23 Mayıs 2015 Cumartesi

TEPECİK HAYAL OKULU: ÇOCUKLUK HAYALLERİNDEN FİLMLER YAPMAK


120 yıllık bir geçmişi olan sinema bugüne kadar birbirinden farklı birçok yönetmenin sevdalandığı bir sanat dalıdır. Bu yönetmenlerin kimisi elde olan imkânlar sayesinde çok iyi yerlerde eğitim görüp hiç zorlanmadan bol bütçeli filmler çekerken kimileri ise hayata bir sıfır yenik başlar. Ne var ki başarı refahın ve rahatlığın olduğu yerlerde kendini çok fazla göstermez. Kısıtlı imkânlarla, yokluk içerisinde yapılan üretim ise beklenenin aksine büyük bir başarı yakalar.
 İşte Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin Tepecik köyünde Dünya’ya gelen Ahmet Uluçay bunlardan biridir; ilkokul mezunu olan Uluçay, hiçbir sinema eğitimi almamış ve filmlerini çekmek için herhangi bir destek görmemiş biri. Ama Uluçay yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen yılmayan, her zaman başaracağına inanan bir yönetmen olur. Kısa yaşamına dokuz kısa, bir uzun metraj ve birçok ödül sığdıran Uluçay’ın belgeseli Tepecik Hayal Okulu onu anlatmaya yetmese de dikkate değer bir yapım.

Güliz Sağlam’ın yönettiği Tepecik Hayal Okulu, Uluçay’ın  hastalık dönemine ve sinema hayatına, kendisiyle birlikte yakınlarının anlatımıyla ışık tutulması üzerinden ilerleyen bir belgesel. Documentarist 7. İstanbul Günleri’nde FIBRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) ödülü, 47. SİYAD ödüllerinde en iyi belgesel film ödülü başta olmak üzere Ankara, Malatya ve Boston Türkiye Festivallerinden de en iyi belgesel ödülünü alan Tepecik Hayal Okulu, uzun yıllara yayılan bir çalışma. Uluçay’ın beynindeki tümörün hayatını oldukça zorladığı, bu nedenle ameliyat olduğu dönemde çekimlerine başlanır belgeselin. Fakat birçok nedenden dolayı tamamlanamayan bu yapım, Uluçay’ın hayatını kaybetmesi üzerine tekrar ele alınarak bitirilir. Hatta Uluçay’ın tutuculuğu nedeniyle o yaşarken eşi ile yapılamayan röportaj, sonradan eklenen bölümlerden biridir. Uluçay’ın ameliyat olduğu hastane koridorları ve tüm filmlerine de ev sahipliği yapmış olan köyü Tepecik Hayal Okulu’nun iki mekanı olur.

Film Uluçay’ın tıpkı içinde bulunduğu şartlara kafa tutması gibi rayların üzerinde hızla gelen trene de aynı raconu kestiği sahne ile başlıyor. Zaten bu tren Uluçay’ın takıntılı olduğu bir imge filmlerinde... Nerdeyse tüm filmlerinde tren var oluyor. Bir film şeridi olarak düşündüğü tren, her vagonunda farklı insanlar ve bambaşka hayatlar ile onun için bir karnaval gibi.  Uluçay’ın ‘Çocukluğa takılıp kalmış bir sinemacıyım, yaşadığımız çağı sevmiyorum’  sözleri, çektiği tüm filmlerde anlattıklarının kendi çocukluğunun eseri olduğunu ifade ediyor.  Kimi zaman ‘İnci Deniz Dibinde’ adlı kısa filmindeki duvarda görülen cinlerin, kimi zaman da ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ filmindeki sokak aralarında çocukların koştururken gördükleri gölgelerin Uluçay’ın düşlerle dolu çocukluğuna yaptığı göndermeler olduğu açığa çıkıyor.

Çocukluğunu unutamayan, o dönemde yaşadıkları tatları, ilerleyen yıllarda bulamayan yönetmenler geçmişte de var oldu ve var olmaya sanırım hep devam edecek. Federico Fellini’nin Sekiz Buçuk filmi kendi çocukluğuna bir saygı duruşu, Andrey Tarkovsky’nin İvan’ın Çocukluğu filmi yine kendi çocukluğuna göndermelerle dolu bir anma değil midir? Maalesef ki bu büyük yönetmenler ömürleri izin verdiği için eserlerini insanlığa armağan etmeye devam etmişken Uluçay çağın vebasına direnemeyerek çok erken aramızdan ayrılır.

Babasının ‘Bu işlerde para yok’ diyerek onu destelemediği, evliliğinde evin geçimine hiç katkı sağlamayarak tüm yükü karısının üzerine yıktığı, çocuklarıyla ilişkisi onları filmlerinde oynatmakla sınırlı bir hayat Uluçay’ınki. Bulunduğu çağı sevmeyen, sürekli çocukluğundaki zamanlarda kalmak isteyen Uluçay’ın filmlerini ve onu anlatan tek kaynak olan Tepecik Hayal Okulu’nu izleyin, izlettirin…


16 Mayıs 2015 Cumartesi

BOYCHOİR: MÜZİK HIRSIN GIDASIDIR


Sinema türlü türlü başarı hikayelerini anlatan bir sanat dalı olagelmiştir. Çoğu hikayede kahramanlar en alttan en üste doğru yavaş yavaş tırmanırlar. Gerçek hayatta nadir olarak yaşanılan bu vaka haliyle anlatılmayı hak edecek bir mevzu olarak görülür. İster gerçek ister hayal ürünü olsun izleyenler açısından bu hayat hikayeleri çok sevilir. Çünkü seyirci izlediği hikayede kendini kahramanın yerine koyarak tam bir özdeşleşme sağlar. Bu nedenle kahramanın yırtması izleyenin kendsininde sıkışmış dünyasından da kurtulması, nefes alması anlamına gelir. İşte Kanadalı Ben Ripley’in yazıp François Girard’ın yönettiği Boychoir bu bahsettiklerimin birçoğunu bünyesinde barındıran bir film.
Annesi ile birlikte yaşayan Stet ‘in aykırı davranışlar sergileyen mutsuz bir çocuk olduğunu özetlemesi ile başlıyor film. Ancak annesini kaybetmesinden sonra başarı merdivenlerini üçer beşer tırmanacağı bir kulvara giriyor Stet’in hayatı.  Stet ülkenin hatta kıtanın en başarılı müzik okullarından birine sadece biyolojik babası diyebileceğimiz kişinin para kesesinin ağzını açması ve yeteneği sayesinde giriyor. Ve bu ana kadar yapmadığı şeyi yapmaya başlıyor; hayatla savaşıyor. Üstelik bunu yaparken başarıya giden yolda hiçbir davranışı yapmaktan gocunmuyor; kimi zaman kendisinden küçüklerden yardım istiyor kimi zaman da iki gözü iki çeşme af diliyor. Zira burjuvazinin emarelerinin buram buram hissedildiği okulda tutunup başarabilmenin başka yolu olmadığının fazlasıyla bilincinde karakterimiz.

Stet’in hikayesini izlerken yakın dönemde izlediğimiz Whiplash filminin akla gelmemesi sanırım mümkün değil. Büyük başarıyı ıskalamış ve bilgilerini bir sonraki kuşağa aktararak yoluna devam eden hoca, rakiplerini geride bırakarak zirveye tırmanmaya çalışan öğrenci karakterleri çok benzeşiyor. En büyük benzerlikleri ise başarıyı dayanışarak değil de rakiplerini alt ederek kazanma paydası oluyor.  Ne var ki Boychoir’deki öğrenci öğretmen ilişkisi çok daha sevecen.

Kendini filmin her anında mükemmel bir konserin ortasındaymışçasına hissettiren müzikleri , Dustin Hoffman gibi başarılı oyuncuların varlığı ve her an yükselen öyküsü ile tam not alabilecek Boychoir alt metinde verdiği mesajlarla maalesef karın ağrısına neden oluyor. Stet’in hayata tutunma hikayesi Amerikan kültürünün aileyi kutsama takıntısından nasibini alıyor. Bir de üstüne sadece başarılı olursan kabul edilirsin mesajı var ki her şeyi bitiren nokta oluyor. Şayet yetenekli, zeki ya da güzel olmazsan, zirveye oynamazsan yalnız ve zavallı kalmaya mahkum kalırsın anlayışı filmin var olan güzelliklerini de gölgeleyerek geriye zifiri bir karanlık bırakıyor. Hatta çoğu kişi için faşist bir bakış açısı olduğu öne sürülen Whiplash’den bile zihniyet olarak geriye düşüyor. Geriye zirveye çıkmayı bırak, tırmanmasına bile izin verilmeyen nicelerinin varlığının yarattığı umutsuzluk duygusu kalıyor.

Boychoir, her şeye rağmen öğretmen-öğrenci ilişkisini ya da başarma öykülerini izlemeyi sevenler için kaçırılmaması gereken bir yapım. ‘Uzun süredir kulağımın pası silinmiyor’, ‘Biraz olsun müziğin huzurunu yaşamak istiyorum’ diyorsanız bu film tam size hitap ediyor.  Şayet filmi izlerseniz unutulmaz eserlerden Alleluia, Adiemus gibi eserleri etkileyici sahneler eşliğinde dinlemenin huzurunu yaşayacak ve filmden sonra fellik fellik filmin soundtrackını arayacağınıza bahse girerim. Şimdiden mırıldanarak eşlik edilen müziğin sesini duyar gibiyim.



SUİTE FRANÇAİSE: AŞK OYUNU BUNA DERLER


2. Dünya Savaşı yıllardır nice kitaba, filmde işlenmiş bitmek tükenmek bilmez bir konu olagelmiştir. Yaklaşık altı yıl süren, elli milyon insanın hayatına mal olan tarihin en kanlı savaşı, unutulmaz anları ile adeta filmlerde yaşamaya devam ediyor.  En çok da Adolf Hitler öncülüğünde savaşa katılan Nazi Almanya’sının işgalleri, katliamları, soykırımları ile konuk oluyor sinemaya. Dünya tarifi mümkünsüz bu acıların gelecek nesillere sinema ile aktarılmasına şahit oluyor yetmiş yıldan bu yana. Bazen cephedeki çatışmalar, bazen Yahudi soykırımı olarak bazen de savaşın gölgesinde yaşanan aşkları ile beyazperdeye taşınıyor. İşte İrene Nemirovsky’nin bir türlü tamamlanamayan romanından Saul Dibb’in Matt Cahrman ile birlikte senaryolaştırıp çektiği Suite Française savaşın gölgesinde yaşanılan nice aşk filmlerinin en iyilerinden biri.
Suite Française sadece bir aşk filmi değil elbette. Odağına aşkı alan ama aynı zamanda Nazi Almanya’sının işgal ve Yahudi politikası, sınıf meselesi, yurttaşlık sorunları gibi nice konu ile beslenen bir yapım. İşin can alıcı noktası ise tüm bu toplumsal meseleleri aşk gibi bireysel bir duyguya olabildiğince naifçe ve ustalıkla yedirilmesi.  Kocası askere gittiği için kayınvalidesi(Kristin Scott Thomas) ile birlikte aynı evi paylaşmak zorunda kalan Luice(Michelle Williams) hiçbir şeyden habersiz, ona çizilmiş olan hayatı sessiz bir kabulleniş ile yaşar. Ne var ki bu sakin hayat çok sürmez. Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesinden sonra her eve yerleştirilen Nazi askerlerinden teğmen Bruno von Falk’ın (Matthias Schoenaert) Angellier malikanesine gelmesiyle Luice başta olmak üzere herkesin yaşadığı hayat değişmeye başlar. Gizlenmiş, örtbas edilmiş her şey su yüzüne çıkmaya, geri dönüşü olmayan değişimler yaşanmaya başlar. Filmin asıl kızı Luice tıpkı bir kelebek gibi  sarıp sarmalandığı kozasını yavaş yavaş da olsa çatırdatarak gerçek dünyaya ve onun acılarına kanat çırpar.

Film karakterleri ırk üzerinden değil insanlık üzerinden değerlendiriyor: Yönetmen Fransızları melek olarak yansıtmıyor. Her ne kadar Naziler tarafından işgale uğramış esirler olsalar da onları da tıpkı Naziler gibi olumsuz yanları ile var ediyor. Kimi zaman her gün yüz yüze baktığı komşularını gammazlayan ispiyoncuları kimi zaman da yoksulları iliğine kadar sömüren akbabaları ile tanıyoruz bazı Fransızları. Bunun yanında tıpkı Luice gibi kendisine çizilmiş hayatı yaşayan teğmen Bruno ise bir Nazi askerinden çok farklı yanlarıyla tanınıyor; eli silah tutmaktansa piyano çalmaya, savaş stratejilerinden daha çok beste yapmaya uygun biri.

Merkezine aşk hikayesini alan filmler gibi her an melodrama dönüşebilecekken bu tuzağa düşmüyor Suite Française. Ne ağlak sahnelere ne de karamsarlığa umut bağlıyor. Aynı şekilde kimseyi melankolik ya da zavallı hale düşürmüyor. Aksine yaşadığı her olumsuzluk da bile umudunu kaybetmeyen, hatta hedeflerini büyüten kararlı bireyler filmi omuzluyor.
Genelde kapalı mekanlarda geçen film az da olsa var olan dış mekan çekimlerinde ise oldukça karanlık bir atmosfer sunuyor. Luice’nin giydiği birkaç kıyafet haricinde hiçbir renk görünmüyor. Bruno’nun bestelediği etkileyici tınıların haricinde huzur duyup nefes alınabilecek hiçbir an yaşanamıyor. Yaşanılanlar yokluk, hayal kırıklığı, korku, nefret, ümitsizlik duygularından öteye gitmiyor. Sinematografisi,  atmosferi, müziği ve en önemlisi oyunculukları ile bu yılın sık sık adını duyacağımız Suite Française, şimdiden Oscar yarışının adayları arasından kendine yer kapmış gibi görünüyor.


3 Mayıs 2015 Pazar

TOZ RUHU: FANTEZİNİN KRALI METİN TOSYALI


Kısa filmler çekerek sinema dünyasına tecrübeli adımlarla giren Nesimi Yetik, tiyatro bölümünden mezun olduktan sonra ‘Zan Şer Hiç’, ‘Annem Sinema Öğreniyor’ ve ‘Döşeğimde Ölürken’ adlı kısa filmleri çeker. Annesi ile kendisinin oynadığı ‘Annem Sinema Öğreniyor’ Berlin film festivali başta olmak üzere birçok festivalde ödül alır. Kısa filmlerin ardından gerçek bir hayat hikayesini beyazperdeye aktarmak için kolları sıvayan Yetik, bunun altından da başarı ile kalkar; Toz Ruhu Adana Altın Koza Film Festivali’nden en iyi film ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini alarak döner. Böylece ilk sinema filmi ile ödül alan sayılı yönetmen arasında yerini alır.
Sinemamızda arabesk ya da fantezi müzikleri seven, söyleyen karakterler çokça işlenmiştir. Özellikle kırdan kente şarkıcı olmak için gelen karakterleri unutmak mümkün mü? Bunlardan en unutulmazı ise Ali Nazik karakteri olmuştur. Muhsin Bey filminde izlediğimiz bu karakteri sürekli arabesk, fantezi söylerken görürüz. Ne var ki bu karakterlerin tek amaçları şarkıcı olmak, kaset çıkartmaktır. Bu amaçları doğrultusunda hayata tutunabileceklerdir. Bu da karakterleri kaybeden, filmleri de fazlasıyla melodram yapar.

Oysa Yetik’in gerçek hayatta yaşayan Metin Tosyalı’nın hikayesinden yola çıkarak çektiği filmdeki Metin karakteri daha mantıklı bir kişi görüntüsü çiziyor. Fantezi müziği çok sevmesine rağmen bunu yaşama sebebi haline getirmemiş, hayallerini gerçekleştiremese de ne hayata ne de müziğe küsmemiş biridir Metin Tosyalı. Çok sevdiği temizlikçilik işine devam ederken boş kalan zamanlarında müziğini de icra etmeye devam ediyor.  Tosyalı ufak şeylerle mutlu olmayı biliyor. Tek başına söylediği bir şarkıyı kaydederken yüzünden okunan mutluluk onu anlamamıza yetiyor.

Mesleğinde değme temizlikçi kadına taş çıkaracak denli profesyonel olan Tosyalı, aynı zamanda da işini severek yapar. Bir de buna simetri takıntısı da eklenince karakter çok daha renkli bir hal alır. Onur Ünlü kafasından esintiler taşıyan bu karaktere yönetmenin yapımlarında da çokça izlediğimiz başarılı oyuncu Tansu Biçer hayat verir. Tansu Biçer gibi bir oyuncu ile çalışınca diğer oyunculuklardan pek de beklenti içerisine girmez izleyenler. Ama hiç beklenmeyen bir yan karakter bazen o kadar iyi bir oyunculuk sergiler ki izleyenlere sürpriz yapar. İşte Tosyalı’nın yeğeni olarak izlediğimiz Aytaç Uşun öyle bir oyunculuk sergiler. Daha önce oynadığı Silsile filmindeki başarısını da katlayarak kendini fazlasıyla ispat eder Uşun.  Küçük bir rolde Settar Tanrıöver’i de  hayranlıkla izlediğimizi belirtmem gerekir sanırım.
Yetik hikayeye çok odaklanmadan tamamen karakter üzerinden ilerlemeyi tercih ediyor. Filmin her anında Metin Tosyalı’yı izliyor, onu takip ediyoruz. Bazen tek başına bazen de yan karakterlerin hikayeye dahil olmasıyla umutlandığı anlarını izliyoruz. En önemlisi ise karakterini yargılamıyor yönetmen.  Kapalı ve dar mekanlarda hareketsiz kamera ile yapılan çekimler karaktere sıkışmışlık hissini yaşatıyor. Bazı sahnelerde ise kamera unutulmuşcasına hissi yaratan anlar izleniyor. Duvarlarında şarkıcı resimlerinin ve tik takları hiç eksik olamayan saatin olduğu ev tasarım olarak tam bir Metin Tosyalı portresi niteliğinde.

Filmin sonunun nasıl biteceğini seyirciye bırakan Toz Ruhu başlangıcında toz zerrecikleri ile bizi karşılarken sonunda ise ışıklar içinde uğruluyor.  Pek alışık olunmayan bir karakteri perdeye başarılı bir şekilde yansıtan yönetmen zoru başarıyor. Dillere pelesenk olacak besteleri ile ise kolay kolay unutulmayacak bir işe imza atan Toz Ruhu asla kaçırılmamalı diyor ve sizi Metin Tosyalı’dan dinlediğimiz o harika şarkının sözleriyle baş başa bırakıyorum.
Kalbime söyle taş mı basayım
Verdiğin sözü nasıl unutayım
Ellerini böyle boş mu tutayım

Yârin olmazsa olmazı var