15 Eylül 2018 Cumartesi

Beyaz Perdede Orta Yaşlı Kadınların Cinselliğe Bakışı


Gloria – 2013

Yönetmen: Sebastián Lelio
Oyuncular: Paulina García, Sergio Hernández, Diego Fontecilla…

İki çocuk annesi ve orta yaşın yalnızlığında bir kadın Gloria. Yakın zamanda kızını yolcu edeceğini bilen ancak dans etmekten ve müziğin ritmine kendini bırakmaktan hiç mi hiç vazgeçmeyenlerden. Hayatın dibine kadar tadını çıkarmayı bilen bir karakter Gloria. Elbette en çok da seksin. Yaşının bu durumu neden önlemesi gereksin ki?

Oh Lucy! – 2017

Yönetmen: Atsuko Hirayanagi
Oyuncular: Shinobu Terajima, Josh Hartnett, Kaho Minami…

Yeğeni sayesinde başladığı İngilizce kursunda alter egosu ile buluşan karakter, Lucy adı ve yeni kişiliğiyle sınırlarını aşan bir yolculuğa çıkar. Bu yolda tüm toplumsal kuralları elinin tersiyle iten karakter, hoşlandığı adamın ne yaşını ne de yeğeninin eski sevgilisi olmasını sorun eder. Zira bugüne kadar içine atıp da yaşamadıkları adına çoktan topyekun bir harekata girişmiştir.


Zoologiya (Hayvanoloji) – 2016

Yönetmen: Ivan I. Tverdovskiy
Oyuncular: Masha Tokareva, Natalya Pavlenkova, Aleksandr Gorchilin…

Natasha adlı karakterin yaprak kımıldamayan cinsel hayatı, bir gün ansızın çıkan fazladan uvuzu (kuyruk) ile birlikte bambaşka bir noktaya taşınır. Onun bu kuyruğunun çekimine giren genç radyolog ile yaşadığı süreç, hem Natasha’nın her anlamda başkalaşımına hem de çılgınca bir sürece bizi ortak eder.

Aquarius (Akvaryum) – 2016

Yönetmen: Kleber Mendonça Filho
Oyuncular: Sônia Braga, Maeve Jinkings, Irandhir Santos…

Başkarakterimiz Clara, bir yandan emlak piyasasına karşı verdiği mücadele ile baş etmeye çalışmakta bir yandan da yanlızlığının pençesine düşmemek iin direnmektedir. Clara anılarına sahip çıktığı için evini vermeyecek ve direnecek kadar güçlü, yaşlılığa teslim olmayacak kadar da hayat dolu biridir. Bu nedenle de denemekten ve hayatın zevkini çıkarmaktan vazgeçmez asla.

Elle – 2016

Yönetmen: Paul Verhoeven
Oyuncular: Isabelle Huppert, Laurent Lafitte, Anne Consigny…

Listenin en ters köşe yapan kadınlarından biri Michelle olmalı. Zira Michelle, kendisine önce tecavüz eden sonra da tacizlerine devam eden erkeğin peşine düşer. Üstelik bunu yaparken fazlasıyla güçlü bir tavır gösterir. Michelle’nin gelmiş geçmiş en güçlü kadın portrelerinden birini çizdiğini söyleyebiliriz. Üstelik sekste de ne istediğini o kadar iyi biliyor ki. Ne toplumun kokuşmuş kuralları ne de ondan beklenilen rol modelleri engelliyor onu bu yolda.

La pianiste (Piyanist) – 2001

Yönetmen: Michael Haneke
Oyuncular: Isabelle Huppert, Annie Girardot, Benoît Magimel…

Film, bakışları Erika’nın mazoşik ve sadistik dürtülerine yönlendiriyor. Erika diğer insanlara herhangi bir şekilde bağ kurmakta ve empati yapmakta zorlanıyor. Böylelikle duyguları ve tutkusu müziğinin içine, kendine, annesine ve öğrencilerine yönlendirdiği şiddet eğiliminde yüceliyor.  Piyano çalan ve Erika’nın klasik müziğe olan sevgisini paylaşan mühendislik öğrencisi Walter Klemmar’ın ilk görünüşünde, Erika’nın düzeni bozulmaya başlar. Buna rağmen ikili fiziksel ve psikolojik kontrol ile şiddet ve saplantılar içeren talihsiz bir sürece atılırlar.

Film Stars Don't Die in Liverpool (Yıldızlar Asla Ölmez) – 2017

Yönetmen: Paul McGuigan
Oyuncular: Annette Bening, Jamie Bell, Kenneth Cranham…

Yılların yorgun düşürüp bir kenara itelediği akristi olan Gloria, kısmen unutulduğu zamanlarında kendisinden yaşça çok küçük olan Peter ile aşk yaşamaya başlar. Aradaki oldukça fazla olan yaş farkına rağmen aşkını doya doya yaşasa da sonunda ayrılığın pençesinden kurtulamazlar. Listenin en hüzünlü karakterlerinden biridir Gloria.

It's Complicated (İlişki Durumu Karmaşık) – 2009

Yönetmen: Nancy Meyers
Oyuncular: Meryl Streep, Steve Martin, Alec Baldwin…

Birbirinden boşanan ve farklı hayatlara yelken açmış olan Jane ile Jake’in tekrar birbirlerinin çekimine girmeysine ne demeli. Üstelik başka hayatları ve ilişkileri olduğu için bir nevi yasak aşk yaşarlar. Peki, Jane’nin işe aldığı aşçı Adam ile de başlayan ilişki de buna eklenirse. Jane, birden bir aşk üçgeninin içinde bulur kendini.

Something's Gotta Give (Aşkta Her Şey Mümkün) -2003

Yönetmen: Nancy Meyers
Oyuncular: Jack Nicholson, Diane Keaton, Keanu Reeves…

Karakterimiz Erica, aradaki yaş farkından dolayı kızının birlikte olmasını hiç onaylamadığı sevgilisiyle ilişki yaşamaya başlarsa… Erica ile Harry, her ne kadar arada Erica’nın kızı olsa da birbirlerine hissettikleri duygularından kendilerini alamazlar. Üstelik birbirlerine taban tabana zıt olmaları ve sürekli didişmeleri de cabası.

Book Club (Kitap Kulübü) – 2018

Yönetmen: Bill Holderman
Oyuncular: Diane Keaton, Jane Fonda, Candice Bergen…

Bu kez karşımızda bir değil dört tane karakterimiz var: Diane, Vivian, Sharon, Carol… Üniversite yıllarında başlattıkları kitap okuma alışkanlıklarında bu ay sıra erotik bir aşkı merkezine alan Grinin Elli Tonu’dur. Hayatlarına genelde seksten ve aşktan uzak bir düzen veren karakterlerimiz bu kitabı okuduktan sonra bilinçaltında bastırdıkları duygularıyla tekrar yüzleşir ve yeni bir hayata yelken açarlar.


O AN: I, Tonya


Bir Başarısızlık Hikâyesi

Doksanlı yıllarda Amerika’nın en tanınan kişilerinden biri olan artistik buz patencisi Tonya Harding’in hayatına odaklanan I, Tonya için yönetmen Craig Gillespie’in şimdiye kadarki en kusursuz işi diyebiliriz hiç kuşkusuz. I, Tonya her şeyden önce klasik bir sporcu biyografisi değil asla. Henüz üç yaşındayken tanıdığımız Tonya Harding’in gittikçe yükselen ve zirveye oturan bir başarı hikâyesi yok karşımızda. I, Tonya aslında bir başarısızlık öyküsü. Üstelik Tonya’yı (Margot Robbie) bu başarısızlığa sürükleyen şartları ve yaşanılan talihsiz olayları, yanlış tercihleri karakterlerin bire bir ağzından öğreniyoruz.

Elbette her birinin kendince anlattıklarını duyunca akıllara bir nebze Akira Kurosawa’nın Rashômon filmi gelmiyor değil. Mokumentary tarzındaki bu sahneler, paralel kurgu, hareketli kamera, dinamik plan-sekans tercihiyle birleşince filmin seyirciyi yakalamaması neredeyse mümkün değil. En çok da dördüncü perdenin sık sık yıkılması zaten merak uyandırıcı hikâyeyi daha da canlandırıyor. Tonya’nın ve Jeff’in sıklıkla kameraya bakarak bire bir bize konuştuğu bu anlar, kilit öneme sahip mevzuların altını çiziyor. Lakin filmin en vurucu ve bir nevi anti-kahraman olan Tonya ile özdeşlik kurulabilecek sahnelerinden biri ise sözlerin anlamını yitirdiği tek sahnedir.

Makyajın Saklayamadığı Duygular

Hayatında karşısına çıkabilecek tüm zorlukları aşıp olimpiyatlarda yarışmaya hak kazanan Tonya’yı, kulisteki ışıklı makyaj aynasının önünde otururken arkadan görürüz önce. Tonya’nın kadraj içinde kadraj içinde kadraja sığdırılmış olması onun o anki haleti ruhiyesine daha derinlemesine bakacağımızın sinyalidir. Daha sonra ise tıpkı Tonya’nın kameraya yani biz seyircilere bakarak konuştuğu anlarda olduğu gibi bakar bize. Zira kamera tam da aynanın olduğu yere yerleşmiştir. Fakat bu kez konuşmaz Tonya. Ama duygularını karşımızda apaçık yaşamaktan da geri durmaz. Tonya, aşırı makyajlı suratı ile karşımızdadır. Hayli tedirgin ve korkan halini saklamak amacıyla kendine makyajdan bir maske oluşturmak istemiştir. Fakat yine de başarılı olamadığına kanaat getirmiş olacak ki makyaja devam eder. Fakat ne kadar makyaj yaparsa yapsın Tonya, üzüntüsünü, korkusunu gizleyemediğini fark eder.

Margot Robbie bu anlarda kusursuz bir oyunculuk ortaya koyar. Tamamen yüzüne odaklanmış kameranın karşısında hiç konuşmadan mimikleriyle karakterin ruh durumunu ortaya seren Robbie’nin Oscar adaylığı daha da anlam kazanır. Gülümseme ile gözyaşlarının birbirine karıştığı sahneyi izlerken yine kulis masasının başında derin bir acıyla boğuşan Black Swan filminde Natalie Portman’ın hayat verdiği Nina’nın çaresizliğini hatırlamak mümkün. Bu anımsayış bile birazdan piste çıkacak olan Tonya’nın akıbeti hakkında fikir verir aslında. O aynanın karşısında hem kendiyle hem de tüm yaşadıklarıyla yüzleşen Tonya’nın kolu bacağı kırılır adeta. Ne bacaklarında ne de ruhunda derman kalır. Tonya adeta hayatı boyunca yaşadığı tüm acılarla yüzleşmiş her şeyden kopmuş, daha piste çıkmadan teslim olmuştur.




O AN: Terminal


Neon Işıklarla Bezenmiş Bir Film Noir

Margot Robbie’nin başrolünde olduğu Terminal, neon ışıklarla göz kamaştıran film noir tütünde bir film. Kasvetli, siyah-beyaz, gölgelerin kol gezdiği film noir türünü neon ışıklarla bezenmesi filmin yaptığı özgün bir dokunuş. Margot Robbie’nin hayat verdiği Annie karakteri ise intikam ateşiyle yanıp tutuşan, zeki, güçlü bir femme fatele. Asla türün genelinde karşımıza çıkan sarışın, saf femme fatele değil Annie. Bir Alice Harikalar Diyarı’nda uyarlaması olan Terminal’de Annie karakteri zaten çok güçlü ve sıra dışı Alis karakterini bile birçok açıdan geride bırakıyor. Annie, Alis Harikalar Diyarı’nda masalındaki Alis’in büyüyüp tavşanın yerini almış hali adeta. Yani Annie, takip eden değil takip edilen konumundadır artık. İşte bu tüm hayatı boyunca yaşadıklarının intikamını almaya ant içmiş ve tavşanın yerini almış olan Annie’nin ilk icraatı, filmin en etkileyici anlarından biri olur.

Masaldaki tavşanın hizmetkârı olan Bill isimli kertenkele ile aynı ismi taşıyan karakter, Annie’nin ilk hedefidir. Zira yetimhanede kaldığı zamanlarda onu istismar eden öğretmenidir kendisi. Yıllar sonra planlı bir şekilde yollarını kesiştiren Annie, ölümcül bir hastalığın pençesinde boğuşan Bill’e asla acımaz. Hatta acımadığı gibi onun eceliyle ölmesine bile izin vermez. Annie, çalıştığı terminal kafeteryasında kendisini hatırlamayan Bill ile saatlerce sohbet ettikten sonra onu bir bahane ile intikam planını gerçekleştireceği mekâna götürür. Daha sapsarı saçları, kıpkırmızı paltosuyla adeta zıplarcasına önde yürüyerek Bill’in arkasından onu takip etmesini sağlayan Annie’nin nasıl bir yere gittiğini tahmin etmek güç değil. Masaldaki tavşan deliğini hayli anımsatan fakat çok daha ürkütücü ve geri dönüşsüz bir devasa deliğin başına getirir Annie, Bill’i. Bu delik, masaldaki maceralı yolculuğun ilk durağından çok adeta cehennemin kapısı gibidir. 

Tüm Erkeklik Olgusu Cezalandırılır

Cehennemim kapısında sinirlerin gerildiği konuşmada bir süre sonra Bill, Annie’nin kim olduğunu ve amacının ne olduğunu anlar. Bu anlarda hem birkaç saat öncesine hem de yıllar öncesine dair flashbackler, sahnenin tansiyonunu oldukça yükselten anlara katkı sağlar. Ard arda gelen bu flashbackler sahnede yer bulurken aynı anlarda Annie’nin de görüntülere katkı sağlayan konuşması devam eder. Annie konuşurken aynı zamanda elindeki kalemi de işlevsel hale getirir. Kalem ile ilgili bir parantez açmak isterim öncelikle. Annie’nin, elindeki kalemi gecenin ilk saatlerinde Bill’den ısrarla aldığını hatırlamak gerek. Üstelik Annie, bu kalemi alırken Bill’e kalemle bir insanın nasıl kendini öldüreceğini uzun uzun anlatmıştı. Peki, filmimize esin kaynağı olan Alice Harikalar Diyarında masalında kalemin yeri nedir?

Masalın mahkeme bölümünde yargıcılar kurulu üyelerinden Biil’in (kertenkele) kalemi çok rahatsız edici bir ses çıkardığı için Alice, kalemi Bill’in elinden alarak onu oldukça zor bir durumda bırakır. İşte hem masalda hem de filmde bir şekilde ele geçirilen bu kalem, intikam planı için kullanılan nesne olur. Annie, Bill’in suistimal ettiği mesleğinin en önemli nesnesini kullanarak Bill’i cezalandırırken sadece onu değil aynı zamanda görevini kötüye kullanan tüm öğretmenleri de cezalandırır. Hatta bir nevi penisi de andıran bu nesne ile intikamının ilk hamlesini yapan Annie, tüm erkeklik olgusunu cezalandırır belki de. Bill’in şah damarına saplanan kalemin etkisiyle kana boğulan Bill, layık olduğu en dibe doğru yol alır.




Mary Shelley: Yalnızlıkla Gelen İlham


Yaşanılan Acılar İlham Kaynağı Olur

Film, henüz jenerik kısmında kulağımıza gelen seslerle karşılar seyirciyi: kuşun kalemin kağıdın üzerinde süründükçe çıkardığı sestir duyulan. Mary Shelley’in elinden hiç düşürmediği kurşun kalem ile kâğıdın aşk ile buluşmasının sesi. Başkarakter Mary’nin annesinin mezarın başında hayalet romanı okuduğu sahne ile başlar film. Kendini kaptırmış bir şekilde sesli olarak okuduğu kitabını, birazdan bastırmak üzere olan yağmur nedeniyle yarıda kesmek zorunda kalır Mary. Bir hayalet romanı okuyan genç bir kadının kısacık da olsa heyecanına ortak olduğumuz bu prolog sahnesi, aslında filmin tamamında izleyeceklerimizin ilk kıvılcımıdır. Kitap okumaya, özellikle de hayaletlerle ilgili romanlara meraklı olan, okurken kendini tamamıyla o dünyaya kaptıran, tutkulu bir genç kadın vardır karşımızda. Mezarlık yani ölüm, hayalet yani dirilme, okumak ve yazmak… Prolog sahnesi tüm filmi özetler.

Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus’un yazarı Mary Shelley’in on altı yaşından ilk eserini yazana kadarki dört yıllık sürece odaklanan bir film karşımızdaki. Mary’nin (Elle Fannig) bu dört yıllık süreçte onun sadece büyümesine değil aynı zamanda olgunlaşıp hayatının en büyük eserini ortaya koyduğu sürece şahit oluruz. Kabına sığamayan genç kadının evinden uzaklaştırıldığına, âşık olup hamile kaldığına, evlat acısı yaşayıp, aldatıldığına, hayal kırıklıkları yaşayıp, yıkıldığına şahit oluruz. Mary’i zaten bu yaşadıkları bir yazar olmaya hazırlar en çok. Yaşadığı her hayal kırıklığından ve acıdan sonra bilenir, güçlenir ve en önemlisi biriktirir. Her ne kadar özellikle evlat acısı onun kolunu bacağını kırsa da beyninin içerisinde onu kemirip duran yazma isteğine çok fazla ket vuramaz. Aksine acılar ona ilham kaynağı olur. Zira okuduğu kitapların ışığında yazdıkları basit birer taklitten öteye gidememiştir. Hatta babası onu bu konuda uyarmıştır. Özellikle bu uyarıdan sonra Mary, yeni ve güzel bir şey yaratma kararı alır. Peki, güzel bir şey yaratabilecek midir gerçekten?
*Yazının bundan sonraki kısmı filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir. Filmi izledikten sonra okunması tavsiye edilir.

Başka Bir Yol Mutlaka Vardır!

Wadjda filmiyle tanıdığımız Suudi Arabistan’ın en önemli yönetmenlerinden Haifaa Al-Mansour, yine bir kadın hikâyesi ile karşımıza çıkıyor. Lakin bu kez ülkesinden uzakta ve İngilizce bir filme imza atıyor. Wadjda’da Suudi Arabistan’da bir kız çocuğu olarak yaşamanın ve hayallerine ulaşmanın ne kadar zor olduğunu perdeye yansıtan Haifaa Al-Mansour, bu kez ise on sekizinci yüzyılda Avrupa’nın göbeğindeki İngiltere’de bir kadın olarak mutlu olmanın ve kadın bir yazar olarak varlığını kabul ettirmenin güçlüğüne odaklanıyor. Günümüz şartlarında bile şeriat nedeniyle cehaletin kol gezdiği topraklarda bisiklet sürmek isteyen Wadjda ile bundan neredeyse üç yüzyıl öncenin Avrupa kıtasında kendi ismiyle kitabını yayınlatmak isteyen Mary… Haifaa Al-Mansour, Wadjda’da ne kadar kadından yana bir dil kullanmış, feminist duruşundan taviz vermediyse Mary Shelley’de de aynı yolda ilerleyeceğini ispatlamıştır. Mary Shelley, her sahnesi, her diyaloğu ile kadının eril toplumda var olma savaşının altını çizmekte.

İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft’ın kızı olan Mary’nin güçlü bir kadın karakter olması kaçınılmaz. Filmde tarihin önemli kadın hakları savunucularından birinin kızı olan Mary’nin, büyüme yıllarını izlerken sürekli Wollstonecraft’ın ismini duymaktayız. Haifaa Al-Mansour, feminizm konusunda öncü bir isim olduğundan dolayı özellikle böyle bir şeyi tercih ediyor elbette. Hatta sadece ismini duymakla kalmıyor; yaşamı ve yaptıkları ile bir yazar adayı olan kızının yolunu nasıl aydınlattığını da görüyoruz. Evlilik kurumuna olan inançsızlığından tut da varoluşçuluğa inanmasına kadar en önemlisi ise ne olursa olsun aşkının peşinden koşması konusunda hep annesinin izini takip ediyor aslında. Annesinin evli bir çift ile yaşayıp üçlü bir ilişki sürdürmesi konusundaki tercihini bile çok da farkında olmadan devam ettiriyor: Sevgilisi ve kendileriyle yaşayan kız kardeşi arasında onun dışında gelişen şeyler üçlü bir ilişkiyi ortaya çıkarıyor. Mary,  henüz ilk eserini kaleme bile almaya başlamadan önce toplumda var olma konusundaki kararlı duruşu ile dikkat çekiyor.

Mary’nin en net duruşlarından biri o dönem çokça yapılan anonim kitap yayınlama davranışına karşı çıkmasıdır. Zira kendi adımla kitabım yayınlanmayacaksa yayınlanmasının ne anlamı var diye düşünüyor. Kitabını yazıp bitirdikten sonra da bizzat yayıncılarla kendisi görüşmeye gidiyor. Yayıncılara ağzının payını da vermekten geri kalmıyor. Fakat Mary’nin duruşunu en güzel özetleyen diyaloglardan birisi ise Lord Byron karakteri ile yaşanıyor. Lord Byron, Mary’nin kız kardeşi Claire’yi yüz üstü bıraktığında kendini haklı kılmak amacıyla “Genç kız, olgun erkeğe geldiğinde tek yol vardır.” dediğinde Mary, ona “Başka bir yol mutlaka vardır.” diye cevap veriyor. İşte Mary, bu başka yolu arayıp bulanlardan ve adımlayanlardan oluyor.

Mary’i Esir Alan Karabasan

Onu doğurduktan kısa bir süre sonra hayatını kaybeden annesini ve henüz minicikken ölen bebeğini tekrar diriltmek, Mary’nin hep en büyük arzusu olmuştur. Hayalet hikâyelerine meraklı olmasının da zaten en büyük sebebi budur. O hikâyeleri okutan şey hep annesinin de hayaletiyle bir gün buluşabilme isteğidir aslında. Yine İskoçya’daki arkadaşı ile ruh çağırma seansı ile ilgili sohbetleri, sevgilisi ve kardeşi ile gittikleri gösteride galvanizm yöntemi (İtalyan fizikçi Luigi Galvani’nin keşfettiği yöntem) ile ölü kurbağanın hareket ettirilmesi esnasında yaşadığı büyük heyecan, gördüğü ilginç rüyalar ve fırtınalı günlerde arkadaşlarla yapılan sohbetler…

Tüm bunlar Mary’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’u yazmasına katkı sağlamıştır. Haifaa Al-Mansour’un, özellikle ruh çağırma sohbetinden sonraki ve galvanizm gösterisinden sonraki sahne geçişinden önce gökyüzünde çakan şimşeklerle bizleri buluşturması önemli. Zira yönetmen, bu yaşantıların Mary ve büyük eseri için önemli dönemeçler olduğunun altını çizer. Filmin kurgu konusundaki başarısının en önemli etkeni sahne geçişlerindeki bu anlamlı tercihlerdir aslında biraz da. Yine şimşek ve gök gürlemesi eşliğinde delicesine yağmurun yağdığı gecede romanın ilk tohumu atılmış olmaz mı zaten? Haifaa Al-Mansour, tüm bu bilgilendirici ve teknik detayları itinayla filme yerleştirmiştir. Öyle ki filmi izlerken adım adım Frankenstein hikâyesinin kafalarda şekillenmesi mümkün.

Filmin en can alıcı sahnesi ise Mary’nin Lord Byron’un evindeki Henry Fuseli’nin The Nightmare (Kâbus) isimli tablosunu incelediği anlara ev sahipliği yapar. Fuseli’nin tablosunda kadını esir almış karabasan ve arkada görünen at, Mary’nin hayatının metaforudur. Tablodaki kadın Mary, böğrüne oturmuş ve onu etkisiz hale getirip soluksuz bırakan karabasan başta sevgilisi Percy Shelley (Douglas Booth) olmak üzere çevresindeki yakınları, atı ise koyduğu kurallarla hayatı çekilmez hale getiren ve aslında arka perdede duran ve her şeyin asıl müsebbibi olan güçler (din, sistem, aile…) olarak düşünebiliriz. Mary, bu tabloyu incelediği dönemde gerçekten de tam olarak bu güçlerin esareti altına girmiştir. Mary, sevgilisi Shelley’e hak ettiğinden daha fazla değer biçip esaretine girmiştir. Yine sevgilisi ve kardeşinden dolayı girdiği çevreler de onu kısır bir döngünün içine ve mutsuzluğa sürüklemiştir. Tüm bunların ışığında Mary’nin kaleme aldığı romana gelecek olursak asıl benzerliği orada göreceğiz.

 Mary Kendini Canavar ile Özdeşleştirir

Doktor Frankenstein’ın kadavra parçalarından birleştirilerek yarattığı eseri yine yaratıcısı tarafından terk edilerek büyük bir yalnızlığa sürüklenir. Bu yalnızlık, terk edilmişlik bir süre sonra intikam isteğini doğurur ve önce yaratıcısının sevdiklerini sonra da bizzat yaratıcısını öldürür bu canavar. Fakat en büyük acıyı da kendisi yaşar. Zira yaratıcısını her şeye rağmen çok sever. İşte Mary, kendini bu yaratık ile özdeşleştirir. Mary’nin romanının taslağını ilk okuyan kişi olan sevgilisi Shelley, Doktor Frankestein’in yarattığının neden bir melek olmadığını neden bir canavar olduğunu sorduğunda Mary’nin verdiği cevap her şeyi özetler. Mary, Shelley’e etrafımızda yarattığımız dağınıklığa ve bana bak der. Zaten bu cümlenin devamını getirmesine gerek kalmaz.  Mary, bu dağınıklıktan, ihanetten, sevgisizlikten ancak bir canavar çıkacağını çok güzel bir şekilde özetler.

Onu var eden en başta annesi olmak üzere babası, sevgilisi, kız kardeşi, doğurduğu bebeği hep onu terk etmiş, yalnız bırakmıştır. Kimi ölerek kimi de sırtını dönerek onu büyük bir yalnızlığa sürüklemiştir. Mary, tüm bu yalnızlığının intikamını, yarattığı kahramanı aracılığıyla alır. Doktor Frankestein, Mary’nin mutsuzluğuna sebep olan herkesin temsilidir. Yine başka bir açıdan Doktor Frankestein’i Mary’nin annesi, canavarı da Mary olarak düşünmek pek tabii mümkün. Zira Mary, doğarak yaratıcısının ölümüne sebep olmuş doğuştan bir canavardır aslında. En azından o öyle olduğunu düşünmektedir.

Mary Shelley, bir dönem filmi olarak oldukça titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu belli ediyor öncelikle. Yine başta Mary Shelley olmak üzere birçok yazarın, şairin filmde özenle temsil edilmesi meraklı seyirciyi kesinlikle heyecanlandıracak bir etken. Lakin tüm bunlardan daha öne çıkan etken ise filmin, tıpkı Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı gibi gotik bir türüne göz kırptığını da belirtmek gerek. Sürekli yağan yağmur, canavarların, hayaletlerin, vampirlerin mevzu bahis olması, kasvetli ve karanlık mekânlarda geçmesi, mum ışığıyla aydınlanan filmde bu sebeple gölgelerin kol gezmesi ve Mary’nin çıkışsızlığı en önemli etkenler. Mary, tüm bu karanlık ve kasvetli dünyaya inat belki romanında ve hayatında çok da güzel, sevimli bir şey yaratamadı ama yüzyıllar geçse de unutulmayan bir karakteri hayatımıza kazandırır. Üstelik filmin son sahnesinde şahit olduğumuz gibi aynı zamanda bir hak mücadelesini de kazanır.





O AN: I, Tonya


Buz Pistlerinden Boks Ringlerine Uzanan Bir Kariyer

Doksanlı yıllarda Amerika’nın en tanınan kişilerinden biri olan artistik buz patencisi Tonya Harding’in hayat hikâyesine odaklanan I, Tonya alışılmış biyografi filmlerinin birçok açıdan tersine işliyor. Öncelikle I, Tonya asla bir başarı öyküsü değil. Perdede izlediğimiz Tonya Harding’in kariyeri, istikrarlı bir grafik sunmuyor bize. Henüz üç yaşındayken tanımaya başladığımız Tonya, hayatının bir yerine kadar tam olarak yirmi yaşına kadar dişiyle, tırnağıyla kazıyarak kariyerinin zirve noktasını görse de çok kısa bir süre sonra dibi görüyor. Hatta bu öyle bir düşüş ki adeta Tonya, artistik buz pateninin zirve noktasından öyle yuvarlanıyor ki kendini birden bire boks ringlerinde buluyor. Üçlü axel hareketini ilk yapan Amerikalı kadın artistik buz patencisi olan Tonya’nın ringlerden yumruk salladığı zamanlara uzanışı büyük bir trajediyi ortaya çıkarıyor elbette. İşte Tonya Harding’in boks ringlerindeki halini izlediğimiz final sahnesi, filmin en vurucu anlarına ev sahipliği yapar.

Tonya, hayatta kendini önemli ve değerli hissettiği tek alandan buz pistlerinden men edilmiştir. Bu süreçte zaten çevresinde bildiği iki kişi olan annesi ve kocasından da tamamen uzaklaşmış, yapayalnız kalmıştır. Buz pateninde uzmanlaşmak için eğitimini de yarıda bırakan Tonya’nın hayatta kalmak için çok seçeneği yoktur: Ya annesi gibi ömrünü garson olacak geçirecek ya da pistlerde alıştığı alkışları, sevgi gösterisini bir nebze de olsa ona hatırlatacak boks ringlerinde yumruk sallayacaktır.


Amerika’nın Hem Çok Sevdiği Hem de Nefret Ettiği İnsan: Tonya Harding

Tonya tercihini bokstan yana kullanır. Hem tıpkı kendisinin dediği gibi şiddet onun çok yakından tanıdığı bir şeydir. Hayatı boyunca ya annesinden ya da kocasından hep şiddet görmüş biridir Tonya. Hatta annesi ve kocasından gördüğü fiziksel şiddetin yanında artistik buz pateni camiasının ona gösterdiği psikolojik şiddeti de unutmamak gerek. Buz pistine bir varoş kızı olduğu için yakıştırılmayan Tonya sonunda sınıfının layık görüldüğü yere, ringe sürgün edilir.

Tonya’yı ringde dövüşürken izlediğimiz anlarda ortam sesini işitmeyiz. Fondaki Doris Day’in seslendirdiği Dream A Little Dream of Me parçası ve Tonya’nın sesi vardır. Bir yandan izler bir yandan da Tonya’nın sesinden izlediklerimiz tokat gibi suratımıza çarpar. Zira Tonya, her şeyi oldukça gerçekçi bir şekilde anlatır. Bir süre sonra Tonya’nın kariyerinin zirve noktası olan artistik buz pateni gösterisi ile ringlerdeki müsabaka görüntüleri paralel kurgulanır. Tonya’nın üçlü axel atmasının ardından yediği yumruktan dolayı savruluşu, pistteki seçkin topluluk tarafından ayakta alkışlanmasının ardından kana susamış güruhun sevinç naraları perdede kendine yer bulur. Tonya’nın hayatı boyunca yaşadığı ikilemdir bu hep. Tonya, yaşadığı varoş semtlerde, alt sınıf insanların arasında hayatının yarı zamanını geçirirken diğer yarısında da Amerika’nın seçkin sınıfı ile bir arada olmak zorunda kalmıştı. Hem çok sevilmiş hem de nefret edilmişti. Böylece hiçbir tarafa tam olarak ait olamamış, hiçbir zaman benliğini gerçekleştirememiş, kendini bulamamış, mutlu olamamıştı.





O AN: A Quite Place


Film, En Vurucu Anını En Başta Yapıyor

John Krasinski’nin ilk yönetmenlik deneyimi olan A Quite Place, post apocalyptic bir evrende geçen bir korku filmi. Bu post apocalyptic evrende tehdit unsuru olan gözleri görmeyen, avını keskin duyma yeteneği ile algılayan yaratıklardır. Nereden geldiklerini bilmediğimiz bu yaratıkların dünyayı da ne hale getirdiklerini bilmeyiz. Yani film ne geçmiş ile ilgili ne de Abbott ailesinin yaşadığı kulübe ve çevresi dışında şu anda neler olup bittiği hakkında bir bilgi verir. Krasinski, sadece şu ana ve sadece mikro ölçekte insanlığı temsil eden Abbott ailesine odaklanmamızı ister. Tüm bunların yanında sese duyarlı yaratıklardan korunmak için karakterlerimizin sessiz olması gerektiğini de unutmayalım. Zaten filmin en özgün yanı da bu olur.

Korkuyla çığlık atmayan, tedirginlik içerisinde fısıldaşmayan, acısı nedeniyle hüngür hüngür ağlamayan karakterler var karşımızda. Duygularını ya mimikleriyle ya sessizce yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla ya da işaret diliyle anlatmak zorundalar. İşaret dili filmde büyük çocuğun duyma engelli olmasından dolayı da zaten kullanılan bir iletişim şekli. Tabii tüm bunlar filmi izledikçe şahit olup öğreneceğimiz şeyler. Bunların hiçbirini bilmeden izlemeye başlanılan A Quite Place, prolog sahnesiyle seyirciyi afallatan, tabiri caizse şok etkisi yaratan anlara ortak eder. Prolog sahnesi filmin en unutulmaz anlarına ev sahipliği yapar desek hiç abartmış olmayız hatta.

Oyun Oynamanın Büyük Bedeli

Talan edilmiş bir süpermarkette büyük bir sessizlik içerisinde rafların arasında dolaşarak ihtiyaçlarını alan Abbott ailesini görmemiz ile başlar sahne. Anne ve babanın dışında üç çocuk olduğunu ve çocuklardan ortanca olanın hasta olduğunu anlarız. Tabii bir de konuşmadıklarını, hiç ses çıkarmamaya çalıştıklarını. En küçük çocuğu ise raflardaki oyuncak arabalardan birini almaya çalışırken görürüz. Ablasının dikkati olmasa yere düşecek bu oyuncak arabanın tüm ailenin kaderini değiştireceği elbette tahmin edilmez pek. Pillerle çalışan ve ses çıkaran bu oyuncak arabayı yanlarına almalarının mümkün olmadığını ona anlatan babası arabayı orada bırakması gerektiğini söyler. Fakat ablasının piller olmadan almasına izin vermesi ile kafası karışan ufaklık, pilleri de herkesin görmez yanından almakta bir sakınca görmez. Bir çocuk olarak en büyük ihtiyacı olan oyun oynama isteği ne yazık ki yaşadıkları evrende ölümün karşılığı olur.

Çıplak ayaklarla tek sıra halinde yürüyen ailenin en sonunda bulunan çocuk, pilleri takarak arabayı çalıştırır ve büyük bir keyifle anın tadını çıkarmaya başlar. Bu anlardan sonra sesi duyan babanın can havliyle oğluna doğru koşması, annenin acısını haykırmamak için elleriyle ağzını kenetlemesi, büyük çocuğun hiçbir şey duyamadığı için ne olduğunu anlamayan şaşkın bakışları gelir perdeye. Ve ne yazık ki oldukça hızlı hareket eden yaratıktan kurtulamayan çocuk ile ondan daha çok belki de üzüldüğümüz çocuğunu kurtaramayan babanın yüz ifadesi kalır geride. Adeta parmaklarının ucunda olan evladını çekip alamayan baba, film boyunca bir daha asla böyle bir şeye izin vermeyecektir.



O AN: Una mujer fantástica


Trans Bir Bireyin Zorlu Yürüyüşü

Şili doğumlu Sebastián Lelio’nun beşinci uzun metrajı olan Una mujer fantástica (Muhteşem Kadın) trans bir bireyin oldukça zorlu geçen hayatının sadece kısa bir kesimine bizi ortak ediyor. Aslında Marina’yı (Daniela Vega) oldukça mutlu olduğu bir zamanda tanıyoruz. Kendisinden yaşça büyük olan ama onu seven ve fazlasıyla önemseyen sevgilisi Orlando (Francisco Reyes) ile doğum gününü kutlarlar, içerler, eğlenirler, tatil planı yaparlar ve tutkulu bir sevişme ile günü sonlandırmak üzere uyurlar. Fakat gece Orlando beyin kanaması geçirerek hayatını kaybeder. Bu andan sonra ise Marina, oldukça zorlu bir sürecin içine düşer. Marina, trans olduğundan dolayı sadece Orlando’nun eski eşi ve oğlunun hakaretlerine, psikolojik ve fiziki şiddetine maruz kalmaz. Doktorundan, polis memuruna, Ahlak bürosu amirinden tut da sistemin neredeyse tüm bileşenlerinin de tacizine, hakaretine göğüs germek zorunda kalır.

Sevdiği adamı kaybetmenin yasını bile yaşayamayan Marina, hakarete uğradıkça çelikleşir, şiddet gördükçe bilenir, daha da büyür, güçlenir. Ve bu süreç içerisinde ne olursa olsun yol arkadaşına veda etmeyi de tüm engellere rağmen başarır. Tabii Marina’nın birkaç arkadaşı, kardeşi ve şan hocası dışında herkesin ona köstek olduğu yolda yürüyebilmek çok zordur. İşte bu zorlu yürüyüşün çok basit olsa da çok anlamlı bir metaforunu yaratır Lelio bir sahnede. Kısacık, oldukça basit bir metafordur ama filmin içinde çok anlamlı bir ana dönüşür.

Ey Tanırım! Cesaretim Var. Hem de Fazlasıyla…

Marina, tükenmiş bir halde biraz olsun destek bulmak için hocasının yanına gitmiştir. Ondan beklediği desteği fazlasıyla gören –ki asla acıma duygusu olmadan- Marina, biraz olsun daha iyidir. Hocası ondan bir şarkı söylemesini ister daha sonra. Marina, o muhteşem sesiyle şarkıyı söylemeye başladığında görüntü tam da bahsettiğim ana geçer. Marina, bir sokakta yürüyordur. Yavaştan başlayan rüzgâr önce ona çok engel teşkil etmese de rahatını bozar. Fakat zamanla rüzgâr şiddetini öyle bir arttırır ki yürümek oldukça zorlaşır. Marina ise rüzgâr ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin asla durmaz, yürümeye devam eder.

Çünkü bilir ki durursa yenilecek, sindirilecek. Bilir ki durursa homofobik olan bakış açısı kazanacak, meydan onlara kalacak. Bilir ki durursa dönen devran aynen dönmeye, o ve onun gibi birçok LGBTİ+ birey yine sınır dışına itilmiş, ötelenmiş olacak. Cecilia Bartoli’nin ve Leyla Gencer’in muhteşem yorumuyla akıllara kazınan Yıldırım Beyazıt ile Timurlenk arasındaki savaşı konu edinen Vivaldi’nin (bestenin orjinali İtalyan besteci Francesco Gasparini’ye aittir) "Bajazet" adlı operasında kullanılan ayra olan Sposa son Disprezzata ise bu anlara öylesine güzel uyum sağlıyor ki…

“Ey tanrım! 
Cesaretim yok.
Cesaretim ve metanetim..."

Fakat Marina, bu cesareti belki de bu aryayı seslendirdikten sonra tam olarak kazanır. Rüzgâra göğüs germiş ve yıkılmamıştır. Filmin devamında da yıkılmadan yürümeye devam edecek, Orlando’nun ona hediye ettiği köpeği tekrar alacak ve Orlando ile ceseti yakılmadan vedalaşabilecektir.




O AN: Kynodontas



Babanın Sahte Cenneti

Yorgos Lanthimos’un üçüncü uzun metrajı olan Kynodontas (Köpek Dişi) bir ailenin sıra dışı yaşantısına ortak eder bizleri. Fabrika sahibi bir baba, eşini ve üç çocuğunu yüksek korunurluklu, gözlerden uzak bir malikânede yaşamaya mahkûm etmiştir. Babayı Tanrı, malikânesini cennet, içindekileri de ilk insanlar olarak düşünebiliriz aslında. Her şeyin farkında olan ama kabullenen ve babanın işbirlikçiliğini yapan anne ile gerçeklerden bihaber yaşayan çocukları düşünürsek hangi taraf için hayat daha zor kestirmek mümkün değil. Dış dünya ile hiç tanışmamış olan üç genç çocuk için hayat, hâlâ küçücük çocuklarınki gibidir. Gözlerinin önünde olmayan hiçbir şey onlar için var değildir, hiç olmamıştır. Sadece evin içinde gördüklerini ve otorite tarafından öğretilenleri bilirler. Ki otoritenin öğrettiklerinin de büyük bir çoğunluğu uydurmadan öte değildir. Peki, bu steril, korunaklı mikrokozmos içerisine otoritenin soktuğu seks işçisi, kusursuz düzene çomak sokarsa…

Üç çocuğundan erkek olanın cinsel isteklerini doyurmak amacıyla fabrikasında çalışan güvenlik görevlisi Christina’yı belli aralıklarla eve getiren baba, kendi elleriyle kurduğu düzenin içerisine çomağı sokmuş olur. Christina, yukarıdaki benzetmelerimizde Şeytan rolünü üstlenmektedir. İlk insanları yasaklarla tanıştırır zira. Christina ile yaptıkları anlaşma sonucu çantasındaki iki video kaseti (Rocky 4 ve Jaws) alan Büyük Kız (filmde Christina hariç kimsenin bir adı yoktur ama Büyük Kız, Jaws filminde köpekbalığına verilen isim olan Bruce’yu koyar. Bu nedenle yazının devamında da Büyük Kız’dan bahsedeceğim zaman Bruce diyeceğim), herkesten gizli bu filmleri izler.

Yasak Elma Bir Kez Daha Yenir

Tabii dış dünyayı hiç tanımayan, birçok sözcüğün anlamını yanlış (zombinin bir çiçek, seyahatin zemine döşenen bir madde, klavyenin vajina gibi) bilen biri için bu iki film anında büyük kızın benliğini ele geçirmiştir. Bilinmeyen, tarifi mümkünsüz bir dünyaya kapı aralayan bu filmler, Bruce’nin benliğini adeta ele geçirir. Sürekli filmlerden replikler söylediğini hatta ve hatta sahneler canlandırdığını gördüğümüz Bruce (Angeliki Papoulia), özellikle bir sahnede rol içinde rol yaparak kusursuz bir işe imza atar.

Önce Rocky 4 filminde Rocky’nin oğluyla arasında geçen kısa bir diyaloğu seslendirir Bruce. Sonra ise filmdeki dövüş sahnelerinden birini. İşte bu dövüş sahnesini canlandırdığı anlar baş döndürücüdür. Zira bu anlarda Papoulia, hem filmdeki rolünü yani Bruce’yi hem de Bruce’nin Rocky’i taklit ettiği halini birbirine yedirerek muhteşem bir oyunculuk performansına imza atar. Bruce’nin duyguları ise tarifsizdir. İlk kez bir şeyin tadına bakan, rüzgârın tenine ilk kez dokunuşu, deniz suyuyla ayakların ilk buluşması gibidir. Bruce, damarlarına yaşamı gerçekten tanıma, dışarıyı keşfe çıkma isteği olan zehri damarlarına almıştır artık. Geriye dönüşü yoktur. Tıpkı Şeytan’ın gösterdiği yasak elmayı yiyen Havva gibidir Bruce de.

İşte o anlar:


Bruce’nin sahnenin başında söylediği repliğin Rocky 4 filmindeki orijinal hali:





O AN: Üç Maymun


Bir Ülke Panoraması

Nuri Bilge Ceylan’ın beşinci uzun metrajı olan Üç Maymun, bir aile üzerinden ülkenin portresini çizer. Yaşanılanlara karşı duyarsız kalıp üç maymunu oynayan erkin temsilleri vardır karşımızda. Üst sınıftan bir adam, onun şoförü ve şoförün oğlu. Bu üç erkek arasında kısılıp kalmış bir de kadın vardır: Hacer… Aslında Yılmaz Güney’in Baba filminden aşinayızdır Üç Maymun’un konusuna. Zengin adam kaza sonucu bir cinayet işler. Ama suçu para karşılığı şoförünün üstlenmesini ister. Fakat Eyüp hapishanedeyken oğlu İsmail’in istekleri Hacer’in yolunu patron Servet’in iş yerine düşürür. Hacer ile Servet ilişki yaşamaya başlarlar. Bunu fark eden İsmail de Eyüp de olanları yok sayar.

Bu üç erkeğin karşısında tek samimi olan, gerçeklerle yüzleşen Hacer’dir. Bu durumu net bir şekilde anlamamıza, Ceylan iki muhteşem sahne ile imkân hazırlar. Hayatını kaybetmiş olan ailenin en küçük üyesinin hayalini gören Eyüp ile İsmail’in sahneleri filmin en zor anlarına ev sahipliği yapar. Hacer ise bu hayal ile karşılaşmaz film boyunca. Hacer, çoktan yaşadıklarıyla yüzleşmiş olmalı. Bu iki sahneden İsmail’in düşünde kardeşini gördüğü sahne ise filmin dramatik yapısı açısından oldukça önemlidir.

Vicdanın Sesinin Şiddeti

İsmail, annesinin sırrını öğrendikten sonra o yükle babasına gitmiş fakat hiçbir şeyden bahsetmemiştir. Yaz mevsiminin verdiği rehavet de üstüne eklenince iyiden iyiye bunalan İsmail, bir de masasındaki içi para dolu zarfı görünce… Masanın üzerindeki o zarf aslında bir nevi gördüklerinin diyeti gibidir. İsmail gerçeklerle yüzleşmeyi değil de o diyeti kabul etmiştir. Bu yük ona geçmişte yaşadıkları ve yine tıpkı babası gibi yüzleşmekten kaçındığı bir diğer gerçeği hatırlatır. Ne zaman ve nasıl öldüğünü bilmediğimiz ve asla bilmeyeceğimiz küçük çocuğun hayali, abisinin yani İsmail’in tam yanı başına gelip gözlerini üzerine diker.

Koluyla yüzünü kapamaya çalışan İsmail ise bunu pek de beceremez. Tıpkı gözünün önünden giden objenin evrende tamamen kaybolduğunu düşünen küçük bir çocuk gibi davranır. Lakin kâbus tam da dibinde devam eder. Kardeşinin sorgulayan bakışları, adeta Tanrısal bir noktadan yönelir üzerine. Üstelik İsmail’in hissettiği suçluluk duygusu sadece kardeşi ile ilgili olanla sınırlı değildir artık. Üzerine bir de annesi ile ilgili olanı binmiştir. İsmail’in gördüğü bu gündüz düşü, rüzgârın sesine, su sesine, soluk alıp verme sesinin “abi” seslenişine karıştığı nefes kesici bir etkiye sahiptir. Tüm bu sesler,  duymasak da İsmail’in vicdanının sesinden daha gür değildir.




O AN: Bir Zamanlar Anadolu’da


Erkek Dünyasına Yansıtılan Işık

Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü Dardenne Kardeşler’in Le gamin au vélo ile paylaşan Nuri Bilge Ceylan’ın altıncı uzun metrajı Bir Zamanlar Anadolu’da, bir Anadolu kasabasındaki erkeklerin karanlık dünyasına götürür bizleri. Erkek dünyasını ise kıdemli olan Savcı Nusret, Doktor Cemal, Komiser Naci gibi her biri ayrı bir hikâye taşıyan karakterler ile Şoför Arap Ali, Kenan, muhtar ve hatta sadece hayalini gördüğümüz Yaşar gibilerle sunar. 

Ceylan’ın olay örgüsünden daha çok karakter donanımına önem verdiği Bir Zamanlar Anadolu’da filmini izlerken odağa alınan cinayetin aydınlanmasından daha çok diğer karakterlerin karanlık dünyaları ile bizleri buluşuruz. Geneli gece karanlığında geçen filmde karakterlerin karanlığını aydınlatmak için ise iki farklı aydınlatıcı kullanılır. Biri erkek dünyasından gelen araba farı diğeri ise kadın dünyasından gelen gaz lambasıdır. Cesedi bulmak için çorak topraklara tutulan jandarmanın aracının araba farı, hiçbir şeyi aydınlatamasa da muhtarın kızının çay servisi yaptığı tepsideki gaz lambası her şeyi turnusol kâğıdı gibi açık eder. Kısa süreliğine gördüğümüz ve neredeyse hiç konuşmayan iki kadın karakterden biri olan muhtarın kızı Cemile’nin odaya girip de tüm erkeklerin dünyasına ışık tuttuğu sahne, filmin en önemli dönemecine şahit eder bizleri.

Aynanın Karşısında Teslim Olmak

Elektriklerin kesilmesi nedeniyle karanlıkta kalan ve bu fırsat nedeniyle kendi içlerindeki karanlık dünyalarına çekilen erkekler, Cemile’nin elindeki tepsiyle içeri girmesiyle adeta baskına uğrarlar. Cemile’nin rüya gibi güzelliği, gaz lambasının ışığı nedeniyle daha da bir etkili hal alarak onu adeta bir huri konumuna taşır. Böylesine bir güç ile karşılaşan doktor, savcı, Ramazan, Kenan sanki Tanrı’nın huzurunda tüm yaptıkları açığa çıkmış da yakalanmışlar gibi şaşırır, utanır, afallarlar. Her birinin kendilerinden bile saklamaya çalıştıkları sırlarının ifşa olmasının suratlarında yarattığı etkiyi hissetmemek mümkün değildir. Kenan’ın kısa zaman önce işlediği suçu düşünmemeye çalışırken böyle bir ifşaya maruz kalması karşısında hüngür hüngür ağlaması ve öldürdüğü Yaşar’ın hayalini görmesi ise Kenan ile seyircinin en çok yakınlaştığı anlardan (oğlunun yüzüne taş attığı sahne de bir diğeri diyebiliriz) biridir. 

Her bir erkeği kendi suçlarıyla, unutmaya, bastırmaya, yok saymaya çalıştıkları izbe yanlarıyla baş başa bırakıp dışarı çıkan Cemile’nin son anda duvara yansıyan kocaman gölgesi ise asla es geçilmemeli. Zavallı gizlerini nuruyla aydınlatan kadının, enkaza dönüştürdüğü erkeklerin mekânından çıkarken gittikçe büyümesi, korkutucu derecede büyük bir güce dönüşmesi çok anlamlıdır. Kadın, erkek dünyasına tuttuğu ayna vesilesiyle daha da güçlenmiş, ilahi bir noktaya taşınmıştır. Ceylan’ın birkaç sahnede yer verdiği kadını böylesine kutsaması, filmin en önemli meziyetlerinden de biridir.



Yol Kenarı: Umut Gerçekten Hiç Yok mu?


Yaklaşan Sonun Alametleri

2002 yılında çektiği Hiçbiryerde ile yönetmenlik kariyerine politik bir yerden başlayan Pirselimoğlu, daha sonra başladığı ölüm ve vicdan üçlemesi ile hep takip edeceği esas güzergâhına girdi. Pirselimoğlu, üçlemenin ilk filmi Rıza ile mesken tuttuğu İstanbul’un arka bahçelerinden olan bir semte hapsettiği karakterinin buhranına bizi ortak ediyordu. Kamyonu bozulduğu ve yaptıracak parası olmadığı için kamyonunu bıraktığı tamirciye çok yakın bir otele kısılıp kalmış karakterin, yavaş yavaş dibe çekilmesine, tabiri caizse şeytana uymasına şahit olmuştuk. Bu Kafkavari sıkışmışlığın pençesindeki karakterin metaforu ise tam da Kafka’nın eserinden akıllara geleceği üzere bir hamam böceğiydi.

 Bu görünmez muamelesi gören hamam böceğinin sıkıntısı, üçlemenin bir diğer halkasında da devam eder. Lakin bu kez karakterin bu sıkıntıyı gidermek adına başvurduğu yolların kendi meselesiyle bile alakası yoktur. İstanbul’un en çok yüz çevrilen semtlerinden olan Altınşehir’de yaşayan karakter, öylesine büyük bir sıkıntının içine girer ki bir kiralık katilin yarım kalan işine adar kendini. Bir nevi onun kimliğini, işini devralır. Sıkıntının, bir bireyde can bulacağı en akıl almaz halidir bu. Zaten Pus’taki şaşkınlığı atlattıktan sonra üçlemenin son ayağı Saç’taki karakterin tutulduğu kadının kocasını öldürmesi ve onun yerine geçmesi çok da şaşırtmaz. Filmin finali ise oldukça şaşırtıcı biter. Saç filminin bu en can alıcı mevzusunu Pirselimoğlu, daha da derinleştirerek Ben O Değilim filmini yaratır hatta. Ben O Değilim, hayata karşı takınılan umursamazlığın, kimlik meselesinin önemsizliğinin doruk noktasıdır.

Tüm bu filmlerindeki, bir karakterin bir başkasının yerine geçmesi ya da kendini, yaşamının devamını o karakter üzerinden devam ettirmesi, ölülerin dirilmesi gibi durumların hepsi aslında bir nevi Yol Kenarı’nda buluşur. Pirselimoğlu bugüne kadarki filmlerinde kişisel ölçekte değindiği mevzuyu toplumsal olanda buluşturur yeni filminde. Yol Kenarı’nı dünyanın sonu (kıyamet) olarak düşünürsek eğer diğer filmlerde yaşanılanlar bir nevi kişisel ölçekte yaşanılan kıyamet alametleriydi. Yol Kenarı’nda ise toplum üzerinden görülen alametler karşılar bizi. Yaklaşan yok oluşun alametleri… Birçok röportajında ya da yazdığı romanlarda da dile getirdiği gibi Pirselimoğlu, gerçekten de sona yaklaştığımızı düşünenlerden.

Son Düzlük

Gerçekten de yaklaşan sonun bugüne kadar gördüğü alametlerini filmlerine konu edinen Pirselimoğlu, artık Yol Kenarı ile son düzlüğe geldiğimizi söylüyor. Zira filmde karşımıza çıkan Deccal ve Mehdi temsilleri bunun en net örnekleri. Film boyunca asla karakterler tarafından bile isimleri zikredilmeyen Deccal ile Mehdi, olağanüstü bir görünüşe de pek sahip değillerdir. Mehdi’nin iki kürek kemiği arasındaki leke izinden gayri belirleyici bir fiziksel özelliği olmadığı gibi Deccal’ı temsil eden karakterin ise hiç yoktur. Ki Deccal, kendisi gibi kıyamet zamanı yeryüzüne ineceğine inanılan diğer İsa Mesih ve Mehdi içerisinde görünüş olarak en çok tarif edilenidir. Deccal’ı her yerde yangın çıkmasının müsebbibi olarak, Mesih’i ise Deccal tarafından öldürülüp tekrar dirilmesi nedeniyle tanırız. Tüm bu nedenlerden dolayı Yol Kenarı, her ne kadar dini alametlerden referans alan bir film olsa da son düzlükte kendi özgün dünyasını yaratıyor.

İnsanların kıyıda bekleyip uzaklara (demir almış bir gemiye) baktığı sahne ile açılan filmde bekleyen, her şeyiyle yaklaşan her ne ise ona teslim olmuş bir kasaba karşılıyor bizi. Bir şeylerin yolunda gitmediğini gözlemleseler de neler olduğunu da anlayamıyor kasaba sakinleri. Birçok yerde çıkan yangınlar, denizde demir alan geminin varlığı, kaybolan insanların olması gibi durumlar yeterince can sıkıcıyken tüm bunlara kasabaya gelen yabancıların ilginç durumları da ekleniyor. Her yerde yangın çıkaran karakterin Deccal, denizden gelen karakterin Deccal tarafından öldürülüp sonra tekrar dirilmesi nedeniyle İsa Mesih, sırtındaki iz ve iyiliğin, saflığın temsili olması gibi birçok erdemin sahibi olan karakterin de Mehdi olarak yorumlanabileceği filmin odağına aldığı en önemli karakter Mehdi’yi temsil eden olur.

Tansu Biçer’in hayat verdiği bu karakterin Reha Erdem’in Kosmos filminde Sermet Yeşil’in canlandırdığı Kosmos karakteri ile çok fazla akrabalık taşıdığını söylemeden edemeyeceğim. Dışarıdan kasabaya gelen ve gelmesiyle birçok dengeyi sarsan, birtakım ulvi güçleri olduğuna inanılan, bir yandan güvenilen, yardım talep edilenken bir yandan her şeyi müsebbibi görünen bu iki karakter çok yakın akrabalar aslında. Kosmos karakterinin hastalara şifa dağıtması beklenirken Yol Kenarı’ndaki Mehdi karakterinden şifa dağıtmakla kalmayıp yaklaşan sonu engellemesi beklenmektedir. İdea isimli elektrikli süpürge ile temizlik yaptırılması bunun en büyük göstergesi. Ondan bir fikir beklerler. Gelmedikçe de inançları sarsılır. Tıpkı Kosmos’da olduğu gibi. Zaten Erdem ile Pirselimoğlu’nun sinemasının birbirine çok uzak olduğunu da söyleyemeyiz sonuçta. Özellikle Kosmos filminin insanlığın geldiği çıkmazı ve bu durumun acısını her zerresinde hisseden yabancının durumu, ortak paydada buluşturmaya yetiyor bu iki yönetmeni.

Umutsuz Bekleyiş

Yaklaşan kıyamet, kasabayı sadece derin bir bekleyişin içine sürüklemez. Aynı zamanda hissedilen yoğun hissiyat ya da enerji, onlara bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadıkları şeyleri yaptırır. Kasabanın en önde gelen isimlerinin eşlerini öldürmeleri ya da bir nevi iz sürücü (geminin olduğu yere keşfe gitmesi ama gördüklerini kimseye anlatmaması gibi nedenlerle bu karakteri Andrey Tarkovski’nin Stalker filmindeki iz sürücüye benzetmek mümkün) olan karakterin karısı tarafından öldürülmesi bu durumun en net örnekleridir. Yaklaşan sona doğru hissedilen yoğun atmosfer ya da sadece sonun yaklaştığını bilen insanlığın hesaplardan kurtulup dilediğini yapma isteği sebep olur bu duruma.

Şimdiye kadar dünyanın sonu konulu birçok film çekilmiş olsa da bunlar hep bir kıyamet ya da benzeri bir vaka yaşandıktan sonrasını ele alınmıştır. Kıyametin yaklaştığı, bir sonun gelmekte olduğunun hissedildiği filmler ise hayli azdır. Örneğin Béla Tarr’ın A Torinói ló filmi bu konuda akla gelen ilk filmlerden biridir. Dünya’nın kendini yok etmeye başladığı zamanlar yaşanır bu filmde. Baba, kız ve her şeyden vazgeçmiş at, sorgusuz sualsiz sonsuz bir kabulleniş içerisinde beklerler. Beklerler çünkü artık yapılacak bir şey kalmamıştır. Bir ara kaçıp kurtulma girişiminde bulunsalar da bunun ne kadar anlamsız olduğunu anlar ve vazgeçerler. Tarr, dünyanın sonuna geldiğimizi söyleyen filmiyle aynı zamanda yönetmenlik kariyerini de sonlandırmıştır. Zira söyleyecek sözü kalmadığını söylemiştir usta. Her ne kadar Pirselimoğlu’nun söyleyecekleri henüz bitmemiş olsa da bu anlamda Pirselimoğlu ile Tarr arasında hem hissiyat hem de dile getirmek istedikleriyle ilgili oldukça çok ortak yönleri vardır.

Yol Kenarı, beklenilen mutlak son açısından diktatörlüğü, baskıyı, zulmü de açık etmekten kaçınmıyor. Yol Kenarı, kutsal dinlerde anlatıldığı gibi bir sondan yola çıkmıyor tam olarak. Dünyanın birçok yerinde yaşanılan diktatörlükler aslında bu sonu işaret ediyor. Televizyonda ve billboardlarda bir an bile görüntüsü kaybolmayan ve muhtemelen ülkenin başkanının görüntüsü, akıllara öncelikle 1984’ü getirmekte. George Orwell’ın romanı olan 1984, daha sonra Michael Radford tarafından filme de çekilmişti. Yaşanılan her yerde, evde, iş yerinde ekranlarda diktatörün görüntüsü ve söylevleri dönüp durur 1984’te. Ve daha sonra birçok bilim-kurgu filminde de bu karşımıza çıkmıştır bu durum. Hatta geçen yıl izlediğimiz Ceylan Özgün Özçelik imzalı Kaygı’da yine benzer bir durum vardı. Pirselimoğlu’da her an insanların ensesinde hissettiği baskıyı, kasveti televizyon ve billboardlarla aktarır. Yine kitapların toplanıp yakıldığı ya da gerçekleri yazan basın organlarının cezalandırılması, kasabanın devleti temsil eden ileri gelenlerinin suç işlemeleri ve birbirlerinin her daim arkalarını toplamaları zaman ve mekânın belirsiz olduğu bu filmde pek de yabancı gelecek şeyler değil aslında.

Filme seçilen bir tarafı deniz bir tarafı da orman olan kasabanın çıkışsızlığı, uzaklığı, ulaşılmazlığı da çok yerinde bir tercih. Zira filmdeki mekânın bir tarafının tamamıyla orman olması ve ormanların Deccal tarafından sürekli yakılması aslında yine çok tanıdık bir durum. Pirselimoğlu bir yandan Deccal üzerinden ateşi metaforlaştırırken bir yandan da her gün yaşanılan gerçek bir durumu perdeye taşır. Filmin geçtiği Karadeniz kıyıları yıllardır rant alanına çevrilmek için bile isteye insan deccaller tarafından yakılır ne de olsa.

Her Şey İnsanlığın Elinde

Yol Kenarı’ndan bahsederken çokça film ve yönetmen ismi zikretmişken bir ismin daha mutlaka adını anmak gerekiyor. Yol Kenarı’nın her bir anında Theodoros Angelopoulos’un bir filmini izliyormuşsun gibi hissetmek mümkün. Bunun müsebbibi ise tabii ki Andreas Sinanos. Angelopoulos’a uzun yıllar görüntü yönetmenliği yapan Andreas Sinanos, yine tüm marifetini sergileyerek kusursuz bir işe imza atıyor. Yol Kenarı’nın hissiyatını aktarmak için Sinanos dışında bir görüntü yönetmeni ile çalışmak büyük bir talihsizlik olurdu zira. Anlatılan kasvetli, sisli, puslu bir dünyanın tasvirini en etkili şekilde yapan isimlerden biri Sinanos. Fakat Yol Kenarı’nın Angelopoulos’un sineması ile olan bağlantısı bundan öte değil.

Örneğin uzun plan sekansların ustası olan Angelopoulos sinemasının aksine Pirselimoğlu şaşırtıcı derecede kısa planlar tercih ediyor. Şaşırtıcı diyorum çünkü genelde bu tarz anlatıların duygusuna paralel olarak plan sayısı da azalır. Yani genelde yönetmenler bu iki durumu birlikte çok kullandıkları için seyircide böyle bir beklenti oluşmuştur. Yol Kenarı bu beklentiyi boşa çıkarıyor. Oldukça kısa planlar çıkıyor karşımıza. Bu da kesik kesik olan bir nevi can çekişmekte olan hayatımıza benziyor aslında. Zaten televizyon yayınındaki durum da aynen böyledir. Ekranda beliren yüzün arka planında bozulup can çekişen görüntü vardır. Televizyonun eski dönemlerini gören daha eski nesile çok tanıdık gelen bir durumdur bu. Karıncalı ve kesik kesik akan görüntü.

Uzun süresi, siyah beyaz görüntüsü, kasvetli atmosferi ve belli bir çözüm sunmadığı için etkisi kat be kat artan umutsuz yapısıyla Yol Kenarı, izlenmesi kolay olmayan bir film. Seyirciyi içine alıp sarıp sarmalayan bir film değil Yol Kenarı. Sinematografisinden, senaryosuna kadar her şeyi de bu tercihe hizmet ediyor zaten. Filmin en çarpıcı yanı ise distopik bir filmde gördüğümüz her şeyin yaşadığımız zamanlarda hiç de gerçek dışı şeyler olmaması. Aslında gördüklerimizin hepsi yaşadığımız şeyler. Ne dinlerde bahsedildiği gibi Deccal ile Mehdi’nin gelmesine ne de İsa Mesih’in dirilmesine gerek yok. Her şey insan olan deccaller tarafından yapılıyor. Peki, bu deccallerden kurtulmak için insan olan mehdiler ve Mesihler yetmez mi?