29 Haziran 2020 Pazartesi

DOGTOOTH



Film, denizin bir koltuk, otoyolun rüzgâr, tüfeğin bir kuş, seyahatin ise bir zemin kaplama malzemesi olduğunu işitmemiz ile başlar. Çocukların, evden uzaklaşınca tanıyabilecekleri kelimeler, evdeyken karşılarına çıkabilecek şeylerle anlamlandırılır kasetteki sesin sahibi olan anne tarafından. Yine filmin ilerleyen sahnelerinin birinde aile, Frank Sinatra’nın Fly Me to the Moon parçasını dinler. Başka bir dilde söylenilen şarkıyı baba, çocuklarına tamamen farklı bir şekilde tercüme edip dilin gücünü yıkarak, dil üzerinde kendi hegomanyasını kurar. Uçmaktan, özgür olmaktan bahseden şarkının sözleri yerine aileye ve eve duyulan sevgiyi, sadakati belirten sözleri koyar baba. Hatta son cümle her şeyi özetler: “Seni (evi) asla terk etmeyeceğiz.” Ludwig Wittgenstein, kaleme aldığı Tractatus Logico-Philosophicus’da “Dilimin sınırları benim dünyamın sınırlarıdır.”  der. Filmdeki ebeveynler dile müdahale ederek çocuklarına sundukları dünyanın alanını ellerinden geldiğince daraltırlar. Bırak başka bir dil bilmeyi kendi dillerini bile sınırlı bir şekilde öğrenen çocukların, hayatı algılayış şekilleri de buna göre çok kısıtlı olur.


 Üst sınıf bir ailenin hayatına konuk olduğumuz Yorgos Lanthimos’un yönettiği Köpek Dişi’nde baba hariç diğer bireyler evden dışarıya çıkmaz. Ev, bu filmde asla bir beton yığını ya da sadece bir ülkenin alegorisi değildir. Lanthimos, çizdiği çerçeveye çok daha geniş bir perspektiften bakarak yerleştirir portresini. İnsanlığın başlangıcından kurar anlatı yapısını. Geniş bir arazi içerisine kurulu malikâne cennet, tüm kuralları koyan baba Tanrı ya da Âdem, anne ise Melek ya da Havva’dır. Gelelim çocuklara. Evden kaçtığını anladığımız çocuğun misyonu çok önemli. Bu çocuğun, evdeki Büyük Kız’ın ikizi olması yüksek ihtimal. Tıpkı evdeki Erkek Çocuk ile Küçük Kız gibi. Ayrıca annenin yine bir ikiz beklemesi ve yine birinin erkek, birinin de kız olduğuna adı gibi emin olması, bu varsayımı daha da güçlendirir. Zira Havva, hayatı boyunca bir defa hariç biri kız biri de erkek olmak üzere hep ikiz doğurmuştur. Çünkü insanlık soyunun devam edebilmesi için kardeşlerin birbiriyle evlenmesi gerekmekteydi. Tabii tek bir şartla: İkizler birbiriyle evlenemezdi. Kabil ise bu kuralı tanımayarak kendi ikizi ile evlenmek ister. Fakat iktidar Habil’den yana tavır aldığı için Habil’i öldüren Kabil, ailesini terk eder. Kabil, aslında insanlık tarihinin ilk başkaldıranıdır. Tanrı’ya, dine, aileye yani bir insanı özgürlüğünden alı koyacak olan en büyük engellere sırtını döner Kabil. İşte Büyük Erkek Çocuk, tam da Kabil gibi özgürlüğünü elinden alan aileyi terk edebilmiştir. Lanthimos, hiç tanımadığımız bir karakter üzerinden aileyi (Tanrı, din, aile) hedef tahtasına oturtur. Ona inandırıldığı üzere köpek dişinin düşmesini bekleyen Büyük Kız ise evdeki Erkek Çocuk ile birlikte olmaya zorlanınca tam olarak gitmeyi kafasına koyar.


Filmde bu Kabil ile Habil meselesinin altını dolduran yine en önemli şeylerden biri; çocuklar arasında yaratılan rekabet duygusudur. Çocukların tek aktivitesi sonunda ödül ya da ceza olan yarışmalardır. Çocuklar sürekli bu yarışmalar nedeniyle birbirleriyle çekişme halindedirler. Bu durum bir süre sonra çocukların birbirlerine şiddet göstermelerine neden olur. Bu şiddet anları filmin seyrini oldukça güçleştiren anlar olurken bir de Lanthimos’un kamera kullanış tercihi bu durumu adeta katmerler. Kimi zaman yerine mıhlanan kamera nedeniyle vücudun gövdeden veya baştan kesilmesi, ortam seslerinin baskınlığının dışarıdan her an gelebilecek bir tehdit unsuru olarak kullanılması filmin sert tonunu besler adeta. Ebeveynlerin rekabeti körüklemesi sadece bu kadar ile de kalmaz. Anne “Yeterince çabalarsanız belki yeni çocuk doğurmama gerek kalmaz.” diyerek henüz doğmamış çocukları bile rekabet malzemesine dönüştürür. İşte bu şekilde sürekli bitmek bilmez bir yarışın içerisinde olan çocukların, ebeveynlerinin, özellikle de Baba’nın(Tanrı’nın) gözüne girmek için gösterdikleri çaba, Tanrı tarafından sürekli sınav olan kulların durumunun tıpa tıp aynısı değil de nedir? Lanthimos, Baba üzerinden kullarına kural koyan, onları bir yarışın içine sokup başarısız olduklarında cezalandıran Tanrı olgusunu toptan karşısına alır aslında.

Yine Baba’ya köpek eğitim merkezin sahibinin söyledikleri tam da Tanrıların, diktatörlerin, babaların insanlara yaptığına bir nevi ayna tutuyor. Köpeklerin hamura benzediğini ve onların zamanla tabii ödül ve ceza yöntemiyle şekillendirilip kusursuz bir köleye dönüştürüleceğini anlatıyor. Köpeğinizin evcil bir hayvan, bir arkadaş mı? Bir yoldaş mı? Yoksa sahibine saygı duyup emirlerine uyan bir bekçi köpeği mi olmasını istersiniz? diye soruyor adam. Tabii ki Baba’nın isteği tıpkı çocuklarında tercih ettiği gibi emirlere uyan bir bekçi köpeğidir. Tıpkı hayvansever olduğunu iddia eden birçok insan gibi: Hayvan sahiplenen birçok insanın o hayvanlardan tek beklediği şey kendilerine itaat etmeleri değil midir? Gücü elinde bulunduranın beklentisi hep aynıdır. Baba, hayvan sahibi ya da Tanrı, ne fark eder?


İşte kullarından bu sorgusuz itaat bekleyen Baba’nın, oğlunun cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için –sadece erkeğin cinsel ihtiyaçları olurmuş gibi- dışarıdan bir yabancıyı, korunaklı cennetine kendi elleriyle soktuğunu görürüz. Christina’yı (filmde ismi olan tek karakter) para karşılığı eve getirir. Christina, yaratılan bu evrende Şeytan’a karşılık gelir. Çünkü Christina, tıpkı Cennet’te yasak ama cezp edici şeylerle Havva’yı ve Âdem’i tanıştıran Şeytan gibi Büyük Kız’ı baştan çıkarır –yoksa aydınlatır mı demeliyiz?- . Büyük Kız’ın aydınlanmasının mimarı iki filmin videokasetidir aslında: Rock 4 ile Jaws. Amerika’nın büyük bir tehdit olarak gördüğü, düşmanı sosyalizme verdiği savaşı alt metnine yedirmiş filmlerdir her ikisi de. Rocky, Rus boksörü yener. Jaws filminde de yine köpekbalığı (sosyalizm tehlikesi) yani kasaba halkının deyişiyle Bruce, öldürülür.  Oral seks karşılığı Christina’dan aldığı bu iki filmi izleyen Büyük Kız, köpekbalığı olmayı kafasına koyar. Filmlerdeki replikleri ezberleyen hatta Rocky filmindeki dövüş sahnelerini tek başına canlandıran Bruce’un tıpkı ikizi gibi sorgulama, başkaldırma zamanı gelmiştir. Ne de olsa içinde, sonunda ölüm olsa da pes etmeden can verene kadar mücadele eden bir köpek balığının ruhunu taşır. Ki köpek balığı ile ne kadar özdeşlik kurduğunu ona verilen ismi benimseyip kendine isim addetmesinden bellidir.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Ağustos sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır.





MUSEO



2016 yapımı “Hoş geldin Lenin” belgeselinde denizde Lenin heykelini bulan kişi: “Ben buldum bunu, kimse sahiplenemez” der. Sonrasında ise yöre halkından başkaları: “Ganimet değil ki bu! Dünyaya aittir heykel.” diyerek aksini savunurlar. Son tahlilde Akçakoca Belediyesi’nin sahiplendiği heykelin açtığı tartışma elbette çözüme kavuşmaz.



Prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülünü kazanan “Müze”de ise başkarakter Juan ile bir İngiliz sanat simsarı arasında benzer bir tartışma cereyan ediyor: Sömürgecilik döneminde batan İspanyol gemisinden çıkan Maya altınlarının kime ait olduğu üzerine İngiliz simsar, yağmayı haklı çıkarmaya çalışacak kendince büyük laflar ediyor.  Karşısında olan kişi ise ülkesinin ulusal müzesini soyan ve bunları bir İngiliz’e satmaya çalışan bir genç! 1985 yılında Mexico City’deki Ulusal Antropoloji Müzesi’nden Maya, Aztek ve Zapotek uygarlıklarından kalan çok önemli 140 eseri çalan iki üniversite öğrencisinin gerçek hikâyesinde Alonso Ruizpalacios’un “Bu film aslının bir reprodüksiyonudur.” cümlesiyle bizi uyarması boşuna değil. Ruizpalacios, böylece değinmek istediği meselelere yer açıyor: Dünya üzerinde yaratılmış eserlerin gerçekten kime ait olduğundan tut da orijinal olduğunu zannettiğimiz eserlerin kaçının kopya olmadığına kadar birçok soruyu” Müze” sürekli kafamızın içinde döndürüyor. Bununla da kalmıyor; yaptığı oyunbaz hamlelerle soru işaretlerini derinleştiriyor. Mesela korunaklı cam kafeslerin içerisinde tutulan eserlere hissedilen adeta bir tapınma haliyken Juan ve Benjamin sayesinde çıkarıldıkları yere toprağa tekrar bulanmalarına ne demeli? Müze, bir nevi yeraltından çıkarılıp –çalınıp mı demek lazım yoksa?- itinayla temizlenip müzede sergilenen eserlerin tekrar asıl ait olduğu yerle buluşturuyor bir anlık olsa da. Fakat ne yazık ki bu hamle filmin sonuna taşınamıyor.



Seksenli yılların ruhunu bile mevzusunu derinleştirmek için kullanan filmde özellikle üzerinde Duran Duran yazılı tişörte müzedeki eserlerden birinin sarınarak korunması çok önemli bir detay aslında. Kutsalı olarak gördüğü tarihi eserlerini bile bir İngiliz müzik grubunun isminin yazılı olduğu tişörte sarıp koruyan karakterleriyle milli değer denilen şeyin artık bir yanılgıdan başka bir şey olmadığından da dem vuruyor Ruizpalacios.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Aralık sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır. 

26 Haziran 2020 Cuma

ROCKETMAN





Bugüne kadar izlediğimiz biyografilerin en büyük ortak yanı müzisyenler hayatlarını kaybettikten sonra çekilmiş olmalarıdır. Aksi olarak akla gelebilecek örnek ise oldukça azdır. Örneğin “Tina: Aşkın Bununla Ne İlgisi Var”, Tina Turner’in kendi yazdığı otobiyografik romanından ve Turner yaşıyorken sinemaya uyarlanmış bir film. İnanılması güç derecede sarsıcı bir hayat hikâyesini perdeye yansıtan bu filmde aslında Turner, kendi hayatını ifşa etmiştir. Tıpkı “Rocketman”de Elton John’un yaptığı gibi. Peki, ama hangisi anlatılanlar açısından daha güvenilirdir? Bohemian Rhapsody gibi ikinci kişiler tarafından verilen bilgilerle çekilen biyografiler mi, yoksa “Rocketman”da olduğu gibi müzisyenin bizzat kendisinin referans olduğu biyografiler mi? Sanırım ikisinin de handikapları var.


“Rocketman”, ateş rengi ve oldukça abartılı bir şeytan kostümüyle kapıyı aralayarak koridoru adımlayan Elton John ile karşılıyor bizi. Adeta binlerce insanın çığlık çığlığa onu beklediği bir sahnenin yolunu adımlar gibi ilerleyen karakterimiz çok farklı bir yere götürüyor aslında bizi. Bir rehabilitasyon merkezinde grup terapi seansının ortasında buluveriyoruz kendimizi. Elton John’un hayatının en dibe vurduğu ve artık her şeyi kabullenip tekrar su yüzüne çıkmaya karar verdiği dönüm noktasını sınırı olarak benimsiyor film. Utangaç bir çocuk olarak tanıdığımız Reggie Dwight’in ismiyle (Elton Hercules John) birlikte karakterini ve tüm yaşantısını değiştirerek geçmişin korkularını arkasında bırakamadığına şahit oluyoruz.


Lakin John’un hayatının bu ilk yarısı oldukça trajik anlarla geliyor perdeye. Tıpkı seyirciyi etkisi altına almak isteyen birçok türdeşiyle aynı şiarla çekilmiş bir film “Rocketman”da aslında. Neyse ki filmin müzikal sahneleri her an seyircinin o ağır havadan sıyrılmasını sağlıyor. Elton John’a başarılı bir şekilde hayat veren Taron Egerton’un bizzat kendisinin seslendirdiği ve asla belli bir kronolojik sıra izlemeyen parçaların, öncesinde gelen sahnelerle olan uyumu ise oldukça başarılı. Hatta filme ismini veren “Rocket Man” parçasını tam da Elton’un Troubadour Club’da ayaklarının yerden kesilmesinden sonraki ilk büyük dibi buluşu olan, bilinçaltının en derinine indiği havuz sahnesinde dinliyoruz. Ne diyor Elton John: “Ateşleme fitili sönmek üzere, yukarıda tek başına.” Zira John, tek dostu, eserlerinin büyük bir çoğunluğunun söz yazarı Bernie Taupin’den (Jamie Bell) bile ayrı düşmüş ve tüm hayat enerjisini kaybetmiştir.


Yakın zamanda çekilen filmler olduğu ve iki büyük İngiliz müzisyeni perdeye yansıttığı için Bohemian Rhapsody ile çokça kıyaslanan “Rocketman” daha az sterilize edilmiş ve seyirciyi manipüle etmekten imtina eden bir film en başta. Elbette filmin yapımcıları arasında Elton John’un olması ve bir nevi kendi hayatını lanse etmesi filmin yeterince objektif olup olmadığı konusunda şüphe uyandırıyor. Yine de her ne kadar sevişme sahnelerinde başka yöne kaydırılan kameralardan kurtulamasak da eşcinsellik konusundaki dürüst tavrı, gözyaşlarının insiyatifine sığınmayan yapısı önemli bir yerde duruyor.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Temmuz sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.  

SAF





 “Mutlak saflık hiçbir zaman elde edilemez.” diye yazar sözlükte. İnsanın saflığı da biraz böyle bir şey değil midir? Bir insanın içinde safi iyiliği ya da kötülüğü barındırması mümkün müdür? “Saf”, işte tam da bunu sorguluyor. Ali Vatansever, film boyunca bazıları bir nevi paradoksa dönüşen bu ve benzeri sorularla seyirciyi baş başa bırakıyor.

Film, kentsel dönüşümün yaşandığı Fikirtepe’de yaşayan genç bir çift üzerinden anlatıyor hikâyesini. Kamil ile başladığımız yolculuk Remziye ile devam ediyor. Beyaz ve siyahın temsili gibidir ilk başta bu iki karakter. Sonrasında ise siyah ile beyaz arasındaki sınır bulanıklaşıyor. Kamil karakteri aşırı iyi, yardımsever bir insan olarak görünse de içinde her an patlamaya hazır olan kötücül yanıyla yaşayan biridir. Remziye ise kurnaz biraz da işgüzar bir karakter yapısı çizse de kötücül yanına daha iyi söz geçirebilmektedir. Fikirtepe ise iş makineleri, derin çukurları ve yüksek kuleleriyle adeta doymak bilmez bir canavarı andırıyor. Bu canavar, en saf görünen insanın bile içindeki kötülüğü salıvermesine, dönüşmesine sebep oluyor.


Lakin mahalle sakinlerinin amacının evlerini vermemek, mahallelerine sahip çıkmak değil daha yüksek meblağlara evlerini satmak olduğunu görünce aslında Fikirtepe dönüşmeden insanların çoktan dönüşmüş olduğunu da anlıyoruz. Bu dış etkenin yanında mahalle sakinlerinin tehdit olarak gördüğü bir diğer etken de yine dışarıdan gelen Suriyeli göçmenlerdir. Ucuza çalışarak piyasayı düşüren Suriyeliler, Fikirtepe’nin tabiri caizse ırzına geçmiş inşaat şirketlerinden bile daha büyük tehdit olarak görülüyorlar. Tüm öfke, müsebbibine değil de gücün yeteceği Suriyeli mültecilere yöneltiliyor bu nedenle. Asıl suçlu da tüm bu karmaşadan yararlanarak şehri yutmaya, hanemize tecavüz etmeye devam ediyor.


İşsizlik, göçmen sorunu, kentsel dönüşüm gibi sosyal meseleleri kendine dert edinen “Saf”taki en büyük dönüşüm meyve-sebze üreterek topraktan hayat çıkaran bir karakterin son tahlilde yaşam alanlarını yok eden canavarın kollarından biri olmasıdır sanırım. Neyse ki film, toprak ile olan bağı asıl hayat verici olan kadına emanet ederek umudu diri tutmayı tercih ediyor.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Mayıs sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.  


23 Haziran 2020 Salı

A QUİET PLACE



John Krasinski’nin korku-gerilim filmi Sessiz Bir Yer, türün klişelerine bel bağlamayıp yenilikçi hamlelerle seyirciyi karşılayan bir film. Krasinski korku türünün bugüne kadar asla onsuz düşünemeyeceği sesi büyük oranda yok sayarak şaşırtıcı bir o kadar da riskli bir yol deniyor.

Seyirciye hakkında hiç açıklama yapılmayan post apocalyptic bir evrende geçen Sessiz Bir Yer’de karakterler de konuşmadığı için ne olup bittiğini filmin giriş sahnesindeki talihsiz olaydan ve gazete kupürlerinden anlıyoruz: Nereden geldiği belli olmayan kör ama çok üstün duyma yeteneğine sahip yaratıklar, dünyayı işgal etmiş, insanlığın büyük kısmının ölümüne sebep olmuş, hayatı durma noktasına getirmişlerdir. Hayatta kalanlar ise yeraltına çekilmiş ve derin bir sessizliğe gömülmüşlerdir. Tıpkı Abbott ailesi gibi.



Abbott ailesi ormanın içinde bir kulübede yaşamakta yoksa yaşamayı tercih etmekte demek mi gerek emin değilim. Çünkü şehirde daha korunaklı bir yaşam inşa edilmemiş midir diye düşünmemek elde değil. Bu noktada Abbott ailesi, doğuştan duyma engelli kızları Regan’dan dolayı zaten sessizlikle baş etmekte daha şanslı olduklarını düşünmüş de olabilirler. Tüm ailenin işaret dilini bilmesi ve babanın teknik konuda olan bilgisi, yeteneği nedeniyle ailenin mağrur bir şekilde kendisini sadece yaratıklardan değil insanlardan da izole ettiği düşünülebilir. Abbott ailesi için önemli olan tek şey ailenin bekasıdır zira. İnsanlığın kalanı, filmde hiç mevzubahis bile olmaz. Bir nevi Nuh tufanında gemiye binen ve insanlığın kalanını ölüme terk edenler gibi. Her ne kadar Abbott ailesine eşlik eden bir hayvan olmasa da kıyamet sonrası yeniden yaşamın inşa edilmesi durumu var aslında. Hatta Abbott ailesinin yaratıklarla mücadelesini ilkel çağlarda vahşi hayvanlarla mücadele eden insanlığın durumuna benzetmek de mümkün. Bu yeni hayatta kadın evde temizlik, yemek vs yapıp çocuk doğururken erkek ise evden uzaklaşıp avcılık ve toplayıcılık yapıyor. Yine zekâ gerektiren işler erkeğin tekelindeyken kadının bunlarla ilgilenmesi bile hep engelleniyor. Fakat kural koyucu, otoritenin aradan çekilmesiyle kadın, savaşmak zorunda kalıyor. Regan’ın zekâsı ile Evelyn’in cesareti ve bilek gücü sayesinde düşmandan saklanma, sessiz olma yerini yüz yüze bir savaşa bırakıyor. Kadınlar sayesinde gerçekleşen bir esaretten kurtuluş, diriliş hikâyesine dönüşüyor film bir anda. Kadın hem doğurarak hayatı devam ettiren hem de yaşamı tehdit eden unsur ile dişe diş bir mücadeleye girişen konumuna yükseliyor böylece.



Karakterlerin sessizliğinin Marco Beltrami'nin muazzam müzikleriyle süslenmesi sessizlik nedeniyle yaşanan gerilimi daha da arttırırken filmde en etkileyici anlara şahit olunan sahneler ne sessizliğin kan dondurduğu ne de müziğin ruha işlediği sahneler olur. Regan’ın kulağından dünyayı algıladığımız sahneler, filmin en vurucu anları olur.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Haziran sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır.  



22 Haziran 2020 Pazartesi

The Spy Who Dumped Me



Ajan filmleri seyircinin vazgeçemediği türlerden biri olmuştur her dönem. Peki, parodileri? Onlar da en az ajan filmleri kadar ilgiye mazhar olmaktalar. Son birkaç yıldır ajan parodisi olarak oldukça orijinal filmler perdede ard arda boy gösterdi: Kingsman: Gizli Servis, Kingsman: Altın Çember, Kod Adı: U.N.C.L.E ve Ajan…  Ajan filmlerinin çoğundan her anlamda daha doyurucu olan bu filmler, seyircinin beğeni seviyesini de hayliyle oldukça yükseğe taşıdı. Bu nedenle Beni Satan Casus, alışılageldiği gibi erkekleri değil de iki kadını ajanlık işine sokmasına, doyurucu efektlerine, tatmin edici esprilerine rağmen ajan filmlerinin sıkı takipçilerine yeni bir şey sunmadığı gibi zayıf senaryosu nedeniyle bir süre sonra tıkanmaktan da kurtulamıyor.



Audrey(Mina Kunis), terk edildiği erkek arkadaşının bir ajan olmasını öğrenmesiyle kendisini uluslararası bir kovalamacanın içinde bulur. Ve haliyle macera düşkünü en yakın arkadaşı Morgan(Kate McKinnon) da arkadaş kontenjanından dâhil olur göreve. Daha önce hiçbir tecrübeleri olmayan ama fazlasıyla yetenekli, akıllı en önemlisi cesur olan iki kadın, iyi eğitilmiş Rus ajanları da dâhil olmak üzere yollarına çıkan tüm engelleri şaşırtıcı biçimde aşarlar. Adeta soluklanmadan birçok ülkeyi kat ederek görevlerini icra ederler. Bu bahaneyle de neredeyse tüm Avrupa’yı turlarlar.
Yönetmen Susanna Fogel, David Iserson ile birlikte kaleme aldığı senaryo konusundaki açığını filmin mekânlarını renklendirerek telafi etmeye çalışıyor adeta. Tabiri caizse hızlandırılmış bir Avrupa turuna çıkıyoruz filmde. Audrey ve Morgan, sanki tur şirketinden kısa sürede çok yer görebilecekleri bir Avrupa turu almışlardır: Viyana, Prag, Paris, Berlin… Fakat bu Avrupa turunda ajan filmlerinde olduğu gibi şehirlerin simgelerinde cereyan eden çatışmalar değil de sadece şehrin can alıcı mekânlarının panaromik görüntüsü ile yetinmek zorunda kalırız ne yazık ki.



Tüm bunlara rağmen filmi özgün yapan çok önemli bir nokta varsa o da Fogel’in ilk filmi Life Patners’da da şahit olduğumuz kadar samimi olan arkadaşlık ilişkisidir. Morgan ile Audrey, düşmanı bile kıskandıracak bir arkadaşlık ilişkisine sahiplerdir. Zaten tüm zorlukların altından da birbirlerinden aldıkları güç ile kalkarlar. Ajan filmlerinin çoğunda en yakınının bile yeri geldiğinde güvenilmemesi gereken kişiler olduğu işlenmiştir hep. Hatta bu bir kuraldır. Audrey ile Morgan arasında ise bu kuralın asla yeri olmadığı gibi birbirlerinden hiç gizli bir şeyleri de yoktur. Birbirleriyle paylaşarak, birbirlerine güvenerek aşarlar aksine tüm zorlukları.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılının Eylül ayında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır.



21 Haziran 2020 Pazar

WOMAN AT WAR




Agnieszka Holland imzalı “İz” filmindeki Janina, yaşadığı bölgedeki avcılığa karşı mücadele eden sürprizli bir karakterdi. Prömiyerini Cannes Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde yapan “Woman at War”daki Halla’nın ise Janina’yı akla getiren yanları oldukça fazla. İkisi de orta yaşın üstünde ama gençlere taş çıkaracak bir çevikliğe, savaşçı ruha sahip, gücünü doğadan alan ve en önemlisi idealleri uğruna illegal tarafta kulaç atmaktan çekinmeyen, güçlü kadınlardır. Lakin bir nevi şaman kadınlarını da anımsatan bu karakterlerden Halla’nın çevreciliği ne yazık ki tartışılır bir noktada.



Benedikt Erlingsson yarattığı, yel değirmenleri ile savaşan Don Kişot’u akla getiren karakteri Halla’nın, elindeki ok ve yay ile koca elektrik trafolarını alt etmesi oldukça etkileyici aslında. Halla, küresel ısınmanın, dünyanın sonunu getirdiğinin farkında ama buna rağmen bir çocuğu evlatlık edinecek kadar da hayattan umudunu kesmemiş biri. Fakat Halla, çevre katliamı konusunda büyük resmi tam olarak göremediği için mücadelesinde bir nevi boşa kürek çekiyor. Zira atmosferdeki sera gazının artmasının ve çevreye verilen zararın tek sebebinin alüminyum fabrikası olmadığı tartışılmaz bir gerçek.  İzlanda’da yasal bir şekilde hâlâ devam eden balina avcılığından tut da hayvan endüstrisi ve balık çiftlikleri hem çevreyi en çok kirleten, temiz suyu tüketen, tarım alanlarını işgal eden hem de küresel ısınmayı tetikleyen başaktörler değil midir?  Bu kadar çok düşman faktör, hayvanların, ülkenin hatta dünyanın ırzına geçerken tek düşman olarak alüminyum fabrikasını hedef almak diğerlerinin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey olmasa gerek.




Lakin kuzeyin atmosferini buram buram hissettiren, çimlerin kokusunu burnumuzda tüttüren filmde özellikle bir koro şefi olan kahramanımız Halla’nın, müzikal zekâsının filmde kendine yer bulma şekli gerçekten de şapka çıkarılası. Film boyunca Halla’yı an be an takip eden mini orkestra (İzlanda) ve yine mini halk korosu (Ukrayna), hem bir yabacılaştırma unsuru olarak hem de kahramanın duygu geçişlerini an be an takip etme açısından farklı bir deneyim sunuyor.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Nisan sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.   


19 Haziran 2020 Cuma

WİLDLİFE



36. Torino Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alan Paul Dano imzali “Yangın Yeri” oldukça anlamlı bir fotoğraf karesi ile noktalıyor hikâyesini. Joe, anne ile babasını fotoğraf makinesinin karşısına oturtup sonra da kurguladığı bu karenin ortasına kendini yerleştirerek deklanşöre basıyor. Joe’nun tıpkı ailenin birlikte yaşadığı dönemde masadaki oturma düzenini tekrar bu karede kurgulaması önemli. Zira ailenin parçalanmaya geçtiği dönemde bu düzen değişmiş; Joe, omzuna yüklenen yükler sebebiyle bir yetişkin olarak odaktan ayrılıp masanın kenarına kaymak zorunda kalmıştı.  Son karede ise Joe, kendini tekrar ortaya alarak bu geçici görevden azlini istiyor gibi. Zira sırtındaki yükü fazlasıyla taşıdığı su götürmez bir gerçek.



Joe, sancılı dönemler dediğimiz sorunlu ergen yaşlarında. Fakat ne yazık ki ebeveynleri nedeniyle bu sancılarını yaşamaya fırsat bulamıyor. Zira anne ve babası geç ergenliklerini yaşamaya başlıyorlar. İlk başta çocuklarının etrafında pervane olan tek odakları olarak onu gören anne ve baba gidiyor. Karşımıza işten sorgusuzca atıldığı için ailesini bir süreliğine terk ederek yakınlarda vuku bulan orman yangınını söndürmeye giden Jerry ve bu gelişmeler karşısında tüm yükün üzerine bindirilmesini taşıyamayarak bir nevi savunma mekanizması olarak yeni bir aşka yelken açmaya çalışan Jeanette geliyor.  Joe’nun ise bu yaşanılanlar karşısında pek de tercih yapmak gibi bir şansı kalmıyor. Joe, ebeveynleri tarafından kurgulanan hayatta ona biçilen birden fazla rolün altından kalkmaya çalışıyor. Daha önce marketteki konserve kutularının arasına konumlandırılan Jeanette’nin yerini de evdeki tamir işleriyle uğraşan, para kazanan Jerry’nin yerini de Joe alıyor. Böylece Joe, kısa bir sürede çocukluktan yetişkinliğe adım atıyor. Fakat bu ailedeki tek dönüşüm Joe ile yaşanmıyor. Jeannette, özellikle hikâyenin başlarında markette ya da mutfakta gözlemlenirken ilerleyen süreçte de yalpalayıp başka bir erkeğin yanında bir süreliğine konumlansa da son tahlilde tek başına ayaklarının üzerinde durarak kendine bir hayat kuruyor. Jerry ise içindeki yangının ailesine de çoktan sıçradığını fark ediyor.



Jeannette, her ne kadar film boyunca seyircinin mesafeli durabileceği bir konumda olsa da aslında bocaladıktan sonraki kararlarıyla tüm erkek karakterlere tabiri caizse çalım atıyor. Paul Dano ile Zoe Kazan’ın, Richard Ford’un romanından uyarladıkları bu hikâyede kadını mutfaktan çıkarıp özgürleştirmeleri özellikle hikâyenin geçtiği dönem açısından oldukça isabetli bir karar. Amerika’da nice köklü değişikliğin fitilinin ateşlendiği bir yıl 1960… “Yangın Yeri”, arkasına yaşanmakta olan bir yangını da alarak hem artık değişmek zorunda olan ülkenin tutumunun hem de hiç bitmeyecek olan sınıf meselesinin altını çiziyor. Üstelik bunu yaparken tıpkı genç karakteri Joe’nun yargılamayan, gözlemci tarzını benimseyerek geleneksel Amerikan aile yapısını da ters düz ediyor.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Şubat sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.   

18 Haziran 2020 Perşembe

GREEN BOOK


PEKİ, NEYİM BEN?


Amerika Birleşik Devletleri’nde 1968 yılına kadar Jim Crow Yasaları geçerliydi. Demiryolları ve tramvaylarda “Sadece beyazlar için” ya da “Sadece siyahlar için” yazan bölümler vardı. Otellerde, kütüphanelerde, asansörlerde, tuvaletlerde bile bu durum geçerliydi. Martin Luther King’in ölümüne kadar yürürlükte kalan bu yasalar Deep South’da (Georgia, Alabama, Güney Carolina, Misissippi, Louisiana, Texas gibi eyaletlerde Afro Amerikalıların tüm haklarından mahrum olduğu, bir nevi köleliğin hâlâ varlığını sürdürdüğü bölge) ise çok daha katı uygulanıyordu. Bu koşullar altında yaşamaya çalışan siyahîlerin ise orta sınıfa mensup kesimi kendi araçlarını alarak en azından toplu taşımadaki aşağılanmadan kurtulmaya çalışmışlardır. Fakat seyahatlerini kendi arabalarıyla yapmaları başka zorlukları ortaya çıkarmış, keyfi tutuklamalardan tut da yeme-içme, tuvalet ihtiyaçlarının karşılanmaması gibi sorunlarla baş başa kalmışlardır bu kez de. İşte böyle bir zamanda Afro Amerikalıların hangi yolları kullanmaları gerektiğini, hangi otellerde konaklayıp hangi restoranlarda karınlarını doyurup nerelerden alışveriş yapabileceklerini detaylı bir şekilde anlatan, Negro Motorist Green Book adlı bir rehber yayınlanır.  Postane memuru olan Victor Hugo Green tarafından 1936’da ilki yayınlanan rehberin her sayısında mekânlar güncellenip hâkim olduğu ağ genişlemiştir.


İşte Negro Motorist Green Book, “Ay Işığı” filmindeki performansıyla Oscar ödüllünü kucaklayan  Mahershala Ali ile “Şark Vaatleri” ve “Kaptan Fantastik” filmlerindeki performanslarıyla iki kere Oscar’a aday gösterilen Viggo Mortensen’nin başrollerini paylaştığı, prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alan “Yeşil Rehber” filmine ismini vermekle kalmıyor aynı zamanda karakterlerimizin yolculuklarında onlara rehberlik de ediyor. 1927 ile 2013 yılları arasında yaşamış olan siyahî piyanist Dr. Don Shirley ile İtalyan asıllı Amerikalı Tony Lip’in sekiz haftalık yolculuğuna odaklanan “Yeşil Rehber”, gerçek bir hayat hikâyesine dayanıyor.  Üç yaşında dinleyici karşısına çıkan, on sekiz yaşında ilk konserini veren, iki kere Beyaz Saray’da olmak üzere birçok üst düzey mekânda konser veren, farklı birçok alanda (müzik, psikoloji, litürji sanatı) doktora yapan, akıcı olarak sekiz dil konuşan piyanist Don Shirley’in Deep South’a yaptığı turne esnasında şoförü hatta bir nevi koruması Tony Lip ile birbirlerini değiştirip dönüştürmeleri ve son tahlilde dost olmalarını odağına alan “Yeşil Rehber”, bir kez daha Amerika’da yaşanmış ve yaşanmakta olan ırkçılık meselesine kapı aralıyor. Sadece kapı aralamakla kalmıyor önümüze koca koca sorular da bırakıyor.


Yeterince siyah, yeterince beyaz, yeterince erkek değilsem peki, neyim ben?

Don Shirley’in bu haykırışlarına şahit olduğumuz filmde gerçekten de kimin siyah, kimin beyaz olduğuna karar vermek oldukça güç. Siyah görünümlü ama tam anlamıyla bir aristokrat olan Don Shirley mi yoksa beyaz görünümlü ama çoğu siyahîden daha siyah olan Tony Lip mi daha siyahî? Aslında filmin bu en çarpıcı sorusu Tony tarafından cevaplanıyor: Tony, Shirley’e “Ben senden daha zenciyim.” diyor. Zira film boyunca siyahîlere özgü olduğu düşünülen birçok özelliği Tony Lip’de görüyoruz: Kızarmış tavuk yemekten tut da birçok klişe davranışa kadar. Don Shirley ise asla elle yemek yemeyen, temizliğinden şüphe ettiği tuvalete girmeyen, sigara içmeyen, hırsızlık yapmayan, yere çöp atmayan, klasik müzik hayranı biri. Peki, her siyahî jazz müzik sevip suç işleme potansiyeline mi sahip olmalıdır? Bunun cevabını da Don Shirley veriyor: Shirley, Tony’e “Beni çok dar açıdan değerlendiriyorsun.” diyor. Shirley, kalıplara kolay kolay sığdırılacak bir karakter değil gerçekten de. Ki Don Shirley, sadece ırkçılığıyla değil aynı zamanda muhafazakârlığıyla da öne çıkan bir ülkede cinsel yönelimini de yaşamaya çalışmaktadır.

Büyük bir kısmı turkuaz renkli bir cadillac içinde geçen filmde hiçbir zaman Don Shirley’i Tony Lip’in gözünden yani dikiz aynasından görmüyor, bir anlamda Don Shirley’i günlük rutini içinde Tony’nin nasıl gördüğünü bilemiyoruz. Don Shirley sahnedeyken ise onu hep Tony’nin gözünden tam bir hayranlıkla izliyoruz. Fakat dürüst, disiplinli, sözünün eri biri olmasının yanında izole edilmiş bir dünyada yaşayarak kendisiyle aynı renge sahip insanlardan ne kadar uzak olduğu yadsınamayan Shirley’e Tony’nin bakışı için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir.  Aslında Shirley’in kendine bakışı da çok farklı değildir: Tarlada çalışan siyahîlerin Don Shirley’e bakışındaki şaşkınlık, Don Shirley’de utanca karşılık gelmektedir zira. Neyse ki turnedeki son konserini oturup yemek bile yemesine izin verilmeyen bir kulüpte değil de bir Afro Amerikalıların eğlendiği bir barda vererek o utancı bir nebze de olsa telafi ediyor.  Peki, bu kısmi dönüşümün mimarı kimdir? Elbette filmin başında ilk olarak tanıdığımız ve aslında oldukça da ırkçı olduğunu gördüğümüz şoförü Tony sayesinde oluyor her şey. Fakat film boyunca iki taraflı bir dönüşüm cereyan ediyor aslında. Tony aslında ırkçı olmadığını sadece yaşadığı çevreden edindiği hazır şablonlara uygun davranmış olduğunu, Shirley de içinde bulunduğu dünyadan ne kadar kopuk olduğunu ve bazı şeylerden kaçmasının mümkün olmadığını anlıyor.


Bu dönüşümün tam anlamıyla gerçekleşmesi ise filmin sonlarına doğru iyiden iyiye kendini hissettiriyor. Don Shirley’in Tony Lip’i Noel yemeğine yetiştirmek için şoför koltuğuna geçmesi ve Tony’nin arka koltukta uyuması bu kırılma anlarından biridir. Fakat Don Shirley’in evinde bulunan tüm objeler arasında büyük bir yalnızlık içerisinde gördüğümüz sahnenin (Sean Porter’in kusursuz sinematografisinin sahnenin etkileyiciliği noktasında çok önemli katkısı var.) ardından Tony Lip’in ailesinden birçok insanla bir arada olduğu sahnenin gelmesi bu dönüşümü tam anlamıyla pekiştiriyor. Peter Farrelly, grafik eşleme ile bu çarpıcı farkı perdeye yansıtıyor önce. Sonra da Farrelly, Don Shirley’i objelerle dolu cansız, ruhsuz tablodan alıp Tony’nin capcanlı tablosuna yerleştiriyor.
 Amerika’nın uçsuz bucaksız yollarında cereyan eden karşılıklı kendini bulma, iyileşme sürecinin senaryosunda Tony Vallelonga’nın (Lip) oğlu Nick Vallelonga’nın yazdığı hikâyeden yola çıkılmasının filme çok önemli bir noktada özellikle katkı sağladığı söylenilebilir: Filmde Tony’nin karısı Dolores’e yazdığı mektuplarda gerçekten de Nick, gerçek mektupları bire bir kullanmıştır. Bu mektup mevzusu filmin önemli detaylarındandır. Don Shirley ile Tony Lip arasında daha naif bir ilişkinin başlamasının en önemli nedeni de Shirley’in Tony’nin karısına yazdığı mektuplara yardım etmesidir zira. Shirley ile Tony gibi iki zıt karakter arasında katalizör görevi gören Dolores (Linda Cardellini) ikilinin birlikte mektup yazmasını, böylece bir olmalarını sağlıyor. Bu mektuplarla Dolores’e Shirley ile Tony’nin olumlu yönlerinden oluşan bir kocanın mektubu gidiyor diyebiliriz.

1994 yapımı ilk filmi “Salak ile Avanak” hariç “Ah Mary Vah Mary”,” Ben Kendim ve Sevgilim” gibi ta on bir filme kardeşiyle birlikte imza atan Peter Farrelly “Yeşil Rehber”de istemeyerek de olsa koltuğma tek başına oturuyor. Zira Peter Farrell, verdiği bir röportajda Bobby Farrelly’in 2012 yılında henüz yirmi yaşında oğlunu kaybetmenin acısını atlatamadığını ve biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu söylüyor. İlk filminden bu yana hep slapstick ve tuvalet mizahından beslenen filmlerin mimarlarından olan Peter Farrelly’in Amerika’nın en önemli sorununa değinen bir film ile seyircisinin karşısına çıkması elbet şaşırtıcı. Lakin “Yeşil Rehber”in de komediden içten içe beslendiğini görüyoruz. Fakat bu kez karşımızdaki mizah, yüzde tebessüm, yürekte ince bir sızı bırakıyor. Farrelly bu kadarla da kalmıyor: Meselesini anlatırken ne büyük büyük laflar etmekten ne de duygusallığın dibine vurmaktan medet umuyor. Oldukça sakin, olgun bir üslup ile çıkıyor karşımıza. Bir an bile olsun gözyaşlarından beslenmek gibi bir kolaycılığa kaçmadığı gibi ne ihtişamlı sahnelere ne de müziğin aldatıcı hissiyatına ortalığı emanet ediyor. Farrelly, her ne kadar ırkçılık meselesinin asıl müsebbibinin sınırlarına pek fazla girmemeyi tercih etse de bu konuda bir İllüzyon da yaratmıyor.       

    

Kutu

Irkçılığa karşı omuz omuza.

1-Savaştan Sonra (Mudbound)-2017

İkinci Dünya Savaşı’ndan evlerine dönen beyaz adam Jamie ile siyahî Ronsel’in sadece dost olup savaşın yıkımını birlikte atlatmaya çalışmaları bile oldukça ağır bedeller gerektirir.

2-The Defiant Ones (Kader Bağlayınca)  - 1958


Birbirlerine zincirle bağlı siyahî Noah ile beyaz John’un firarı, onları daha zorlu bir sürece mahkûm eder. Zira hem firaridirler hem de içlerinden biri siyahîdir.

3- To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek ) – 1962


Bu kez işler daha karmaşıktır: Beyaz bir kadına tecavüz ile suçlanan siyahî bir adamı beyaz bir avukat savunur. Elbette sorgusuz sualsiz suçlu addedilen siyahî adamın da böyle bir davada ısrarla devam etmek isteyen beyaz adamın da işi çok zordur.

                                                                                                                                                                    Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Aralık sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

12 Haziran 2020 Cuma

Mädchen in Uniform


İki dünya savaşının arasında çekilen, Leontine Sagan imzalı Mädchen in Uniform (1931) sinema tarihinin ilk lezbiyen hikâyesidir. Christa Winsloe’nun kendi yaşadıklarından esinlenerek kaleme aldığı romanından yola çıkılarak senaryolaştırılan hikâye, önce tiyatroya daha sonra ise beyazperdeye uyarlanır.

Katı Prusya disipliniyle yönetilen bir kız lisesinde geçen filmin tamamı kadınlardan oluşmaktadır. Yönetimin en tepesinden tut da öğrencilere kadar herkes kadındır. Bir nevi sindiren de sindirilen de kadınlardan oluşur. Okul, kuralları ile adeta Nazi kamplarının bir öncülü gibidir. Hatta öğrencilerin üniformaları bile kamplarda kullanılanları akla getirir. Yaşadığımız çağla kıyaslayınca tahayyül etmenin bile imkânsız olduğu bu okulda tüm öğrenciler tek bir öğretmene hayrandır. Lakin Manuela ile Fräulein von Bernburg arasında yeşeren duygular, hayranlıktan öte bir anlam içerir. Tabii bu yakınlaşma, kendini ahlak bekçisi addeden yönetimin büyük tepkisine neden olur.

Hitler iktidarının arifesinde, kısa bir süre sonra eşcinsellerin kamplarda katledileceği bir zamanda çekilen ve sinema tarihinde bir ilki gerçekleştiren Mädchen in Uniform, kadın gücünün altını çizmesi anlamında çok önemlidir.