26 Mart 2016 Cumartesi

O AN: Psycho


Kamera Arkasındaki Katil, Hitchcock


Gerilim denilince akla ilk gelen isim kuşkusuz büyük üstat Alfred Hitchcock’dur. Yaptığı her film ile gerilim yaratan, değme korku filmlerine taş çıkartan Hitchcock filmlerinin hepsi birer başyapıttır. Fakat Psycho, sanırım yönetmenin filmlerini takip etmeyenlerin bile bildiklerindendir. Üstelik de bir sahnesiyle herkesin aklına kazınmıştır. Hangi sahne mi? Elbette duş sahnesi… İtiraf edin bakalım, hala duş alırken tedirgin olmanıza sebep olan, tarihe unutulmaz sahnelerden biri olarak adını yazdıran anları hatırlamayan var mı? Ne dediniz? Yok değil mi? Tam bir hafta çekimleri süren, defalarca tekrar çekimi alınan, oyunculara da set ekibine de fenalık getiren bir sahne ne de olsa. Peki, öyleyse o muhteşem anlara şöyle biraz daha ayrıntılı bir gözlem yapmak için tekrar gidelim mi?

Sahne Marion’un(Janet Leigh) gayet sıradan bir şekilde duşa girmesiyle başlıyor. Marion, küvete adımını attıktan sonra duş perdesini bizim yüzümüze doğru çekmesiyle aslında bu sahnenin demek ki bu kadarına şahit olacağız derken Hitchcock oldukça davetkâr bir şekilde bizi perdenin öbür yanına alıyor. Hatta Marion’u duş alırken tam karşısından, yanından, ötesinden, berisinden açıkçası birçok açıdan izlettiriyor. Elbette bu izlettirmeyi çıplak bir vücut olarak düşünmeyin. Zira Janet Leigh’in asla mahrem yerlerini görmüyoruz. Zaten sahnenin amacı da bundan çok uzak. Marion’u duşun altında oldukça keyifli bir halde yıkanırken izliyoruz. Marion duşa girmeden önce bir karar vermiş ve her ne şekilde olursa olsun bir karara varması onu rahatlamış ve şimdi de banyoda yaptığı hatalardan suyun yardımıyla arındığını hissediyor. Ne var ki bu keyifli dakikalar çok da uzun sürmüyor. Çok geçmeden perdenin öte yanında bir siluetin belirdiğini biz seyirciler fark ediyoruz. Ne yazık ki Marion’un fark etmesi ancak perdeyi elinde bıçağıyla gelen kadının açmasıyla oluyor. Bu yüzünü tam seçemediğimiz fakat bir kadın olduğunu anladığımız kişi, hiçbir tereddüt yaşamadan onlarca kez Marion’a bıçak darbelerini indiriyor. Bu sahne çekilirken Leigh’in dublörünün kullanıldığını, bıçak darbelerini indiren kişinin de Hitchcock’un tam kendisi olduğunu biliyor muydunuz? Peki, Hitchcock’un kendini sahneye çok kaptırıp da dublörü iki yerinden yaraladığını? Lakin hiçbir bıçak darbesinin Marion’un vücuduna saplandığını görmüyoruz. Cinayetin işlendiği bir anda hiç kan göstermeden gerilim yaratmak ancak Hitchcoock gibi ustalara has bir durum olsa gerek. Bu kan bile görmediğimiz, sadece Leigh’in başarılı oyunculuğu ile yarattığı yüz ifadesi, çığlıkları ve fondaki Bernard Hermann’ın muhteşem müzikleri ile yaratılan gerilim, film ilk yayınlandığı zamanlar birçok kişinin salonu terk etmesine daha da ötesi hamile kadınların çocuğunu düşürmesine bile sebep olmuştur. Katilimiz işini bitirdikten sonra olay yerini terk ediyor. Marion ile tek kaldığımız banyoda, onun son çırpınışlarına şahit olmak daha da zor geliyor biz seyircilere. Önce banyonun fayanslarından kayan eli, daha sonra duş perdesine uzanırken, duş perdesini kavrarken görüyoruz. Hitchcock, o el üzerinden bile gerilimi o kadar güzel devam ettirir ki, sanki daha her şey yeni başlıyor, daha neler olacak diye sinyal veriyor adeta. Zaten özellikle filmin vizyona girdiği yıllar için fazlasıyla izlenmesi zor anlara şahit olan ve artık soluk almak isteyen seyirciye hiç insafı yoktur yönetmenimizin. Kamerasıyla odaklandığı her görüntü üzerinden seyirciyi meraka, endişeye ve haliyle gerilime sürüklüyor ısrarla. Perdeyi elliyle son bir güçle yakalayan Marion’u Hichcoock, tam tepeden seyircisine onu tanrının gözleriyle izlettirerek filmin başından beri katharsis kurdurttuğu kahramanlarının ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu anlatmış oluyor. Bu oldukça işgüzar yönetmenimiz perdeden güç alarak ayağa kaldırmaya çalıştığı Marion üzerinden seyircinin tüm masum duygularıyla sonuna kadar oynayarak muhtemelen çok eğlenmişti. Evet, ne yazık ki Marion’un bu hamlesi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Asıldığı perde şahit olduğumuz gibi tek tek halkalarından koparak Marion’u yere düşürüyor. Perde halkaları bile Marion’a ve böylece seyirciye değil Hitchcock’a, onun hınzır düşüncelerine yardım ediyor. Marion’un yere düşmesinden sonra sahnenin ilk başında olduğu gibi yine tam duşun altına kamerasını konumlandırıyor çok kısa bir süreliğine yönetmenimiz. Daha sonra giderden akan kanları görüyoruz ki, pek de kana benzemez –Hitchcock kan yerine çikolata sosu kullanmayı tercih etmiştir- bu gördüğümüz şey. Giderdeki suyun helezonlar oluşturarak aktığı sahneyi ustamız, mükemmel bir uyum içerisinde Marion’un gözlerine bağlıyor. Uzun bir süre ölmüş olan Marion’un gözlerine odaklanmamız, özdeşlik kurduğumuz kahramanımızın filmin daha yarısı bile olmadan ölmesine anlam veremediğimiz zamanları yaşatıyor bizlere. Bu sahnede gözlere bu kadar uzun bir süre bakmak zorunda kalan seyirci bile zorlanırken Leigh’in neler çektiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu sahneyi tekrarlamak isteyen Hitchcook’a kesin bir şekilde karşı çıkmışLeigh. Gördüğünüz gibi sadece seyirciyi değil, oyuncularını da delirten bir adam Hitchcock. Göze odaklanan kameranın yavaş yavaş uzaklaşması ve Marion’un yüzünü son defa görmemiz ile sahne sona eriyor. Kafalarda bu günah işleyen kız, bir nevi sinemanın tanrısı Hitchcook tarafından oldukça sert bir şekilde cezalandırılıyor düşüncesi, kulaklarda o dayanılmaz müzik, hafızalarda o tek bir göz görüntüsü hiç çıkmayacak bir şekilde kalıyor.



A Perfect Day: Kosova’da Sıradan Bir Gün


1992’den 95 yılına kadar devam eden Bosna Savaşı, geride yüz binden fazla ölü ve iki milyon ülkesini terk etmiş insan bırakmıştı. Yakın zamanın utanç verici bu savaşın en korkunç yönü ise Müslüman Bosnalılara Sırpların yaptığı soykırım olmuştu kuşkusuz. İşte bu hala hafızalarımızda taze olduğundan dolayı belki de beyazperdede birçok defa kendine yer buluyor bu savaş. No Mans Land, Circles,Before The Rain, Twice Born, Cirkus Columbia, Grbavica, The Search ve daha nice film ismi sayılabilir yolu Bosna Savaşı’ndan geçen. Bu filmlerin kimi cephenin tam ortasına kamerasını konumlandırırken kimisi ise cephenin çok daha uzağına, daha günlük, rutin hayatın üzerinden anlatmayı tercih eder derdini.  İşte A Perfect Day tercihini ikinciden yana yapanlardan.  

A Perfect Day’in Bosna Savaşı gibi bir yarayı anlatıyor olmasının yanında en önemli artılarından biri ise yönetmen koltuğunda ülkemizde Los Lunes Al Sol filmi ile tanınıp sevilen Fernando León de Aranoa’nın oturuyor olması kuşkusuz.  Birçok kurmaca ve belgesel filme sahip Aranoa’nın geniş çevrelerce bilinen ve çok sevilen filmi, Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü’ne de aday gösterilen Güneşli Pazartesiler oluyor. Los Lunes Al Sol’un işten çıkarılan bir grup tersane işçisinin öyküsü herkesi derinden etkilemiş ayrıca kurulan diyaloglardaki derin anlamlarla birçoğumuzun başucu filmi olduğu biliniyor. Fakat Aranoa, sadece bu filminde değil birçok filminde ister tersane işçisi ister seks işçisi olsun hep hayatla sıkı bir mücadeleye girmiş, kenara atılmış, yenilmiş insanları gözlüyor. Aranoa, bu kez ülkesi İspanya’dan kilometrelerce uzağa Kosova’ya uzanıyor.

Film bizi hiçbir anında savaşın sıcak olarak yaşandığı yerlere götürmüyor kesinlikle. Çok daha sakin, günlük hayatın yaşandığı yerlerde dolaşarak, cephede yaşanılanlardan belki de daha fazla etkiliyor izleyicilerini. A Perfect Day, su üzerinden kuruyor esas olarak çatışmasını. Hatta Aranoa, bize kurduğu dünyayı bir kuyunun içinden yukarıya baktırarak gösteriyor ilk olarak. Üstelik gördüğümüz bir gökyüzü değil kuyudan halatla yukarı çekilen şişmiş bir ceset… Zaten bölgede olan üç kuyudan ikisi mayınlı, biri de cesetli olunca tüm çaba cesedi çıkarmaya harcanıyor. Ama ne fayda… Savaşın yaşandığı topraklara gönüllü gelen BM ekibinden dört kişinin karşısına bürokrasi, yerlilerin güvensizliği gibi birçok şey engel olarak çıkınca her şey arapsaçına dönmekte geç kalmıyor. Bir de bu topunu isteyen küçük Nikola’nın hikâyeye dâhil olması ile ziyadesiyle mantıklı olan ekibimiz bile savaşın dramı karşısında çaresiz kalıyor.

A Perfect Day, yakınını kaybeden birinin feryat figanını ya da kafası gözü parçalanmış bir cesedi göstermiyor. Bunun yerine içinde bulundukları zorlu duruma rağmen gülmeyi, şakalaşmayı, futbol muhabbeti yapmayı, futbol oynamaktan vazgeçmeyen insanları perdeye taşıyor. Bu da elbette her insanın, özellikle de çocukların yaşamayı, gülmeyi hak ettiklerini en güzel anlatma yolu olsa gerek diye düşünmeden edemiyor insan. Aranoa, bir çocuğun elinde gösterilen silahla, saniyelerle gördüğümüz katledilmiş bir aile ile ya da her gün mayınların üzerinde yürüyerek hayvanlarını otlatan bir teyze ile savaşın asıl yüzünü, duygu sömürüsüne yaslanmadan konsantre olarak ifade ediyor.


Özellikle Benicio Del Toro ve Tim Robbins olmak üzere çocuk oyuncu Eldar Residoviç oyunculuklarıyla göz dolduruyorlar. Karakter yaratmakta da ustalığını gösteren Aranoa, romandan esinlenerek çektiği bu film ile bir kez daha gönülleri kazanacağa benziyor. 

Fatih Akın Sineması


Almanya’da yaşayan bir gurbetçidir Fatih Akın. Fakat aklı bir yerde kalanlardan değildir. Hem ülkesini hem de şu an yaşamakta olduğu Almanya’yı içselleştirmiş, tanımış ve sevmiştir. Genellikle Almanya’da çekse de filmlerini bazı filmlerinde Türkiye’ye de kamerasını taşımaktan geri durmamıştır. Filmografisinin iki filmi hariç genelde aynı tarzda eserler ortaya koymuştur. Göç olgusu, bir kültürden diğer kültüre adaptasyonda arafda kalma durumu, aşk, ihanet, aile Akın denilince ilk akla gelenlerdir. Fakat Yaşamın Kıyısında ve Cut filmleri ile daha toplumsal, siyasi mevzulara eğilmiş, bu büyük meseleler altından çok da başarılı olarak kalkamamıştır. Bu iki filmini yine Akın sinemasına gösterdiğim bağlılık ve saygı çerçevesinde onun affına sığınarak ayrı bir yere koyuyor büyük bir iştah ve aşkla, her biri birbirinden muhteşem beş filmini anlatmayı denemeye başlıyorum.

1)Duvara Karşı – 2004


54. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü başta olmak üzere birçok ödülün sahibi olmuş bu film, kuşkusuz yönetmenin filmografisinin de en iyisi. Almanya ve Türkiye’de çekilen Duvara Karşı, gurbetçi olarak ailesiyle birlikte yaşayan Sibel’in daha özgür bir hayat için aslen Türkiyeli olan hiç tanımadığı Cahit’e evlenme teklif etmesiyle başlar. Sahte bir evlilik olması planlanan bu birliktelikte ne var ki, hiçbir şey planlandığı gibi gitmez. Almanya’da başlarına gelen felaketler Türkiye’de devam eder. Cahit de Sibel’de hayattan paylarına düşen talihsizliği yaşarlar. Sibel’in filmin başında yola çıktığı umutlu, istekli, hayat dolu halinden eser kalmamıştır. Cahit’in ise zaten dibe vurduğu hayatında karşısına çıkan umut kaynağını bulmasıyla yitirmesi bir olur. Mutlu son ile nihayete ermeyen bir kaybedenler hikâyesidir Duvara Karşı. Her ne kadar Sibel Kekilli ile ilgili sansasyonel haberler o dönem öne çıksa da asıl konuşulması gereken Kekilli’nin muhteşem oyunculuğu olmalıydı bana kalırsa.


2)Soul Kitchen – 2009


Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Soul Kitchen tam bir kendini iyi hisset filmi.  Akın’ın ekibi tam kadro iş başında bu filmde. Sürekli aynı oyuncularla çalışan yönetmenleri ve ekibi bir aile olarak gördüğüm için bir nevi hiç ayrılmasınlar isterim ben şahsen. İşte Akın, bu filmde toplaşma zamanı demiş anlaşılan. Genel olarak üç erkek üzerinden ilerleyen filmde ne yazık ki üçü de kaybeden olarak hayatımıza giriyor. Bu birbirinden şapşal, birbirinden talihsiz üç adamın eğlenceli, olaylı hayatları enfes yemeklerin piştiği bir restoranda vuku bulursa ne olur sizce? Ortaya elbette burnumuzda tüten, tadı damağımızda kalan bir eğlencelik çıkıyor. Emin olun yemek pişirmek de yemek de hiç bu kadar komik, müzikal ve hayat dolu olmamıştı. 


3)In July – 2000


Öncelikle şunu söylemeliyim ki benim izlerken zevkten bin bir köşe olduğum adeta büyülendiğim bir yol hikâyesi filmi varsa o da tartışmasız In July’dir.  In July, bazen burnunun ucunda duran hayatının aşkını fark etmeyip de kendini maceraya sürükleyen herkesin hayatından bir şeyler bulacağı bir film. Açıkçası bakıp da görmeyenlerin, dinleyip de duymayanların gözünü kulağını, aşkın, hayatın dünyasına açmayı benimsetiyor bizlere. Yolda giderken bir yandan iki yol arkadaşının birbirini ve aşkı bulmalarını izlerken başlarına gelen türlü belalarla uğraşmalarını da izliyor ve çok eğleniyoruz. Lakin filmin en unutulmaz anlarından birinin ise İdil Üner’in muhteşem yorumuyla Güneşim şarkısını dinlediğimiz sahne olduğunu söylemem gerek. Emin olan uzun bir süre bu şarkıyı mırıldanıp, söyleyeceksiniz.


4)Kurz Und Schmerzlos – 1998


Fatih Akın’ın ilk uzun metrajlı filmi Kurz Und Schmerzlos, yönetmenin filmografisini en iyi yansıtanlardan. Eğer ki bir Akın incelemesi yapmak istiyorsanız sadece Kurz Und Schmerzlos’ı izlemek oldukça açıklayıcı olacaktır. Zira Akın’ın sonraki yıllarda çektiği filmlerin hepsinin çıkış noktası, esin kaynağı Kurz Und Schmerzlos olmuştur. Göç olayını Türkiyeli, Sırp, Yunan üç arkadaş üzerinden anlatan film çok zor bir araya gelecek üç milleti arkadaştan da öte dost yapıyor Akın. Ayrıca bu üç farklı ülkeden insanın da Almanya’da aynı şekilde kaybeden, uçurumun kenarında yaşamaya mahkûm insanlar olarak çizerek oldukça anlamlı bir durum ortaya koyuyor. Bu üç arkadaştan her ne kadar biri artık bu suçlu dünyasından kurtulup huzura ermeyi planlasa da içinde bulunmak zorunda olduğu hayat buna asla izin vermiyor. Seyirci olarak bizlerin tabiri caizse yüreğini dağlayan bu film Akın ile tanışmak isteyenlerin tartışmasız ilk izlemesi gerekenlerden.


5)Solino -2002


Fatih Akın’ın nispeten daha toplumsal bir yaklaşım ile çektiği bir filmdir Solino. Fakat Akın’ın mizah duygusunu, izleyicinin izlerken içini kıpır kıpır eden sahneleri de bünyesinde barındırmayı da ihmal etmeyen bir film. Akın, bu kez bir Türkiyeli aileyi değil de İtalyan ailenin Almanya’ya göçüne tanık ediyor bizleri. Zaten birçok açıdan birbirimizden izler taşıyan İtalyanlar’ı kendi yerimize Akın filminde görmek hiç de yadırgatmıyor biz izleyicileri. Almanya’ya göç edince tüm yaşamları kısa bir süre sonra içinden çıkılmaz bir noktaya gelen bu sevimli ailenin hikâyesi her ne kadar ilk etapta eğlendirse de daha sonra üzmeye başlıyor.  Güldürürken hüzünlendiren, eğlendirirken düşündüren bir film Solino tam olarak. Akın yine ülkeler arasındaki yaşam farkını, buna uyum sağlamaya çalışan ya da sağlayamayıp tamamen uçuruma sürüklenen insanların hayatlarını bir kez daha ustalıkla perdeye yansıtıyor. Eğer ki İtalyan komedi ya da dramlarını, Akın filmografisini seviyorsanız, Solino tam olarak bunların karışımı nefis bir pizza ikram ediyor size.




16 Mart 2016 Çarşamba

Jean-Marc Vallée Sineması


Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée, henüz ülkemizde vizyona girmeyen son filmi Demolition olmak üzere dokuz uzun metrajlı filme sahip, kendine kemik bir hayran kitlesi toplamış bir isim. Fakat kendisini yakından takip eden birçok kişi için bile o, dördüncü filmi C.R.A.Z.Y. ile var olmaya başlamıştır. Zira Marc Vallée, C.R.A.Z.Y. ile çok büyük bir başarı yakalamış ve neredeyse tüm dünyada tanınmıştır. Bu, C.R.A.Z.Y. ile zirveye tırmanan adam, aradan geçen dört filminden sonra Demolition ile o zirveye tekrar oturmakta.  Ne diyelim, her yönetmene nasip olmayacak zirve noktasını tekrar görme şansına erişmiş bu müzik hayranı (özellikle Pink Floyd) güzel adamı enleri ile koltuğumuzda ağırlayalım. Ne dersiniz?


1)Demolition – 2015


Bir insanın, amaçsız hayatına tepkisiz kalmasını ya da etmesini beyazperdede sıkça izliyoruz. Peki, o beğenmediği hayatı kendi elleriyle yıkanı… Marc Vallée, Demolition’da bunu, yarattığı Davis (Jake Gyllenhaal) karakteri ile mükemmel bir şekilde başarıyor. Yönetmenin bana kalırsa en ustalıklı işi olan Demolition, oldukça hesaplı kitaplı olarak kurulan hayatlara Davis vasıtasıyla koca koca balyoz darbeleri indiriyor. Zaten çok güçlü bir karakter olan Davis’in yanına bir de cinsel kimliğini bulma aşamasındaki Chris’i de ekleyince film tam olarak bir şenliğe dönüşüyor. Birbirleriyle inanılmaz bir uyum yakalayan bu ikilinin amacı oldukça ortak aslında. Biri ona kurdurulan mutsuz olduğu hayata darbeler indirirken diğeri ise yaşamak istediği, mutlu olacağı hayatın önündeki engellere indirir darbeleri. Bu çılgın ikilinin oldukça eğlenceli, bir o kadar da hüzünlü ama en önemlisi ise güldürürken düşündürmesiyle takdiri hak edecek yıkım eylemleri ayakta alkışlanacak cinsten tartışmasız.


2)C. R.A.Z.Y. – 2005


Jean-Marc Vallée’nin neredeyse tüm filmlerinde değindiği eşcinsellik mevzusu bu filmde tamamen odağa alınıyor. Eşcinsel bir oğul ile homofobik bir baba arasında yıllara yayılan ilişki masaya yatırılıyor. Film yarattığı, birbirinden renkli karakterlerden oluşan ailesi, Pink Floyd’dan David Bowie’ye kadar muhteşem sanatçıların müziklerinin filme mükemmel nakşedilmesi ve verdiği anlamlı mesajlarla birçok yönetmenin kıskançlıkla bakacağı bir yapım kuşkusuz. Eşcinsel bir bireyin kendini fark etmesi ve durumunu kabul edip, çevresindekilere kabul ettirmesi gibi uzun, zorlu ve sancılı süreci ilmik ilmik dokuyor Jean-Marc Vallée filme. Hristiyanlığı da işin içine dâhil ederek oldukça cesur söylemleri art ardına sıralayan film, özellikle önceleri kuşku ile yaklaşsak bile sonradan gönlümüzü fazlasıyla kazanan baba karakteriyle unutulmayacak asla.


3)Dallas Buyers Club – 2013


Dallas Buyers Club, bugüne kadar ilaç sanayini karşısına alan belki de en cesur kurmaca filmlerden biri. Gerçek olaylardan esinlenilen filmde ilaç sanayisinin itinayla saklanan tüm pislikleri bir bir ortaya dökülüyor. Matthew  McConaughey’in hayat verdiği Ron Woodroof gibi renkli bir karakterin – Woodroof elektrikçi, rodeo binicisi, maço, homofobik, alkolik vs…gibi birçok şey ile anılabilir- HIV virüsü taşıdığını öğrenmesiyle hayatının tamamen değişmesini mükemmel bir yaşam mücadelesi tadında izliyoruz.  McConaughey’e Oscar getiren performansın yavaş yavaş hayata ve insanlara, sisteme daha farklı bakan bir insana evrildiği süreç gerçekten izlenilmeyi hak ediyor.


4)Cafe De Flore-2011


Cafe De Flore,  ruh eşine getirdiği yorum ile oldukça sevilen bir film oluyor. Down sedromlu çocuğuna takıntı derecesinde bağlı anne ve âşık olduğu adama ona ruhsal olarak zarar verecek denli bağlı bir kadın. Biri 1950’lerde, diğeri günümüzde yaşayan bu iki kadının yolları yönetmenin yaptığı çok güzel bir ustalıkla kesişiyor. Sonrası mı? Sonrası yapılan ve yapmaktan vazgeçilen hatalar, affetmek, hoşgörü vs… Özellikle down sedromlu çocuk oyuncuların performansı için bile izlemeye değecek Cafe De Flore, sevgiye, fedakârlığa, hoşgörüye, annelik ve babalığa o kadar güzel yorumlar getiriyor ki… Tek kelime ile izlenilesi bir film.

 5)Wild – 2014


Cheryl Strayed’in anılarından oluşan Wild From Lost To Found On The Pacific Crest kitabından beyazperdeye uyarlanan bir kendini bulma, hayatta kalma, yaralarını sarma, doğayı kutsayış ve feminizm gibi öğeleri barından oldukça çok yönlü bir film Wild. Hayatı tamamen çöküş evresine girmiş bir kadının Pasific’de çıktığı çetin yolculuk sırasında yönetmen, kamerasıyla bizi hep onun peşinden koşturuyor. Bu zorlu yolculuk sırasında flashbacklerle Cheryl Strayed’i tanıyor ve yaşadığı travmalarını öğreniyoruz. Yolda yaşadığı tüm güçlükler ve olumsuzluklar bir süre sonra direk bize yansıdığı için bir nevi Strayed biz oluyoruz sanki. Bir kadının vahşi doğaya, tüm geçmişine, yaşanmışlıklarına kafa tutarak zoru başarması, onunla tam bir özdeşlik yaşayan seyirciyi de şahlandırıyor adeta.  Into The Wild, Gerry, 127 Hours, Alıve, Cast Away, The Grey, Life Of Pi gibi filmlerin yanına adını gururla yazdıran Wild aynı zamanda Reese Witherspoon’un ona Oscar adaylığı getiren müthiş oyunculuğuyla da hatırlanacak.




O AN : Selvi Boylum Al Yazmalım


Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti.
Durursam bir daha kurtulamam.
Ziyanı yok, gülüşü yeter bize.
Yüreğim kaydıysa günah mı?
Çamura saplansam yardıma gelir misin?
Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elindeymiş gibi.
Elinden tutuversem benimle gelir mi?
Seninim işte, alıp götürsene beni.
Elveda Asya, elveda selvi boylum al yazmalım, elveda.
Bitmemiş türküm benim.

Yukarıdaki sözleri duyduğumuz ve bir daha asla hafızalardan silinmeyecek, sinemamızın başyapıtlarından Atıf Yılmaz’ın Selvi Boylum Al Yazmalım filmini unutmak ne mümkün. Selvi Boylum Al Yazmalım, yerli sinemanın en önemli kilometre taşlarından biri olan Atıf Yılmaz’ın filmografisindeki birçok başyapıttan bana kalırsa sadece biridir. Yılmaz, Cengiz Aytmatov’un aynı adlı romanından uyarladığı Selvi Boylum Al Yazmalım’da birçok filminde yaptığı gibi yerini kadından yana konumlandırıyor. Özellikle Yeşilçam döneminde herkesin seveceği tarzda mutlu sonlara sığınmıyor Yılmaz. Gücünü emekten, gerçeklikten alan filmler yapıyor. İşte Selvi Boylum Al Yazmalım da tam da böyle bir filmdir. Her ne kadar her şey masallardaki gibi başlasa da Yılmaz, filmin sonunda Yeşilçam’ın gerçekdışı, samimiyetsiz mutlu sonlarına büyük bir darbe indiriyor. Türkan Şoray’ın bile itiraz ettiği, Yeşilçam’a yeni bir çığır açan, zaman geçtikçe kabullenilen, birçok filme esin kaynağı olan Selvi Boylum Al Yazmalım’ın final sahnesiyle sizleri baş başa bırakmamı ister misiniz?

Sahne Asya’nın(Türkan Şoray) Samet’e koşarken nefes nefese kalmış bir halde karşısında gördüğü görüntüye bakakaldığı an ile başlar. İlyas (Kadir İnanır) kamyonu durdurur ve ağlayan Samet’i indirir. Tam Samet’e onun gerçek babası olduğunu açıklayacakken Asya, yetişir. Annesini gören Samet hemen koşup sarılır. Bu esnada yüzü bize dönük olan Asya’nın gözlerindeki ifade yıllardır içe atılan, dile getirilmeyen o kadar çok şeyi söylemeye gebedir ki… Fakat Yılmaz, bu gözlerle anlatılanların dile dökülmesine asla izin vermeden Cemşit’i sahneye alır. Zira Cemşit, bu aşk hikâyesinin içine dâhil olan çok önemli bir etmendir. Şimdi her şey bir nevi neticeye kavuşacaksa eğer, bu karar anında onun da olmasından doğal hiçbir şey yoktur. Cemşit’in sahneye girmesiyle Asya’nın yüzüne zoom yapan kamera oldukça uzaklaşır. Böylece hem hikâyenin dört kahramanı aynı kare içerisine yerleştirilmiş hem de karakterlerin karar anında yönetmen, onları kendi kaderleriyle baş başa bırakmış olur. Çok kısa bir anlığına gördüğümüz bu kareden sonra tekrar Asya’ya döner kamera; ayağa kalkan Asya, Samet’in elini tutarak İlyas’ın ve Cemşit’in olduğu yöne doğru yürümeye başlar. İlyas da elbette ona doğru yürür. Yılmaz bu anlarda önce Asya ile İlyas’ı açı karşı açı ile gösterse de hemen ardından Cemşit’in yüzünü de araya sokarak asla aşk ile mantığı birbirinden koparmaz.  Sonrasında ise çok daha etkileyici bir kare gelir gözlerimizin önüne; karede sadece Asya, İlyas ve Samet vardır. Büyük aşk, meyveleri ile birlikte ilk defa aynı karenin içine sığdırılmıştır. Ne var ki bu Asya’nın bile tüm mantığını o an kaybetmesine neden olan büyüleyici saniyeler Samet’in “babacım” sözleriyle bozulur. Asya ilk etapta şaşırsa da çok geçmeden ne olduğunu anlar ve aklını başına toplar. Bir tarafta kendisini bebeğiyle bir başına bırakan, âşık olduğu adam bir yanda da kendisini çocuğuyla birlikte seven, kol kanat geren Cemşit… Peki, oğlu kimi baba bilir? Oğlu kimden babalık görmüştür? Baba ile oğul kavuşmalarının sevincini yaşarken Asya ile İlyas için vedalaşma vaktidir. Asya ile İlyas daha önce yapmadıkları vedalaşmayı gerçekleştirirler. Bu anlarda İlyas konuşarak Asya ise iç sesiyle söyler söyleyeceklerini. İşte tam bu esnada, sanırım Şoray ile İnanır’ın yüzlerle yaptıkları oyunculuk takdiri hak edecek türdendir. Özellikle Şoray’ın sadece yüzüne değil tüm vücuduna oturttuğu o tükenmiş, yorulmuş hissiyatından etkilenmemek mümkün değil. Asya ona emek harcayana sevginin gerçek anlamına doğru ilerler. Oğlunun elinden tutar –böylece Cemşit’in de elinden tutmuş olur- ve sırtını İlyas’a dönerek yürümeye devam eder. Geriye doğru yaşlı gözlerle Asya’nın dönüp bakışı bir şeyi değiştirmeyecektir. Asya ile İlyas’ın seslerinden duyduğumuz birbirlerine ilk zamanlar söyledikleri sözler, ebedi ayrılığın son sözleri olur aynı zamanda. Sahne bu aşkın en büyük şahitlerinden olan kamyonun görüntüsü ile son bulur. Bu unutulmaz filmi ve elbette final sahnesine eşlik eden Cahit Berkay ustanın enfes müziklerini dile getirmeden yazıyı bitirmek olmaz kuşkusuz.






9 Mart 2016 Çarşamba

Chantal Akerman Sineması


Sinema Dünyasından Bir Kadın Geçti. Cesur, Öfkeli ve Kararlı Bir Kadın…


Chantal Akerman, henüz on altı yaşındayken Pierro Le Fou filmini izleyerek yönetmen olmaya karar verecek kadar kararlı ve hemen on sekiz yaşında da ilk filmini çekecek kadar da cesur bir insandı. Yahudi, feminist, lezbiyen, kadın, kadın yönetmen gibi birçok tanımın onu anlatmak amacıyla kullanılmasına karşılık, bir kadın olduğunu ve aynı zamanda da filmler çektiğini söyleyerek tıpkı filmlerindeki gibi mevzuyu oldukça sadeleştirmiş biridir. Sinemaya adımını attığı ilk andan itibaren dur durak bilmeyen bu kadın kısa metraj, uzun metraj, belgesel ve sergi enstalâsyonu olmak üzere sayısız eser ortaya koymuştur bu dünyadan kendi isteği ile göçmeden önce. Evet, Akerman son filmi No Home Movie’de yakın zamanda kaybettiği, hayatının en büyük anlamı annesi ve kendisine veda ederek yaşamına son noktayı koymuştur. Filmin gösteriminden- bir nevi çocuğunu doğurup güvenilir ellerde olduğuna emin olması gibi – kısa bir süre sonra aramızdan ayrılmıştır. Belki de daha nice eserlere imza atacak, bu anlatmakla bitirilmeyecek, kelimelerin bir süre sonra kifayetsiz kalacağı kadını anlamak ya da anlatmak için filmlerine başvurmak en mantıklısıdır. Zira her filmine kendisinden bir parça koyan Akerman’ın filmografisine baktığımızda kendini ortaya koyduğunu görürüz aslında. Onu anlamak için tüm filmlerini masaya yatırmak gerekse de biz işe onunla en çok anılan beş filmi ile başlayalım dilerseniz.


1) Jeanne Dielman
, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles -1975


Chantal Akerman’ın ikinci uzun metraj filmi Jeanne Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles, feminist sinemanın öncülerindendir. Akerman’ın annesinden esinlenerek çektiği filmi bir ev kadınının ev işçiliği ve seks işçiliğini aynı anda götürmeye çalışırken bir yerden sonra tüm dengelerin alt üst olmasını anlatır. Jeanne Dielman’ın üç gününü üç buçuk saatten fazla bir süreye yayarak klasik sinema izleyicisini oldukça rahatsız etmiştir Akerman. Birçok sahnenin gerçek zamanlı çekildiği film, adeta gündelik olan her şeyi kutsar. Patates soymak ya da bulaşık yıkamak gibi fazlasıyla önemsiz işleri önemseyerek onları çekici kılmaktır Akerman’ın amacı. Filmin en garip tarafı ise bu kadar gündelik işin bir araya gelmiş hali olan filmin aslında oldukça tedirgin edici bir gerilim filmi havasında olduğudur. Sakin sakin ilerleyip avını vahşice katleden bir balina gibidir Jeanne Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles. Akerman, özellikle kadına bakış açısı sorunlu izleyiciye çaktırmadan, durgun sularda ilerleyerek haddini bildirir. Akerman’ın bana kalırsa başyapıtı olan bu film, finaldeki Jeanne Dielman’ın masada uzun süre sadece oturduğu sahneyle akıllardan çıkmayacak türdendir.


2) Je, Tu, Il, Elle – 1974


Akerman’ın ilk filmi olan Je, Tu, Il, Elle aynı zamanda kendisinin başrolde oynadığı filmidir. Akerman, bu filmde sadece oynamaz aynı zamanda izleyicilerine kendini tüm özel yönleriyle de açar; filmde tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi lezbiyen, bunalımlı ve hayatını cesurca yaşayan bir kadına hayat vermektedir. Üç bölümden oluşan Je, Tu, Il, Elle’nin ilk bölümü tamamen Julie’nin evin içine kendini ve eşyaları sığdıramadığı anlara ev sahipliği yaparken ikinci bölüm ise alabildiğine özgür, tehlikeli bir o kadar da sınırı çizilmemiş mekânlarda geçer. Son bölümde ise Julie, beklide filmin başından beri aradığı onu tek mutlu edecek yere gider ama burada yaşanılanlar da mutlak bir mutluluk getirmez. Julie’yi yine yalnız, kaybetmiş ve savrulmaya hazır bir şekilde bırakırız. Akerman’ın annesinden daha çok kendisinden izler taşıyan bu filmi, onun tüm duygu durumu ve çırılçıplak bedeni ile seyirciye kendini açtığı eseridir. Akerman, daha ilk uzun metrajında kozlarını açık oynayarak girmiştir sahneye.


3)No Home Movie-2015


Yönetmenin son filmi No Home Movie, hayranlarına, kendine ve en önemlisi de annesine bir veda mektubudur aslında. Akerman, kendisine her zaman ilham perisi olmuş annesini, hastalığının son dönemecinde yalnız bırakmamış hatta bu birlikteliğe bizi de ortak etmiştir. Filmografisinin başından itibaren filmlerinde, ondan izleri izlediğimiz kadına evinde konuk eder Akerman bizleri. Bu şimdiye kadar hep başka bedenlerde hayat bulmuş –özellikle Jeanne Dielman, 23, Quai du Commerce, 1080 Bruxelles’de- halini izlediğimiz kadını şimdi gerçek bedeninde izleriz. Annesinin evine yerleştirdiği çeşitli kameralardan elde edilen ve Skyp’daki görüntülerden oluşan belgesel, Akerman’ın annesi ile olan nadir muhabbetlerinden de anlaşılacağı gibi bu kadının hayatına, yaşadıklarına bir saygı duruşu niteliği taşır. Yahudi olan ve Auschwitz toplama kampından sağ kurtulan, kendisinin ve çocuklarının hayatını devam ettirebilmek için türlü mücadeleler vermiş kadının büyüsü böylece Akerman’ın gözünden bize de ulaşır. Akerman’ın belki de seyircisini en fazla zorladığı bu filmin, sadece onun gerçekten hayranlarının tahammül edeceği hatta çok seveceği bir yapım muhakkak. Ayrıca Akerman denilince ilk akla gelen zaman ve mekân ilişkisini tam anlamıyla hayata geçirdiği yapımdır aynı zamanda.


4)La Captive – 2000


Bir roman uyarlaması olan La Captive, bir erkek tarafından fiili olarak olmasa da tutsak alınan bir kadının öyküsünü anlatır. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserinden Akerman’ın serbest bir şekilde uyarladığı film, erkeğin kadına bakış açısını, onu nasıl mülkiyeti haline getirdiği, erkek kafasındaki kadının yerini öylesine güzel aktarır ki seyirciye… Elbette Akerman, erkeğin bu sorunlu bakış açısını ve davranışlarını sonunda çok güzel bir hamle ile yenilgiye uğratır her zaman yaptığı gibi. Problemli erkek bakışı ile kedinin fare ile oynaması gibi uğraşan Akerman, kibar ve sakince en sona saklar hamlesini. Öylesine incelikle dokur ki Akerman senaryosunu, büyük darbenin nereden geleceğini kestiremezsiniz ta ki o ana kadar.


5)La Folie Almayer – 2011


Yine bir roman uyarlaması olan La Folie Almayer, kadına istediği gibi sahip olacağını, onu yönlendirip şekillendirebileceğini zanneden aciz erkek bakış açısını ters köşe yapar. Bir baba ve kız hikâyesi diyebileceğimiz filmin değindiği mesele üstelik sadece cinsiyet de değildir; Akerman, bu filmde ırk sorununu da gündemine taşıyarak aslında bütün sorunların kaynağının aynı problemli bakışa ait olduğunun altını çizmiş olur. Beraber olduğu siyahî kölesinden olan melez kızını modern bir okulda yetiştirmeye gönderen baba ve bu duruma yıllarca öfke bileyen kızının ondan intikamı üzerine kurulu olan bir film La Folie Almayer.  Film, Nina üzerinden, nerede olacağını bilemeyen, oradan oraya savrulan ırklar meselesine mükemmel bir yorum getirir. Ve elbette Akerman’ın tüm güçlü kadınları gibi sonunda birey olarak aldığı kararla yolunu adımlayan bir Nina vardır karşımızda. Güçlü, asi ve kararlıdır ne de olsa Akerman’ın kadınları. Tıpkı kendisi gibi…




O AN : Warrior


Boks, şiddeti sevin ya da sevmeyin birçok insanı cezbeden bir konudur sinemada. Özellikle bir başarı öyküsü anlatan bu yapımlar, çoğunluğun bildiği Rocky serisinden tut da Raging Bull’a kadar çok sevilmiş, defalarca izlenilmiş, tutkuya dönüşen filmler olmuşlardır. Neredeyse her yıl bir boks filmi yansır beyazperdeye. İşin hayret verici yanı ise, odağına boksu alan filmler genelde çıtanın altına düşmez asla. Bu, şiddeti çok seviyoruz anlamına da gelmez elbette. Çünkü bu filmler de hayata bir sıfır yenik başlamış ya da zaman içinde iyice dibi bulmuş karakterlerin yükselme, zirveye oturma öyküsünü anlatır. Bu da sinemada nefes almak, duygusal olarak tatmin olmak isteyen seyirciyi fazlasıyla cezp eder. Tabii ki zamanla boks filmleri de rutinlikten kurtulmak için türlü türlü hikâyeleri işlemeye başlamıştır; kadın boksörlerden, bağımlı olmuş, ringlerden sürünerek ayrılmışlara kadar hepsinin hayatı akmıştır perdeden. 2011 yılında ise Gavin o’Connor, Warrior ile seyircinin duygularını sarsacak, onları tam da damardan yakalayacak bir hamle yapar; iki kardeşi ringde karşı karşıya getirir. Ringin kenarında da babayı konumlandırır. Şimdi bu sinema tarihinin unutulmaz anlarına ev sahipliği yapan sahneyi konuşmamak olmaz sanırım. Ne dersiniz? Brendan ile Tommy’nin hayatlarının en büyük sınavına çıktıkları o anları hatırlayalım mı?

Sahne Brendan’ın omzunun üstünden Tommy’nin darmadağın olmuş halini görmemiz ile başlar. Maçta dört raund geride kalmış, Brendan da Tommy de tükenmiş bir durumdadır. Maçın kaderi bu raunda kalmıştır. Normal bir boks maçında bile yürekleri hoplatacak olan bu durum, iki kardeş arasında yaşanıyordur. Bu uzun bakışma anlarında O’Connor, ortam sesini kesmeyi ve kulaklara sadece müziği(The National’ın About Today parçası) göndermeyi tercih ederek iki kardeş arasındaki duygusallığın katlanarak bize de geçmesini amaçlar. Bir süre açı karşı açıyla Brendan ile Toomy arasındaki bakışmalar, yüz ifadesi ile söylenenler, hissiyatlar fazlasıyla verilir seyirciye. Ne var ki bu bir nebze de olsa seyircinin nefes aldığı anlar çok da uzun sürmez; Brendan’ın Tommy’in kafasına tekme attığı an ile birlikte ortam sesi tekrar gelir ve tüm haykırışlar, iç sıkıntısı, gözyaşları geri döner. Yere düşen Tommy’e sarılan –aslında dövüşteki bir hamledir bu aynı zamanda- Brendan, kardeşi ile konuşmaya başlar. Aynı anda hem ortam sesi hem de tekrar çalmaya başlayan parça da dâhil olmak üzere hiçbirine kulak vermeyiz. Zira tek duymak istediğimiz bu iki kardeşin diyaloğu olur neticede. Belki de Brendan ile Tommy’nin bugüne kadar yapmadıkları kadar anlamlı bir konuşma geçer aralarında. Üstelik ringlerde dövüşçülerin birbirlerine ettikleri nefret dolu söylemlerden de çok uzaktır konuşulanlar. Bir ‘’Seni seviyorum’’ ancak bu kadar anlamlı olabilir bir filmde belki de. Ve omza dokunan bir el sayfalarca kitaba sığamayacak kadar çok şey anlatır elbette. Tommy pes etmiştir. Brendan taraftarları sevinç çığlıkları atarak kutlama yapmaya başlarlar. Ne var ki Brendan için bunların hiçbir önemi yoktur. O hayatının en büyük maçını kardeşinin gönlünü kazanarak almıştır. Onun için de maçta kazanan ya da kaybeden olmak hiç ama hiçbir anlam ifade etmez. Maçı bitirdiklerini söyler muhtemelen antrenörüne. Ve gerisini hiç umursamadan kardeşini kollarının arasına alarak oradan çıkarır. Maçın başında aslan gibi kükreyen Tommy de o vahşi kürkünü üstünden atmış tıpkı bir kedi misali abisinin kanatları altına sığınmıştır. Bu anlarda babanın yüzündeki ifade de oldukça derindir. Film Tommy ile Brendan’ın yorgun ama umutlu hallerinin zihinlere kazındığı kare ile son bulur.



Demolition : Yıkımın Dayanılmaz Hazzı


Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée, dördüncü uzun metrajı C.R.A.Z.Y. ile sinemaseverlerin gönlünün en fiyakalı yerinden kendine yer bulmuştur. Neredeyse dünya çapında dikkatleri üzerine çeken bu filmden sonra da asla ivmesini düşürmeden yolunu adımlamaya devam eder Vallée. Birkaç yıl arayla çektiği The Young Victoria, Café de Flore, Dallas Buyers Club ve Wild Vallée’yi hayranlarının olduğu ve bir sonraki yapımı heyecan yaratan bir yönetmen konumuna yükseltir. Bu nedenle ki Vallée’nin son filmi Demolition, merakla beklenmekteydi. Her yayınlanan fragmanı ile yürekleri hop oturtup hop kaldıran film, ilk olarak 15. !f Bağımsız Filmler Festivali’nde görücüye çıktı. Yakında vizyona da girecek film, kesinlikle yılın en iyilerinden.

Film, mutlu bir evliliği, ücreti dolgun bir işi, oldukça şık bir evi olan Davis’in hayatının, bir trafik kazası sonrasında yıkıma uğramasını anlatır. Kaza nedeniyle karısını kaybeden Davis karakterinin ilk anlardaki umursamaz ve tepkisiz halleri Albert Camus’un Yabancı eserindeki Meursault’u akla getirse de daha sonra karakterin çok daha başka bir yöne evrildiğine şahit oluruz. Yine dünya umurunda olmayan bir adam vardır karşımızda fakat bu kez bu önemsemediği hayata müdahale vardır; Davis, her şeyi bozma, yıkma mücadelesine girmiştir. Davis, kendine yeni bir hayat kurmak için eski ve kendisini mutsuz ettiğini gördüğü her şeyi ancak yıkarak yeni bir hayat kuracağını düşünür. Tıpkı çocukların oynamaktan sıkıldıkları oyuncaklarını parçalayıp onlardan yeni bir oyuncak yaratması gibi. Üstelik yine kendisi gibi hayatına mutlu olacağı yönde karar verme aşamasında olan Chris’i de bu eylemine ortak eder. Chris’de köhnemiş bir hayata attığı her balyoz darbesi ile kendinde isteyip de gösteremediği yönlerini bir bir açığa çıkarır. Bir nevi bu yıkım süreci Davis ile Chris’in kendilerini bulmalarını sağlar.

Davis’in hayatına dahil oluşumuzun asıl başlayış noktası bir otomattan şekerleme almaya çalışması ile başlar; şekerlemelerini vermeyen bir otomatı, ilgili kuruma şikâyet etmek amacıyla bir mektup yazmaya karar verir. Fakat bu mektup ve sonrasında devam edecek mektuplar amacından sapmış, tamamen Davis’in içini dökme aracına dönüşmüştür. Davis, çevresinde dertlerini paylaşacağı kimseyi bulamaz. Zira modern toplum onu tamamen yalnız bırakmıştır ne de olsa. Mektuplarla bir kuruma dertlerini anlatan Davis,  akıllara Her filminde bilgisayarına âşık olan Theodore karakterini de getirmekte. Davis’in yazdığı mektuplardan onun hayatına karşı ne hissettiğine, zaten izlediğimiz şeyleri bir nevi altyazı gibi onun sesinden işiterek iyice pekiştiririz. Mektupları yazdığı sırada flahsbacklerle de anlattıklarını destekleyen yönetmen, geçmişi oldukça konsantre şekilde özetler. Zira geçmiş o kadar da önemli değildir. Önemli olan bir insanın bu cesur eyleme girişmesi olsa gerek. Neden bunu yaptığına dair nüanslar yeterli gelir kuşkusuz.

Bugüne kadar genelde karakter odaklı filmler yapan Vallée, Demolition’da da bu tarzını sürdürür. C.R.A.Z.Y.’de eşcinsel oğul ve homofobik baba arasındaki yıllara yayılan ilişki, The Young Victoria’da genç yaşta tahta oturan kraliçe Victoria’nın hayatına ve o dönemki siyasi entrikalara, Café de Flore’de hem anne hem de âşık bir kadının öyküsüne, Dallas Buyers Club’da ise uyuşturucu bağımlısı, eşcinsel, HIV taşıyıcısı Ron Woodroof’a dikkat kesilir. Bu sayılan filmlerdeki karakterlerin yaşadıkları, başlarından geçenler izleyici olarak bizleri derinden etkilemiş hafızalarımızda yer eden kişiler olmuşlardır. Tüm bu sevilen, unutulmayacak kadar başarılı, renkli karakterlerden sonra daha ne olabilirin cevabını Vallée, Demolition ile verir. Demolition, yönetmenin bana göre bugüne kadar yarattığı karakterlerin en başarılısı. Zira Vallée, tüm deneyimini, ustalığını Demolition’daki Davis Mitchell üzerinde konuşturmuş anlaşılan. Zaten fazlasıyla derinlikli, inandırıcı ve oldukça sıra dışı biri olan Davis’i bir de karakter oyunculuğu konusunda artık kesinlikle rüştünü ispatlayan Jake Gyllenhaal’ın oynaması kaliteli malzemelerle nefis bir yemeğin ortaya çıkmasına benzetilebilir kuşkusuz. Bu kadar güçlü bir karakter tek başına filmin tümünü götürebilecekken cinsel yönelimine karar verme aşmasında olan ergen Chris’in(Judah Lewis) de eklenmesi film için çok büyük bonus niteliğinde. Davis ile Chris’in birlikte olduğu sahneler filmin en eğlenceli, temposu yüksek anlarına ev sahipliği yapmakta. Naomi Watts’ın canlandırdığı Karen Moreno karakterinin ise pek de etkili olduğu söylenemez. Karen filmde bana kalırsa Davis ile Chris arasındaki ilişkide katalizör görevi görmekte sadece.

Film şimdiye kadar konuştuğumuz karakter yaratımı, oyunculuk vs. gibi takdiri hak eden yanlarına ek olarak senaryosu, kurgusu, müzik kullanımı ile de sınıfı geçmekte. Ayrıca komedinin filme işlenişi de son derece başarılı olan Demolition, izleyicinin kalbini kıpır kıpır yapan, yüzlerde yer yer tebessüm yer yer kahkahaları eksik etmeyen son zamanlarda izleyeceğiniz belki de en âşık olunası film. Aman diyim, asla ama asla kaçırmayın.


1 Mart 2016 Salı

O AN: Love




Her filmi ile dikkatleri üzerine çeken Gaspar Noé, son filmi Love 3D ile ise tam anlamıyla olay yarattı. Estetik erotizm olarak filmini tanımlayan Noé, üstelik bu oldukça hedef haline gelecek filmini 3D olarak çekerek cesaret ve yenilikçilikte sınır tanımadığını dosta düşmana ilan etmiş oldu. Noé, bugüne kadar genel seyirci tarafından izlenilmesi zor ya da kabul edilemez mevzuları (seks, şiddet, uyuşturucu, tecavüz, ensest vb)sinemasına büyük bir arzu ve içtenlikle yedirmiş, sinemanın asi çocuklarından biriydi zaten. Lakin bu asi çocuğun hayranlarına çok daha büyük bir sürpriz hazırladığını kim tahmin edebilirdi ki? Şimdi dilerseniz cinselliğin ve estetiğin bir araya geldiği bu mükemmel yapımın son sahnesine, yaşanılan aşkın izleyenleri sarstığı, gözlerimizin dolduğu anlara doğru uzanalım.

Sahne Murphy’nin banyoda duşun altında her zamanki gibi anılara daldığı bir anda başlar. Murphy, aşkı Elektra ile yaşadığı güzellikleri hatırlayarak her zamanki gibi hem kendisinin hem de biz izleyicilerin duygusallığını doruk noktasına taşır. Fakat filmin başından beri Murphy’nin anılara dalmasından farklıdır bu anlar. Artık gerçekten dayanma gücünün kalmadığını, dibe vurduğunu hissederiz. Murphy’i merak eden karısının kapıyı açıp ona baktığını hiç fark etmez. Zira o son zamanlarda hep olduğu gibi kaybettiği aşkı ile başka bir boyuttadır. Zaten Omi de Murhpy ile Electra aşkının boyutunu çok iyi bildiğinden Murhpy’nin bu ayin misali, anılarında Electra ile olma zamanlarına asla müdahale etmez. Omi’nin kapıyı kapatmasıyla, Electra içeriye girer. Bu kez bir anıyı değil de hayali izleriz. Murhpy delilercesine sevdiği kadından bir çocuğu olsun isterdi elbette. İşte bu nedenle Electra’yı hamile olarak görür. Ama artık o kadar yorgun düşmüştür ki o hayali bile uzun bir süre canlı tutamaz. Ve hayalinin bile ellerinin arasından kayması-aslında gerçeği de bu şekilde göz göre göre ellerinin arasından kayar- onu hırsından hüngür hüngür ağlatır. Neyse ki tam o anda tüm olanlardan habersiz oğlu Gaspar kapıyı açar. Zira babasının ağlama sesi onu meraklandırmıştır. Murhpy de hayatta tutunabileceği son dalı olan oğlunu gözü yaşlı bir şekilde yanına çağırır. Birbirlerine sımsıkı sarılı bir şekilde ikisi de hıçkıra hıçkıra ağlarlar bu kez. Gaspar babası ağlıyor diye, Murhpy ise tüm yaşadıklarına ve oğlunu ağlatıyor diye… Murhpy, Gaspar’dan özür diler; beni affet, artık gücüm kalmadı diyerek bir nevi günah çıkarır. Bu anlardan sonra ise tamamen sonsuz aşkı Electra’ya ruhunu da bedenini de teslim eder. Bir zamanlar bu iki aşığın birbirlerinden ayrı düşmelerine neden olan Gaspar, şimdi tekrar birleşmelerini sağlar bir nevi.  Bu anlardan sonra banyoda sadece Murhpy ve Electra vardır. Tam da eski günlerde olduğu gibi; birbirlerine sımsıkı sarılıdırlar, çırılçıplak ve öpüşürler. Banyoda hâkim olan ayrılığı temsil eden sarı renk yavaş yavaş tutkuyu, aşkı simgeleyen kırmızıya evrilir. Ve sahne muhteşem bir fotoğraf karesinin eşliğinde şu diyalog ile son bulur:

Electra: Lütfen, beni bir daha bırakma.
Murhpy: Söz veriyorum seni hep seveceğim.

Electra ile Murphy kırmızının egemen olduğu banyoda çırılçıplak, her şeyi arındıran suyun altında tek vücut olmuşlardır. Artık hiçbir güç onları ayırmaya yetmeyecektir.