filmidir öncelikle. Yunanistan’ın yakın dönemine bir küçük tiyatro grubu üzerinden ışık tutan Angelopoulos, bu derinlikli işine elbette ki uzun bir süre ayırmak zorunda kalmıştır. 1939-1952 yılları arasına hatta bazen oyuncuların kameraya yaptıkları anlatılarla daha da önceye 1922 yılına kadar uzanan geniş bir zaman dilimi, dört saate yakın bir destana dönüşüyor perdede. General Metaksas’ın dikta dönemi, Yunan-İtalyan Savaşı, Naziler’in Yunanistan’ı işgali, sonrasında ülkeden çıkarılışlarının ardından yaşanan iç savaş ve Yunanlılar tarafından adeta bir Mesih olarak görülen Alexandros Papagos’un iktidara gelmesi… Bu on üç yıl boyunca birbirinden etkili dönemlerin her birinde yani dikta dönemi, İkinci Dünya Savaşı ve iç savaşta savaşan komünist cephe, kumpanyadaki üç kişi tarafından temsil edilmektedir.

Angelopoulos, her biri birbirinden önemli dönemleri tek bir film ile ele alma kararı ile zaten başta büyük bir cesaret örneği göstermiştir bana kalırsa. Üstelik doğrusal bir anlatım ile bile zorlanabilecek bu dönemler arasında dilediği gibi gezinmeyi tercih eder. Elbette bunu flashback ya da flashforward ile yapmamaktadır. Zira uzun plan sekans tercih eden yönetmenimiz aynı plan içerisinde birbirinden çok farklı zamanlar arasında aynı mekân içerisinde atlama yaparak zaman ve mekân algısını yerle bir eder.

Angelopoulos, her ne kadar içerikte yirminci yüzyılı odağına alsa da çeşitli metaforlarla en çok da karakterlerin isimleriyle çok daha eskiye, mitolojik çağlara kadar uzanmakta sakınca görmemiştir. Özellikle filmin en etkin karakterlerinden biri olan Elektra’nın annesinden nefret ettiğini, babasına çok bağlı olduğunu fark etmemek mümkün değil. Yine her bir karakteri sayesinde Yunan mitolojisine de göz kırpan filmin, yönetmenin en bitmemişler filmlerinden biri olduğunu da söyleyebiliriz. 

Kumpanya, film boyunca asla tam olarak oyunu bitiremediği gibi asla da tam kadro bir araya gelememiştir. Yine uzun planlar, 360 derece kamera hareketleri, düğün ve hemen ardından cenaze, hep yarıda kesilen temsiller, danslar, düğünler ama en önemlisi de müzikleriyle bir başka âlemin kapılarını açıyor bize O Thiasos.




4) Topio Stin Omichli (Puslu Manzaralar) – 1988

Angelopoulos, sessizlik üçlemesinin bu son halkasında yine üçlemenin filmlerinden Taxidi sta Kythira’daki Antonis ve Voula’nın çocukluğuna götürüyor bizleri muhtemelen. Zira Angelopoulos, karakterlerini tüm filmlerinde gezdirmeyi adet edinenlerdendir. Aynı şekilde film boyunca Orestis sayesinde karşılaştıkları gezici tiyatro da O Thiasos’da hikâyelerini takip ettiğimiz kumpanyanın ta kendisi değil midir? Hala ısrarla aynı oyunu sahneye koymaya çalışmaktadırlar.

Anneleri tarafından babalarının Almanya’da olduğu söylenilen Voula ve Antonis, henüz beş ve on dört yaşında olmalarına rağmen, çılgınca bir plan yapar; babalarını bulmak için evden kaçarlar. Elbette filmin acaba babalarını bulacaklar mı gibi bir kilit noktası yoktur. Zaten klasik sinemanın bir kodlaması olan yani finalde büyük çözümlemeyi yapmak gibi bir kaygı gütmeyen yönetmenimiz filmin çok başlarında asla böyle bir babanın olmadığını bize açıklar. 

Zaten Voula da bu gerçeği bizimle birlikte öğrenir. Fakat kabullenmek istemez. Ya da kabullense bile bu yolculuktan vazgeçmez. Zira bu yolculuk genetik babalarını aramak amacıyla değil umudu, mutluluğu, güveni aramak amacıyla yapılmaktadır. Yol boyunca Orestis haricinde asla aradıklarını bulamayan kardeşler, aksine hep tam tersine denk gelirler. Özellikle Voula, inatla sürdürdüğü bu yolculukta, başına gelebileceklerin en kötülerini yaşar. Lakin en güzelini de…

Başlarından büyük badireler geçen bu kardeşler aslında bir nevi de Yunanistan’ın bir alegorisidirler. Yunanistan’ın da yüzyılın başından itibaren her türlü felaketi yaşamış bir ülke olduğunu düşündüğümüzde tam da karşılığını buluyor. Kim bilir nasıl Volula ve Antonis’in büyüme hikâyesi ise bu film, Yunanistan’ın da olgunlaştığını ima ediyor olabilir. Zira muhakkak yaşanılan acılar bir ülkeyi de olgunlaştırır değil mi? Bir negatifte sisler ardında görünen ağacı bulup da kocaman sarılma umuduyla bir çırpıda izlenecek nefis bir film Topio Stin Omichli.




5) O Melissokomos (Arıcı) – 1986

Yine bir Spyros (Marcello Mastroianni) vardır karşımızda. Angelopoulos’un babasının ismi olan Spyros, nerdeyse her filminde bir karakter olarak karşılar bizi. Bu kez ise tüm hikâyeyi onun peşinden takip edeceğimiz, arıcı, öğretmen, baba, yalnız bir adam ya da bir kaybeden Spyros var karşımızda. Evli ve iki çocuk babası olan Spyros, kızını evlendirdikten sonra öğretmenliği de bırakarak, baba mesleği olan arıcılığa devam etmeye karar verir. Üstelik arılarını tüm ülkeyi gezdirerek mükemmel bir bal almayı amaçlar. Lakin umutsuz bir şekilde başladığı bu yolculuk baştan kaybedeceğini belli ediyordu az çok. Spyros, Topio Stin Omichli’daki çocuklar gibi yeni bir başlangıca değil kendi sonuna doğru bir yolculuğa çıkar.

Yolculuğu esnasında arabasına binen genç kız ile yakınlaşması ve onunla hayata bir nevi tutunacak gibi olması da nihayete eremez. Zira sonunda bu genç kız da Spyros’un sessizliği ve yaşama yabancılaşması karşısında çareyi ondan kaçmakta bulur. Tıpkı tüm ailesinin ve çevresinin yaptığı gibi. Bu son umut parçasını da yitiren, tek tek arkadaşlarını, ailesini dolaşan ve hiçbir şeyin değişmediğini gören Spyros, daha fazla bu anlam veremediği hayata devam etmeme kararı alır. Düğün ile başlayan film, ölüm ile son bulur böylece. Tam da Anglepoulos’un yapacağı bir hamledir bu ne de olsa. Lakin O Melissokomos’un, birçok açıdan yönetmenin filmografisinden biraz ayrıksı durduğunu da belirtmek gerek. Bir de Topio Stin Omichli’da fazlasıyla naif davrandığı kadın vücuduna, özeline, bu filmde fazlaca cinsiyetçi yaklaştığını da inkâr edemeyiz. Yine de her şeye rağmen muhteşem bir yalnızlık ve kaybeden hikâyesi olan film birçok kesim tarafından oldukça sevilmiştir.