19 Eylül 2015 Cumartesi

Brokeback Mountain: Aşkın Doğa İle İmtihanı



Uzakdoğulu yönetmen Ang Lee’nin 2005 yılında çektiği Brokeback Mountain, beklenenin üstünde başarı göstermişti. Oscar başta olmak üzere birçok festivalden eli kolu dolu dönen film, Lee’nin de yükselişinin sinyallerini vermişti. Ayrıca sadece yönetmen olarak değil oyunculuklar anlamında da yıldızlar geçidi niteliğinde olmuş bir film Brokeback Mountain. Özellikle Jake Gyllenhaal o günkü oyunculuk performansı ile vaat ettiği umudu boşa çıkarmadı; son yılların en iyi aktörleri arasına yerleşti. Ki Oscar’ı kazanması da çok uzak olmasa gerek.  Maalesef ki filmin bir diğer başrol oyuncusu Heath Ledger, 2008 yılında aramızdan ayrılarak serüvenine devam edemedi. Şayet yaşasaydı Ledger’in yolu da fazlasıyla açıktı, tıpkı Michelle Williams ve Anne Hathaway gibi.
Amerika’nın Brokeback dağlarında iki erkeğin kendini bulma hikayesi olan film aynı zamanda western türünden de beslenir. Ennis ve Jack’in yolları mevsimlik iş için çıktıkları Brokeback dağlarında kesişir. İkisinin az çok planlanmış bir hayatları vardır. Ne var ki içinde bulundukları uçsuz bucaksız, dingin doğa onları planlarından hariç yollara saptırır. Özellikle Ennis gibi suskun, içe kapanık, yeniliğe asla açık olmayan, fazla erkeksi bir kişiliği bile yoldan çıkarmayı başaracak bir büyüye sahiptir Brokeback dağları. Jack ise hayatı boyunca yeniliğe açık olmuş, çılgın, gözü kara bir karakter olduğundan dolayı zaten doğaya ve hayatın akışına kendini hemencecik bırakır. Dağda çobanlık ve bekçilik yapan Ennis ve Jack her ne kadar erkeksi tavırlar takınsalar, at üstünde marifetlerini sergileyip, atar yapınca kavga etmekten çekinmeseler de duygularının sesine kulaklarını tıkayamazlar. Aşkın ne zaman ne yer ne de cinsiyet tanıdığını, aşkın bunların hepsinin üstünde yer alan bir gerçek olduğunu yaşayarak tadar ve anlarlar. Ve bu sürpriz aşk ilk başlar da kabulleniş noktasında özellikle Ennis’i zorlasa da direnmenin âlemi olmadığını o da anlar.

Her ne kadar film bize Ennis ve Jack’ın hayatını göstererek ilerici bir şey yapıyor gibi algılansa da alt metinde söyledikleri pek de hoş değil. Jack ile Ennis ilk birbirleri ile seviştikleri gecenin sabahı sürüdeki koyunlardan birinin kurt tarafından yenilmesi ya da aşkını özgürce yaşamak isteyen Jack’in cezalandırılması; yanlış yollara sapanların sonu böyle olur demek istiyor. Oldukça ilerici bir film yapıyormuş gibi gözükerek alttan alta farklı mesajlar veren bir film Brokeback Mountain. Lee, sağ gösterip sol vuruyor tabiri caizse. Ayrıca Jack ve Ennis’in eşlerini mağdur olarak çizmesi de cabası. Burada da yine bunu yapan erkeklerin kadınlara da üzüntü yaşattığını onları zor duruma soktuğunu dile getirir. Son olarak daha muhafazakâr karakter olan Ennis’in hayatının öncelikli olarak izlenmesi filmin aslında onun hikâyesiymiş gibi gösterilmesi de çok kasıtlı bir hareket; şayet yönetmen Ennis ile özdeşlik kurmamızı istiyor. Özgürlükçü, daha rahat davranan Jack ile katharsis yaşatmak istemez Lee. Görüldüğü gibi Lee’nin dili çok sıkıntılıdır bu açıdan. Aslında şaşırmamak gerek; Hollywood’a transfer olmuş bir yönetmenden tam da Hollywood tarzı hareketlerdir bunlar.
Çatışmasını toplumsal değer yargıları ile Jack ve Ennis asındaki aşk arasında kuran film doğayı muhteşem sunumu, başarılı oyunculukları, türler arası mükemmel uyumu ile çok başarılı bir yapım. Ayrıca film özellikle Ennis üzerinden sınıf meselesine de değinir. Ennis’in ekonomik olarak yaşadığı sıkıntılar hep var olur. Jack’in ise zengin kayınbabası karşısında uzun yıllar sinmek zorunda olması ise oldukça sinir bozucu. Ne var ki oldukça sıkıntılı olan dili her şeyi eksik bırakıyor gibi.


O AN: La vie d’Adéle


Aynadan Yansıyan Yabancı
Fransız çizgi roman yazarı Juile Maroh’un  ‘’Le bleu est une couleur chaude’’ isimli çizgi romanı, Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdellatif  Kechiche tarafından 2013 yılında sinemaya ‘’La vie d’Adéle’’ ismiyle uyarlandı. Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü kazanan film, Adele’in büyüme hikayesini anlatır aslında. Film, fazlasıyla uzun seks sahneleri, Adéle’li röntgenci gibi takip eden kamerası, oldukça uzun süresi, ödülü yönetmen ve iki oyuncunun birlikte paylaşmaları ve en önemlisi film ödül aldıktan sonra başrol oyuncularının Kechiche ile ilgili yaptıkları sansasyonel açıklamalarla sinema dünyasına deyim yerindeyse damgasını vurmuştur. Ülkemizde 12. Filmekimi’nde seyirciyle buluşan ‘’La vie d’Adéle’’ filmi denilince, neredeyse herkesin aklına Adéle ile Emma’nın sevişme sahnesi gelse de asıl unutulmaz anlardan biri yollarının ayrılmasının arifesindeki sahnedir.
Emma son zamanlarda Adéle’i ihmal etmeye başlamış, Adéle de uzun zamandır kendisine asılan iş arkadaşı ile yakınlaşmıştır. Yine iş arkadaşı ile takıldığı bir gece eve dönüşünde Emma’ya yakalanan Adéle için hayatının ikinci dönüm noktası yaşanır; birincisi Emma’nın hayatına girmesidir.
Sahne Adéle’in eve girmesiyle başlar. Karşısında Emma’yı görmeyi beklemeyen Adéle her zamanki masumiyeti ile ürperir. Lakin yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu fark etse de anlamamış gibi davranır. Emma sorularını Adéle’e çok sakin bir şekilde yöneltir. Adéle de neredeyse fısıldayan bir ses tonu ile tüm sorulara asılsız cevaplar verir. Seyirci olarak Adéle’in doğru cevapları vermediğini biliriz ama ona da çok kızamayız. Çünkü Adéle’in kendini yalnız ve değersiz hissettiği zamanlara da şahit olmuşuzdur. Ne var ki sorgulama devam eder ve Emma çok kısa sürede Adéle’i çözer. Her zamanki gibi Adéle ağlayarak kendini ele verir zaten. İtirafı net bir şekilde duyan Emma yavaş yavaş çığırından çıkmaya başlar. Tüm bu konuşmalar olurken Emma’nın arkasında ayna vardır; böylece Adele, Emma’nın arkasından görüntüsü ve Emma’yı görürüz. Emma’nın  kısa saçlı arkadan görüntüsü bir erkeğin arkadan görüntüsünü andırır. Böylece Kechiche Adéle ile Emma ilişkisinin arasına giren erkeği de bir nevi sessiz bir şekilde yüzleşmeye dahil eder. İlginç olan şu ki: Adéle, Emma ile aynadan yansıyan görüntü olmak üzere iki kişinin karşısındadır. Zaten güçsüz ve savunmasız olan Adéle’in iyice kolu kanadı kırılır bu adaletsiz tartışmada. Adrenalin gittikçe yükselir. Ve buna uyumlu olarak kamera da hareketlenir, sahneler üst üste biner. Sonunda Emma, Adéle’in gitmesini ister. Bu isteği ağlayarak ve yalvararak geri çeviren Adéle’i, Emma tokatlamaya, hırpalamaya başlar. İyice güçsüzleşen ve umudunu kaybeden Adéle’i sonunda sürükleyerek de olsa kapı dışarı eder. Hatta o kadar hiddetli yapar ki bunu; kapı camının kırılma sesi kulaklarımızda çınlar. Adéle bir süre de kapının dışından devam eder ama nafile; Emma kafasında çok net bir şekilde bitirmiştir bu ilişkiyi. Kechiche bu anlarda seyirciyi evin içinde bırakır; böylece seyirci olarak bizler de Adéle’i suçluyormuş gibi oluruz. Çünkü bizi Adéle’in yanında değil Emma’nın yanında konumlandırır. Tabii Adéle’i yeterince anlayıp desteklemeyerek, yalnız bırakan Emma mı yoksa direnmek yerine zayıflık gösterip başkasının kollarına kendini atan Adéle mi daha suçlu bu tartışılır. La vie d’Adéle filmi sayesinde Aldatma nedir? Aldatan mı yoksa aldatılan mı daha suçludur? Aldatılmak affedilebilir mi? sorularını tekrar tekrar sorarız. Sonuç olarak kafamızın içerisinde dolaşan sorular, yolda çaresizce ağlayarak yürüyen Adéle’in görüntüsü kalır geriye.






8 Eylül 2015 Salı

O AN: Fight Club


Kaybedecek Bir Şeyim Yok. Öyleyse Özgürüm.
Birçok filme esin kaynağı olmuş ve filmlerde afişini sıkça görebileceğimiz 1999 yapımı David Fincher filmi Fight Club’ı unutmak ne mümkün. Bu hafta vizyona giren Who Am I filminde yine afişini görünce aklıma düştü bu mükemmel yapım. Defalarca izlediğim halde tekrar izleyip bir defa daha mest olduğum filmden unutulmaz sahnelerden birini paylaşmak isterim. Tüketim toplumunun suratının tam ortasına inen okkalı bir tokat olarak hafızalara kazınan film, özellikle final sahnesi ile hatırlanır. Lakin her sahneyi uzun uzun analiz edilebilecek denli derinliğe sahip filmin, en etkili sahnelerinden birisi de Edward Norton’un anlatıcı( Norton’un canlandırdığı karakterin adı yoktur, film jeneriğinde ve İmdb’de anlatıcı olarak geçer)karakteri ile harika bir performans sergilediği anlardır.
Brad Pitt’in hayat verdiği Tyler Durdan, Fight Club’ın üyelerine ilk kez ev ödevi verir; Tyler ‘’dışarı çıkıp hiç tanımadığınız biri ile kavga çıkaracak ve kaybedeceksiniz’’ der. Anlatıcı bu ev ödevini şeytanca bir plana dönüştürür. Haliyle bu plan doğrultusunda ödevde bazı değişiklikler yapar; hiç tanımadığı biriyle değil de yıllardır birlikte çalıştığı patronu ile kavga çıkarır. Ve asla kavga etmeye yanaşmayacak bu adamı öyle bir kavganın içine sokar ki… Anlatıcı kavgada kaybetse de teknik olarak kazanmıştır. Nasıl mı?
Anlatıcı her zaman ki gibi özensiz kıyafetleri ve yara bere içerisindeki suratıyla patronunun odasına gelip konuşmak istediğini söyler. Anlatıcı fazlasıyla kendinden emin bir çakal edasıyla konuşmaya başlar. Patronuna, kurnazca bir teklif sunar. Prestijli bir araba firması olan iş yerinde çok uzun zamandır çalışıyordur ve şirketin her eksiğini biliyordur. Patronunu bildiklerini sızdırmakla tehdit eder ve eğer ona çalışmadığı halde maaşını öderse susacağını söyler. Bunu duymayı beklemeyen patronu çok sinirlenir ve güvenliği aramak için telefona sarılır. İşte tam da bu anda yaralı eli titremeye başlar. Bu elindeki yara sayesinde birkaç gün önce Tanrı ile tüm ilişkisini bitirerek özgürleşmiştir. Artık kaybedecek hiçbir şeyi yoktur; istediği kadar dibe vurabilir. İşte eli tüm bunları ona hatırlatarak rolünü oynamaya başlaması konusunda onu uyarır. Ve ilk hamleyi bu eliyle yapar; tam da çenesinin altından esaslı bir tokat indirir kendine. Bu tokat bir sonrakini getirir hemen ardından. Ağzından burnundan gelen kanlara aldırmadan bizzat kendisinin, tabiri caizse façasını çizdirir. Cam sehpa ve raflardan döşenmiş oda da kendini çılgınca oradan oraya atan bu zır deli için çok uygun bir mekandır; tuzla buz olan camlar, bu sahnenin etkisini fazlasıyla arttırır. Karakterimiz yaptıkları esnasında o kadar ustadır ki; sanki daha önce de bunları yapmıştır(?) Zaten kendini döverken bir ara sahne durur ve iç sesi ile ‘’Nedense Tyler ile ilk dövüşüm aklıma geldi’’ der. Neden böyle söylediğini filmi izleyince anlayacak ve ‘’Vay be!’’ diyeceksiniz emin olun. Devam eden sahne kendisinin ağzını yüzünü dağıtması ve gerçekten de kavgada tıpkı Tyler’in dediği gibi kaybetmesiyle(kazanmasıyla) son bulur. Zira odaya gelen güvenlikçilerin gördüğü sahne patronun,  teklifini kabul etmesini zorunlu kılar. Zafer kaybedecek bir şeyleri olmayanlarındır.
Edward Norton ve Brad Pitt’in muhteşem performansları ile hafızalara kazınan film, David Fincher’in da en gözde yapımlarından biri olarak sinema tarihine adını büyük harflerle yazdırmıştır.




4 Eylül 2015 Cuma

O AN: Nymphomaniac (II)




Şiddetin Sekse Karşı Galibiyeti
Sinemanın aykırı yönetmenlerinden Lars Von Trier’in son filmi Nymphomaniac , oldukça sert ve cesur sahneleriyle perdede boy göstermişti.  Ülkemizde gösterimi yasaklanan film, 33. İstanbul Film Festivali sayesinde izleyicileriyle buluşabilmişti. Filmde, Trier’in vazgeçilmezi Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı Jeo karakterinin çetrefilli hayat öyküsünü izlerken nelere şahit olmamıştık ki.
Joe, nemfomanyak(aşırı seks bağımlısı, ilişkiye girmediğinde huzursuz olan kişi) biridir. Yalnız sıkıntı bununla da bitmez; Joe, orgazm olmakta da sıkıntı yaşar. Çocukluğunda bir kez çimlerin üstünde yatıp doğanın sesini dinlerken orgazm olur ama aynı duyguyu bir daha yaşayamaz. Joe hayatı boyunca bir daha öyle bir orgazmı yaşamak için elinden geleni yapar ama nafile... Son çare olarak aşık olduğu adamı, aşkının meyvesi olan bebeğini bile arkasında bırakarak nemfomanyakları aşırı şiddet uygulayarak rahatlatan K.’nın yöntemine kendini çaresizce bırakır. Özellikle Noel gecesi K.’nın Joe’ye hediye –bizim için ceza, Joe için ödül- verdiği sahne izlenebilmesi zor anlardır.
Joe, K.’dan şık bir şekilde paketlenmiş Noel hediyesini alır. Joe paketi açtığında daha önceki buluşmalarında K.’nın kendisine yaptırdığı düğümlerden oluşan, üzerinde ismi yazan –kırbacın üzerinde Fido yazar; Jeo’ya K.’nın verdiği isim Fido’dur- kırbaç olduğunu görür ve ödülünün bir an önce tadına bakmak amacıyla uygun ortamı tıpkı K.’dan öğrendiği gibi hazırlar. K. kendisine yaklaşınca ona cinsel birleşme istediğini Jeo diliyle –her şeyi direk ve net söyler Jeo- söyler. Ki Jeo, K.’nın bırak cinsel birleşmeyi bunun ima edilmesine bile tahammülü olmadığını bildiği halde yapar bunu.  Elbette K. tarafından bu istek reddedilir. K. Jeo’ya kural dışı davranışlarından dolayı ‘kırk kamçılı maksimum Romen’i’ vereceğim der. Kırk kamçılı maksimum Romen cezası hiçbir zaman bir seferde uygulanmamış bir cezadır; üç bölüm halinde uygulan bir cezadır. İsa’ya bile otuz dokuz kamçı cezası uygulanmıştır. Çünkü kırk üçe bölünemediği için otuz dokuz üçe bölünüp uygulanmıştır. Bu durumda Jeo çile çekenlerin piri olmuştur desek yanlış olmaz sanırım. Üstelik Jeo, ceza uygulanırken hiç itiraz etmez. Aksine kalçasına kamçıları yerken klitorisini altındaki kitapla uyararak hayatında ikinci kez orgazm olmayı başarır. Jeo’nun bu esnada yüzünde gördüğümüz mutluluk, kalçasının halini de gören izleyiciyi şaşkına çevirir. Jeo’nun aldığı haz o kadar yüksektir ki gözleri yuvalarından çıkacak gibi olur, en büyük acılar sırasında çıkmayan sesi kendini koyverir. Ve hayaline çocukken yaşadığı orgazm anı gelir. İşte bu an da Jeo’yu kıskanmamak elde değildir. Zira çocuklukta yaşanılan bir duygunun bırak aynısını benzerini bile yaşayamaz birçok yetişkin. Jeo belki de hayatının kalan kısmında bırak cinsel ilişkiye girmeyi mastürbasyon bile yapamayacak deformasyon yaşar bu ceza sırasında; ama Jeo için o an yaşadığı haz her şeye bedeldir.
İzlemesi birbirinden zor sahnelerle örülü Nymphomaniac filminde Trier, Nemfomanyak olanları yargılamaz aksine onları anlamaya ve anlatmaya çalışır.
*Sahne fazlasıyla şiddet ve cinsellik içerdiğinden filmin tanıtım videosunu paylaşmayı daha uygun buluyoruz. Anlatılan sahne filmin ortalama 55 ile 60’ıncı dakikaları arasında geçiyor.