29 Ağustos 2015 Cumartesi

Visions: Hissediyorum Öyleyse…


Yaz boyunca vizyona giren korku filmlerinde olması gereken kurguyu geçtim vaat edilen korku unsurlarını bile bulamamış, Visions filmini izlemeye giderken de beklentilerimizi minimuma indirerek gitmiştik. Seyirci olarak bizleri salona sokan tek ikna edici etken konsantre süresi(82 dk) olmuştu. Lakin film çekmeye devam eden korku filmi sektöründen umut kesilmezmiş; film beklentilerin üzerinde bir seyir zevki sunarak, şaşkınlık yarattı. Hatta oldukça başarılı kurgusu 2001 yapımı Alejandro Amenabar’ın yönettiği The Others filmini akıllara getirdi.
Daha önce de iki tanesi Testere serisinden olmak üzere üç tane korku filminde yönetmen koltuğunda oturan Kevin Greutert son filminde de türden ayrılmıyor. Ki yönetmenleri ustalığa götüren etmenlerin başında, bir türe sadık kalmaları gelmiyor mu zaten? Greutert de daha önce tutan bir seride çalışıp acemiliğini atarak sadık kaldığı türde daha özgün bir eser veriyor. Film mekan olarak da çok iyi bir seçim yapıyor; birçok romantik filme ev sahipliği yapan İtalya, muhteşem üzüm bağları ile Visions filmine tüm güzelliğini sergileyerek oldukça konuksever davranıyor.
Film Eveleigh’in trafik kazası yapmış olduğu an ile başlar. Anladığımız kadarı ile çarptığı arabada bir anne ve çocuk vardır. Ama bu anne ve çocuğa ne olduğu hakkında izleyiciye geri dönüş yapılmaz. Zaten Eveleigh ile David çifti yeni bir hayata yelken açarlar. Kazanın üzerinden bir yıl geçmiş, evlerini, işlerini değiştirmiş ve çocuk sahibi olmaya karar vermişlerdir; Eveleigh anne olmayı canı gönülden bekleyen bir kadındır. Filmin ilerlemesi ile kusursuz yeni hayat planı işlemez; yolunda gitmeyen, tanımlanamayan bir takım şeyler yaşanır. Ki tahmin edileceği gibi bu açıklanamayan vukuatları hamile olan kadın yaşar; erkek bu noktada tamamen vasıfsızdır. Zaten Eveleigh ve karnındaki bebek olayların merkezindedir. Özellikle Eveleigh’in karnındaki bebek sadece anne karnında var olduğunun bilinmesiyle bile gerilimin en büyük pay sahibi konumundadır. Rosemary’s Baby başta olmak üzere çocuk ya da bebek üzerinden çatışmasını yaratan birçok korku filmi çekilir bugüne kadar. Ama sadece anne karnında var olduğunu bildiğimiz bir bebeğin filmin çatışmasını çok büyük oranda omuzlaması hatta kilit rol oynaması da etkileyiciliği arttırır.

Film ayrıca Amerika’nın ve son dönem Türkiye’nin de çok sık kullandığı dini öğelerden hiç mi hiç beslenmeyerek de artı puanı hak eder.  Zira ülkemiz sinemasına da yeni yeni yerleşen dine sırtını yaslama meselesini tabiri caizse kabak tadı vermeye başladı diye düşünmekteyim. Visions, yaşanılan her şeyi belli bir zemine oturtur. Hamile kadınların hislerinin daha kuvvetli olduğu kabul edilen bir durumdur. Ayrıca bazı insanların doğuştan fazladan bir duyuya daha sahip olduğu da bilinir. İnsan denen varlık sadece üç boyutu görebilmekteyken çok daha fazla boyutun olduğu iddia edilmektedir. İşte bu fazladan duyuya sahip insanların bizim göremediğimiz boyutları gördüğü varsayılır. Bu durum birçok korku filminin konusuna da zemin hazırlamıştır. 1999 yapımı M. Night Shyamalan’ın The Sixty Sense, altıncı his mevzusunu merkezine oturtan filmlerden ilk akla gelenlerden biridir.

Filminde Eveleigh ve David’in gelmesinin şerefine 1800’lü yıllardan kalma yıllanmış bir şişe şarap açılarak içilir. Şarabın kadehlere konulması, koklanması ve şerefe denilerek içilmesi tam bir ritüel havasında verilir. Filmin başlarında izlediğimiz bu sahneyi pek önemsemesek de aslında Eveleigh’in ve onlardan önce yaşayanların şahit olduğu açıklanamayan olayların da şarabın üretim zamanlarından beri yaşanması çok önemli bir ayrıntıdır. Tıpkı şarap şişesinin mantarı açıldığında ortaya yayılan koku gibi yıllardır geleceğini haber veren felaketinde ayak sesleri yaklaşır.  Üzüm bağları gibi büyüleyici bir ortamda geçen filmin kendine metafor olarak şarabı seçmesi de çok yerinde bir seçim olur. Filmi izlerken koltuğunuzdan çok fazla sıçrama garantisi vermemekle birlikte sonunda şaşıracağınıza ve bir ’’Vay be!’’ çekeceğinize eminim.

HUNGRY HEARTS: MANTIĞIN DİKTATÖRLÜĞÜ


 Saverio Costanzo tarafından, Marco Franzoso'nun imzasını taşıyan Il Bambino Indaco adlı romandan beyazperdeye uyarlanan Hungry Hearts filmi, 34. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkmıştı. Birçok festivalde gösterilen film, Venedik Film Festivali’nden bolca ödülle ayrıldı. İtalyan yönetmen Costanzo, filmine mekan olarak New York’u seçer. Fakat filmin Amerika’da çekilmesi akıllara klasik bir Hollywood tarzı getirmesin; aksine oldukça bağımsız bir film var karşımızda.
Hungry Hearts, daha filmin ilk sahnesinden ilgiyi çekmeyi başarır. Küçücük bir mekanda sıkışıp kalan Mina(Alba Rohrwacher) ile Jude(Adam Driver) ilk etapta biraz gerilseler dahi yavaş yavaş keyifli bir tanışma sohbetine girişirler. Oldukça samimi ve eğlenceli bu konuşma izleyicide ne sıkışmışlık hissini, ne de kasvet duygusunu bırakır. Ve elbette ki bu planlanamaz tanışma, ardından aşkı getirir. Daha sonra hızlıca gelişen hamilelik, evlilik vs… Buraya kadar her şey tam da bir romantik komedi tarzında ilerler. Ne zaman ki aşkın meyvesi olan bebek aileye katılır işte o zaman film psikolojik bir drama dönüşür.
Hamileyken bir medyumdan çocuğunun seçilmiş çocuk olduğunu öğrenen Mina, bunu fazlasıyla önemser. Zira Mina, duygularıyla hareket eden, hislerine her şeyden daha çok güvenen bir kişilik sergiler. Jude ise tam tersi yaşadığımız çağın insanlarından; tıbbın her söylediğine gözü kapalı inanan, duygularının sesine kulaklarını tıkamış her şeyi akıl ve mantık sınırlarında yorumlayan biri. Bir de bu kişilik farklılıkları yetmezmiş gibi beslenme farklılıkları da üstüne eklenir; Mina, vegandır. Bu kadar büyük farklılıklar eşler arasında problemlerin yaşanması için yeterli bir sebepken bir de bebeğin bu zıt kutupların arasına düşmesi çatışmayı daha da güçlendirir.

Her ne kadar yönetmen Costanzo, Mina ile Jude’a eşit mesafede dursa da, seyircilerin büyük bir kısmının Jude’u kendilerine yakın hissedecekleri, Mina’yı da yargılayacakları bir gerçek. Mina’yı derinlemesine algılayıp, anlamaya çalışmadıkça böyle olması çok normal. Fakat vegan bir annenin kendi canından bir parça olan varlığı bildiği doğrular yönünde büyütmesi kadar normal ne olabilir? Ki Mina, bebeğini vegan olarak beslerken bunu gelişigüzel de yapmaz; evinin çatısında bir sera oluşturur, işinden ayrılır, tüm zamanını bebeğinin bakımını daha iyi yapabilmek adına araştırarak geçirir, uygun zaman olduğunu düşündüğünde(ilk yedi ay uygun zaman hissetmez) onu gezintiye de çıkarır, güneşin ve denizin keyfini de sürerler birlikte. Jude ise bebeği doktora götürmek ve doktorun söylediklerini uygulamak dışında hiçbir şey yapmaz. Elbette biri anne, biri de baba olarak çocuklarını önemser ve onun için en doğru olanını isterler. Fakat arada tarz olarak çok büyük farklılıklar vardır.
Birçoklarının düşündüğü gibi Mina, ne doğum sonrası depresyonuna girmiş ne de akıl sağlığını yitirmiştir. Bu yakıştırmalar tamamen düz bir bakış açısının görüşleri olmaktan öteye gidemez. Mina, fazlasıyla özverili, fedakâr, duygulu ve en önemlisi akıllı bir kadındır; Jude’nun bebeğin sadece yüzde yedi gelişme gösterdiğini söylemesi üzerine: “Bu bir yarış mı?” sorusunu sorması genel geçer toplum görüşüne atılan bir tokat niteliğinde olur. Özellikle çocuğunu bir yarış atı gibi gören anne ve babalara sorulacak ibretlik bir sorudur.

Eşler arasındaki çatışmayı bebek üzerinden sürekli besleyerek harmanlayan Hungry Hearts, filmin sonunda çatışmayı çok daha farklı bir noktada sonlandırması ile de başarısını devam ettirir. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin hepsi farklı bir türe hizmet eden film, kullandığı tekniklerle de seyirciyi hayranlık içerisinde bırakır. Özellikle balıkgözü lens kullandığı sahneler yaşananların çetrefilliği ile çok güzel uyum sağlar. Birçok biçim denemesi yapan Costanzo, hepsini birbiri ile öyle güzel harmanlayıp, öyle nefis bir iş çıkarmış ki anlatmak yetmez, izlemek lazım.

Far From Men: Ne Fransız Ne Arap


Albert Camus’un ‘Sürgün ve Krallık’ eserindeki ‘Misafir’ adlı öyküden uyarlanan Far From Men insanlık, iç savaş, kan davası gibi oldukça önemli meselelerden bahseder. David Oelhoffen’ın yönettiği film değindiği tüm meselelerin altını yeterince doldururken western türünden beslenerek zorlu doğa koşullarını da filme dahil eder. Hayatta kaybeden iki insanın tesadüfler sonucu bir araya gelmesiyle mecburi bir birlikteliği temel alan film üzücü bir yol hikayesi.
Viggo Mortensen’in canlandırdığı Daru karakteri Fransız-Cezayir savaşının –Fransa’nın Cezayirlilere soykırım uygulaması- ortasında Arap çocuklara öğretmenlik yaparak, hiç istemediği hesaplardan kendini uzak tutmaya çalışır. Ne var ki Daru ne kadar çocuklarla zaman geçirerek masumiyetini kaybetmemek istese de koşullar onu kaçmak istediklerinin içine sürükler. Bu arada yanlış anlaşılmasın: Daru, savaştan korkan mesnetsiz bir adam değildir. Zira Daru, öğretmenlikten önce Fransız ve Cezayir yurttaşlarıyla omuz omuza savaşmış, saygı duyulan bir binbaşıdır. Daru, hiç anlam veremediği bu savaşın maşası olmak istemez.  Reda Kateb’in canlandırdığı Mohamed ise Daru’yu istemeden yollara düşürecek karakter. Ailesini aç bırakmamak uğruna cinayet işlemiş Cezayirli Mohamed, Fransız adaletine(?) teslim edilmelidir.  Tuhaf olan şu ki: Mohamed de bunu ister. Mohamed’in öyle dertleri vardır ki asilerin arasına katılmayı düşünmeye bile fırsatı olmaz. Onun derdi bambaşkadır. Bunun için de Fransız hükümetine Daru tarafından teslim edilmelidir. Daru, Fransız hükümeti tarafından idam edileceğine emin olduğu için asla Mohamed’i teslim etmek istemez ama Mohamed oldukça ısrarcıdır. Böylece yollara düşülür.

Zorlu doğa koşullarına karşı mücadele veren Daru ve Mohamed bir yandan da Hem Mohamed’in akrabalarından hem Fransız kuvvetlerinden hem de asilerden saklanarak ilerlemeye çalışırlar. Bazen doğanın acımasız şartlarından dolayı sığındıkları terk edilmiş bir evde bazen de esir düştükleri asilerin kampında sohbete dalar böylece birbirleri hakkında bilgi sahibi olurlar ve elbette aralarında sevgi bağı oluşur. Zamanla yaşadıkları bu bağı daha da kuvvetlendirirler; yeri gelir Daru Mohamed’i yaşamaya ikna etmek için neler yapmaz ki.
Film elbette Daru ve Mohamed’in dışında gelişen savaş hakkında da bir şeyler söyler. Fransız yönetmen Oelhoffen, oldukça tarafsız bir rota çizer kendine; Fransız birliklerinin savaş ahlakını nasıl çiğnediklerini ifade etmekten hiç çekinmez. Hatta Fransızların soykırım yaptığını tek bir hareket ile net bir şekilde ortaya koyar. Ayrıca bir zamanlar omuz omuza savaşmış ırkların şimdi karşı karşıya gelmelerini anlamlandıramadığını da birçok diyalog ile besler. Ki aslen Endülüs’ten göç etmiş bir İspanyol olan Daru’nun ‘Buraya ilk geldiğimizde bize Fransızlar tarafından Arap denildi. Şimdi ise Araplar Fransız diyor’ sözleri tüm meselenin özeti olur. Filmin kilit noktası da burasıdır bence.
Daru ile Mohamed’i bataklığın içerisinde yeşeren iki fidan gibi düşünebiliriz. Ve onlar tüm kan emici sivrisinekleri geride bırakarak yollarına devem eder, ellerinden geldiğince kendilerini tüm yaşanılanlardan uzak tutarlar. Ölmek ve öldürmekten gitgide uzaklaşır, yaşamın güzelliklerine kendilerini bırakırlar.
Doğanın uçsuz bucaklığı, değme savaş filmlerini aratmayacak çatışma sahneleri, mükemmel uyum sağlayan müzikleri, gerçekten hissederek ortaya konulan performansları ve en önemlisi objektif bakış açısı ile aldığı ödülleri fazlasıyla hak ettiğini ispatlıyor Far From Men.



13 Sins: Tebrikler! Kaybettiniz…


2006  Tayland yapımı korku-gerilim-komedi türündeki 13  Game Sayawng filminin Hollywood uyarlaması 13 Sins, bu kez komedi türünden faydalanmaz. Hatta sadece gerilim türünde ilerlediği söylenilebilir. Daniel Stamm’ın yönettiği film, Hollywood’un çok sevdiği günah işlemek, içindeki şeytana aldanmak, komplo teorileri gibi konulardan beslenir.  Fakat bugüne kadar özellikle Hıristiyanlık dinince benimsenen yedi günah üzerinden şekillenen filmlerden değil 13 Sins. Herhangi bir dini gönderme ya da motif bulunmaz filmde. Daha çok Hollywood’un yine çok sevdiği komplo teorilerine sırtını yaslar.
Mark Webber’in canlandırdığı Elliot karakteri iyi niyetli, çekingen, sindirilmiş bir genç olarak tanınır. Sevgilisinden bebek beklediği için evlenmeye karar vermiş, zihinsel engelli kardeşinin masrafları artmış, yaşlı babasının evine haciz gelmişken işten atılır. Elliot tam olarak bir kabusun içine düşer. Çaresizliği yeni çıkan dertlerle daha da artar. Elliot tamamen köşeye sıkışır. İşte tam da böyle bir durumdayken çalan telefon Elliot ve ailesinin hayatını geri dönüşü olmayan yollara sokar.  13 görevden oluşan bir yarışmaya katılırsa tüm para sıkıntısı sona erecektir Elliot’un. Üstelik ilk görevler o kadar kolaydır ki Elliot yarışmaya katılmamak gibi bir ihtimali düşünmez bile. Ne var ki kazanılan para arttıkça görevler de zorlaşır; insan olanın yapamayacağı düzeye ulaşır görevler.
Elliot gibi bir kişiliği bile değiştirir bu görevler; kendine güveni, cesareti olmayan Elliot, zincirleri kırar tabiri caizse. Yarışmanın bir amacı da insanlığın içindeki kötülüğü ortaya çıkarmak. Hiçbir insanın masum olmadığını, belli yöntemlerle herkese kötülük yaptırılabileceğini alt metinde sürekli işler film. Elliot’da bu amaca büyük oranda hizmet eder. Ayrıca dijital çağın getirisi olan her yerde dinlenip, gözetlenme olayı filmde abartılı bir şekilde gerçekleşir. Gel gelim filmin en havada kalan mevzusu komplo teorileri olur; Dünya’da yaşanan birçok katliam, suikast gibi önemli meseleleri hiçbir siyasi zemini olmayan bir yarışmaya bağlaması gülünç olmaktan öteye gidememektedir. Tüm Dünya’da olagelmiş mühim mevzuların komplo teorileri ile hedef değiştirilip, dikkatin dağıtılması bu filmle de yapılır.

Film makul bir bütçe ve pek tanınmayan oyuncularla çekilmiş basit anlatıma sahip bir yapım. Fakat tüm filmin sıradanlığını unutturacak birkaç sahne de yok değil; özellikle motosikletlilerin, baba ve iki oğul arasındaki hesaplaşmanın olduğu sahneler tansiyonu yükselten anlar olur. Onun dışında her şey sıradan ve tahmin edilebilirliği olan sahnelerdir.

Son sahnesi ile birçok izleyene saç baş yoldursa da filmin genel olarak başarılı bir Hollywood uyarlaması olduğu söylenebilir. Sonuçta orijinal Tayland filmine Hollywood’un tüm klişelerini özenle yerleştirir 13 Sins. Bol kanlı sahneler, hafif gerilim, az buçukta heyecan arıyorsanız 13 Sins’i neden izlemeyesiniz.

O AN: LEON, THE PROFESSIONEL


Şiddetin Sessizliği
 1994 yapımı Leon filmi Luc Besson’un en iyi filmlerinden şüphesiz. Jean Reno ve Natalia Portman’ın mükemmel performans sergilediği filmin sanırım en iyi performansı Gary Oldman’ın canlandırdığı kanun dışı işler yapan psikopat polis şefi Stansfield-namı diyar Stan- olmalı. Karakter oyunculuğu sıralamamda en zirvelerde kendine yer bulan Oldman’ın, klasik müzik sevdalısı(özellikle Beethoven), hastalıklı, şiddet yanlısı polis karakteri dillere destandır. Her ne kadar Leon filmi denilince ilk akla gelen isimler Leon ve Mathilda olsa da birçoklarının gönlündeki asıl kahraman Stan olmuştur. Peki Stan denilince hangi sahne akla gelir? Kuşkusuz Stan’ın Beethoven’ın 9. Senfonisini kendince yeniden icra ettiği sahne gelmeli akla.
Leon’un evindeki duvar saatinin 11.55’i gösterdiği an ile başlar sahne. Zamanın ilerlemesi ile Stan ve ekibinin yavaş yavaş apartmanın girişine konuşlandığını görürüz. Tıpkı az sonra konser vermek için sahneye enstrümanı ile çıkan müzisyenler gibi. Tabii buradaki enstrümanların işlevi biraz farklı o ayrı mesele. Herkes yerini aldıktan sonra  Stan, bir orkestra şefi havalarında sahneye girer. Kutusundaki hapları önce sallayarak kontrol eder, sonrasında ise içlerinden bir tanesini yutar. Akabinde son kez gevşeme hareketlerini yapar; bu anlar tam anlamıyla bir oyunculuk harikasıdır. Stan, eseri icra etmeye başlamadan önce sessizlik hakkında biraz gevezelik yapar. Mevzuyu Beethoven’ a getiren Stan, anlatmakla zaman kaybetmez; estrümanını(silahını) eline alarak, 9. Senfoninin bir bölümünü çalmaya başlar. Fakat Stan, eseri icra ederken tıpkı Beethoven gibi biraz agresiftir. Etrafı fazlasıyla dağıtır; kan revan içerisinde kalır ortalık. Özellikle Stan’i banyo kapısını açmadan önce gördüğümüz anlar mükemmel bir kamera hareketidir. Eserin doruk noktalarına ulaştığı, tatminin gerçekleştiği saniyelerde ise Stan kollarını havaya kaldırarak ana eşlik eder. Bitirişi ise perdeyi kollarıyla açtığı sahnede yapar. Fakat yanlış anlamayın, Stan kısa bir süre sonra bir öncekinden daha kanlı bir gösteriye girişecektir. Sadece ufak bir mola vermiştir.
Anlattığım sahneden bir sonraki ya da bir önceki, filmin ilk sahnesi ya da son sahnesi hiç fark etmez; hepsi birbirinden etkileyici, tadına doyum olmayan ve asla akıllardan silinmeyen sahnelerle dolu nefis bir yapım Leon. Film sinefil olsun olmasın, sinemayı sevsin sevmesin yayınlandığı yıllarda her kesim tarafından izlenilip beğenilen ender yapımlardan olmuştur.


O AN: DUVARA KARŞI


HAYATLA KANLI BIÇAKLI
Fatih Akın, 2004 yapımı Duvara Karşı filmi ile epey ses getirmiş, birçok ödül almıştı. Hatta film, başrol oyuncusu Sibel Kekilli hakkında çıkan sansasyonel haberlerle de uzun süre gündemi meşgul etmişti.  Ne var ki bir film hakkında konuşulması gerekenler onun sanatsal niteliğidir. Duvara Karşı da bu sorunun cevabı kesinlikle evet. Filmi bundan 11 yıl önce izlediğimde, benim için her yerinden kan fışkıran, acının ve hayal kırıklıklarının dibe vurduğu bir seyir diye anlatırdım. Özellikle Sibel’in hayatının dönüm noktası olan İstanbul sokaklarında yaşadıkları, aklımdan asla çıkmayacak şekilde yer etmiş.
Sibel hayatına istediği anlamda yön vermek için elinden geleni yapmış ama bir türlü başaramamış bir kadın. Yön vermeye çalıştığı hayat onu inadına bir labirentin içine sıkıştırıp türlü oyunlarla onunla uğraşmıştır. Sibel, tüm yaşadığı talihsizliklerden sonra yorgun ve üzgün düşmüş bir halde son kozunu oynar.  Almanya’dan Türkiye’ye çok sevdiği Selma ablasının yanına sürüklenir oradan da hiç tanımadığı bir barmenin yanına kendini atar.
Sibel’i dikkat çekmemek için kestiği saçları, salaş kıyafeti ve elinde bira şişesiyle kendinden geçmişçesine dans ederken görürüz. Daha sonra ise yere yığıldığını… Aradan geçen zamanla birlikte bar boşalır ve Sibel’in can havliyle kendini yanına attığı adam, onu arkadan becerir. İşi bitince de bar sandalyelerinden birine oturarak ‘Sibel git’ der. Sibel, hiç itiraz etmeden kalkar, pantolonunu giyer ve gider. Bu kadar sert bir sahneden sonra biraz soluk almak ne mümkün. Sibel İstanbul’un ara sokaklarında gece yarısı dolaşırken içki içen sokak serserilerine denk gelir. Sibel’in hayat üzerine oynadığı son kozu da tükendiğinden dolayı artık kimseye eyvallahı kalmaz. Kendisine laf atan sarhoşları önce umursamamaya çalışsa da sinirlerine uzun süre hakim olamaz. Onlara okkalı bir küfür savurur. Tabii ki bunu duymayı beklemeyen ayyaşlar hemen bir toparlanıp dayılanmaya başlarlar. Ama hesaba katmadıkları bir şey vardır: Sibel artık hiçbir şeyi umursamayacak durumdadır. Gerekirse onu öldürsünler. Bu gözü karalıkla hem döver hem de dövülür. Kanlar içinde yere serilir ama tekrar kalkar; bildiği en ağır küfürleri sıralar. Yine dayak yer ama yine kalkar. Hatta acılar içerisinde kıvranması gerekirken gülerek alay eder hayatla. Bunun üzerine son darbeyi bıçakla alır. Onun bir çok kez kanla haşır neşir olduğu sahnelerini izleyen seyirci bile bu kadar kanlısına denk gelmemiştir. Sibel’in yüzünün kanlar içerisinde kaldığı üstüne karnından da bıçak darbesi ile akan kanları net bir şekilde görmemizi sağlayan araba farları yanar. Bir taksidir duran…
Duvara Karşı Cahit ile Sibel’in hikayesi aslında. Fakat bu sahnede Sibel’in yaşadıklarını mercek altına aldık. Ama emin olun ki Cahit’in hikayesi de bir o kadar yürek parçalayan cinsten.  Cahit ile Sibel’in ordan oraya savrulmalarının hikayesi olan film, şimdiden klasikleşmiş bir yapım olarak yerini almıştır.
https://www.youtube.com/watch?v=nRGsgZQBIRQ                                           


O AN: KIŞ UYKUSU


ATEŞTEKİ GÖZYAŞLARI
Ülkemiz sinemasının en önemli yönetmenlerinden Nuri Bile Ceylan’ın Altın Palmiyeli Kış Uykusu, sinema ile pek ilgilenmeyenlerin bile ilgi odağı olmayı başarmıştı. 3 saat 16 dakikalık bu filmin büyük bir kısmı edebi ve felsefi konuşmalardan ibarettir. Fakat genelde muhteşem görüntüler eşliğinde dinlediğimiz konuşmalar içerisinden sıyrılan,  eyleme bağlı sahneler de var filmde. Bunlardan en çok konuşulanı ise hiç kuşkusuz İsmail rolünde izlediğimiz Nejat İşler’in para yaktığı sahne olsa gerek. Sinema tarihinin unutulmaz sahnelerinden biri olacağını düşündüğüm o anı şöyle bir hatırlayacak olursak…
Filmdeki benim için en vasıfsız karakter olan Nihal, yaptığı hayır işlerine bir yenisini daha ekleyerek egosunu iyice tıka basa doyurmak adına İsmaillerin evine gelir. İçi para dolu kabarık bir zarf da ona eşlik eder. Tam da her şey planladığı gibi seyreder bir ana kadar. Ne zaman ki İsmail eve gelir işte o zaman Nihal’in kendini  avutmak için oynadığı oyun bozulur.
İsmail, Nihal’in getirdiği bir tomar parayı eline alarak önce şöyle bir bakar, parayı tartar sonra oğlu, kendisi ve kardeşinin yaşadığı travmaları dile getirir. Ve bu paranın yaşadıkları acıların telafisi olacağını, tam da denk geldiğini söyler. Tabii İsmail’in söyledikleri tamamen ironi. Aslında paranın yaşadıklarımızı telafi etmesi mümkün değil demek ister. İsmail bu tarz konuşmaya devam eder. Nihal’e, ‘bu parayı getirirken benim pis bir sarhoş olduğumu hesaba katmamışsın’ demeyi, ‘benim bu parayı kabul etmeyecek gururlu bir insan olduğumu hesaba katmamışsın’a tercih eder. Sonra da izleyicilerin hiç beklemediği bir şey yapar; tüm parayı ateşe atar. Nihal de bu davranışı hiç beklemiyor olacak ki; önce ufak bir çığlık atarak sonra da hırsından ağlayarak tepki verir.  Zira Nihal’in hayali gerçekleşmemiş; gururunu okşayan övgüler, minnet sözleri söylenmemiş, aksine tabiri caizse tokatlanmış, haddi bildirilmiştir. Sahnenin en can alıcı yeri ise küçük İlyas’ın ateşte yanan paralara ve babasına baktığı sahne olur tartışmasız. Ama İlyas’ın karakterini film boyunca anlayan seyirci onun babasını yargılamadığını tam tersi onayladığını düşünür. Çünkü İlyas babasından daha gözü kara bir karaktere sahiptir. Ne var ki İsmail her zaman olduğu gibi yine oğlunun gözü önünde yaşananlardan dolayı utanır, üzülür. İsmail’in oğluna dönüp baktığı gözlerinin dolduğu anlar sahnenin umutsuzluğunu bir kat daha arttırır. Zira bu sahnede gözler, kelimelerden daha çok şey anlatır.

Gerçek hayatta asla yaşanmayacak kadar gerçeküstü bu sahne Ceylan’ın da ifade ettiği gibi ancak masallarda ya da romanlarda yaşanacak bir olaydır. Zaten Ceylan, Budala adlı eserden etkilenir bu sahnede.  Karanlık bir odada sadece ateşin ve masanın üzerindeki lambanın aydınlattığı bu sahne yaşananların karamsarlığına uyum sağlar. Nihal’in hiç konuşmadığı, İsmail’in de konuşmaktan ziyade bir şeyleri anlatmak için eylemi seçmesi filmin geri kalanı ile farklılığını ortaya koyar.


7 Ağustos 2015 Cuma

O AN: FUNNY GAMES


ELİ KANLI BURJUVAZİ
Sinema dünyasında seyirciyi rahatsız eden yönetmenleri sıralayacak olursak Mihael Haneke’yi sıranın ilk başına koyarız. Özellikle burjuvazi ile çok büyük problemleri olan Haneke, her filminde oklarını hiç acımadan üstlerine yağdırır. Son filmi Amour olmak üzere The White Rıbbon, Funny Games, Benny’s Video, The Seventy Continent seyirciyi geren filmlerin başında gelir. Ama bu filmlerden biri var ki hepsinden bir adım önde olur her daim; Funny Games, hem A Clockword Orange filmine akrabalığı ile hem de filmi izleyen üst sınıfı sadece rahatsız etmekle kalmayıp, korkulu rüyalar görmelerine sebep olmasıyla farkını ortaya koyar. Her anında burjuvaziyle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayan,  bu filmde bir sahne var ki tabiri caizse burjuvaziyi yerin dibine sokar.
Beyazlar içerisindeki psikopat Paul ve Peter üst orta sınıf ailemizin evine misafir olalı saatler olmuş, gerilim oldukça yükselmiş, saat gece yarısına yaklaşmıştır. Paul ile Peter’in artık oyun oynamaktan canları sıkılır ve harekete geçerler.  Bir ailenin en büyük hazinesi, yaşama sebebi olması gereken şeyin evlat olduğunu bilen Paul ve Peter hedefe Georgie’yi koyarlar. Tek bir kurşun ile onu yere serer Peter. Georgie’nin kanları televizyon ekranını ve duvarı kaplar. Bu olaydan sonra Paul ve Peter evdeki misafirliklerine kısa bir mola vermek için evi terk ederler.
Ann, televizyonun yanındaki köşede kanlar içerisinde cansız yatan oğluna göz ucu ile bile bakmadan, çalışır durumdaki televizyonu kapatır. Haneke’nin tüm filmlerindeki burjuvaziyi en sert eleştirdiği yer de bence burası olur. Bir anne, evladı daha yeni gözlerinin önünde öldürülmüşken, bırak gidip sarılmayı orada yokmuş gibi nasıl davranır? Zira tek dertleri kendilerini nasıl kurtaracakları olur. Giden gitmiş kalan sağlar bizimdir mantığı ile düşünürler. Georgie’ye bunu yapanlardan daha insanlıktan yoksun kişilerdir bence Ann ve George. En azından Peter ve Paul bunu yapıyorlar. Ama Ann ve George mükemmel bir maske ile kendilerini gizlerler. Ne acı! Uzunca bir süre hiçbir şey yapmadan öylece durur ve dinler Ann. Hiç ses gelmeyince Paul ve Peter’in gittiğine tamamen emin olur ve televizyon sehpasının köşesinde ellerinin bağlı olduğu bandı kesmeye çalışır. Haneke bu üst sınıf ailenin çözüm konusundaki yetersizliklerine o kadar çok değinir ki bu sehpa köşesi ile bant kesme fikri yine de en kabul edilebilir olanıdır. Şayet cep telefonunun fön makinesi ile kurutulmaya çalışılması ya da polisin numarasını bilmemeleri seyirciye saç baş yoldurtacak cinsten hareketler olur. Daha sonra eli ve ayağındaki bantlar sebebi ile zorlanarak kalkar ve mutfağa yönelir Ann.  Mutfakta bir bıçak yardımı ile bantlardan kurtulur. Bu sırada salonda yerde yatan George, nefessiz kalacak şiddette ağlamaya başlar. Ann’in hiç göstermediği insanlık halini biraz olsun gösteren George’yi de Ann gelip hemen susturur. Zira sakin olmak gerekir, aşırı tepkiler göstermek bulundukları sınıfta çok yadırganır. Bir süre birbirlerine sarılıp, ağlaştıktan sonra başlarının çaresine bakmaya başlarlar.

Haneke, Amerikalıların da bu filmi izlemesini çok ister. Altyazılı film izlemeyi sevmeyen Amerikalılar için, hiç üşenmeden tam on yıl sonra İngilizce olarak bire bir aynı filmi çeker. Tek fark oyuncular ve dil olur. 

PAPER TOWNS: AŞK GEÇİCİ, DOSTLUK BAKİ


2012 yılında ilk uzun metrajı Robot&Frank filmini çeken Jake Schreier, ikinci filmi Paper Towns’da da dram türünden uzaklaşmıyor. Bir gençlik öyküsü olan film John Green’in romanından uyarlanıyor. Yazarın, The Fault in Our Stars adlı romanı geçen sene sinemaya uyarlanmış ve oldukça da sevilmişti. Bunun üzerine yazarın bir başka romanının da sinemaya uyarlanması hiç şaşırtıcı değil tabii ki. Konu sıkıntısı çeken Hollywood’un zamanla bütün çok satanlara el atacağını zaten hepimiz tahmin ediyoruz. Sorun şu ki: Paper Towns, yazarın okuyucuları tarafından da vasat bulunan bir eser. Bu nedenle özellikle yazarın okuyucu çevresi tarafından filmin nasıl karşılanacağı soru işareti doğuruyor.

Film, Quentin adlı çocuğun karşı komşu olarak hayatının tam da ortasına düşen güzeller güzeli Margo’nun çekim kuvvetine girmesi ile başlar. Fakat Quentin, yıllar içinde Margo ile uzaklaşsa dahi bir türlü Margo’nun etkisinden kurtulamaz. Her zaman kenarda Margo’yu izler; Margo’nun en ufak bir işareti ile koşa koşa emrine gireceği çok net verilir. Ve gerçekten de Margo ilk başı sıkıştığında Quentin’nin penceresini-Margo, Quentine’nin evine hep penceresinden girer-çalar. Film de asıl buradan sonra başlar. Quentin ile Margo’nun intikam alması ve sıkı dostların yolculuklarını anlatan iki bölümden oluşur film.
Daha çok çatışmasını, karakterleri birbirinden tamamen farklı Quentin ile Margo arasındaki ilişkiden kuran filmde birbirinden renkli birçok karakter var. Aslında bu karakterleri iki gruba ayırabiliriz öncelikle. Aynı lisede okuyan bu gençlerin bir yanı zengin, popüler; diğer yanı ise dışlanmış, itelenmiş tarafı temsil eder. Filmde bu ilk taraftaki gençlerin ilişkisinin daha başlarda yara aldığını ve grubun parçalandığını görürken, dışlandıkları için birbirlerine daha da kenetlenen tarafın ise bitmeyen dostluklarına şahit oluruz. Hatta herkesin gıpta ettiği gruptaki Lacey’in oldukça mutsuz olması, diğer grupta mutluluğu bulması da yine bunu ispatlar. Quentin ve Margo’nun dışında titizlik ile çizilmiş Ben ve Radar film için önem arz ederler. Filmin yer yer seyirciyi güldürdüğü sahnelerin hepsinin mimarı Ben olur; Ben, sadece bu yükü tek başına sırtlaması açısından bile takdiri hak eder. Radar disiplinli, planlı, ilkeli bir siyahi karakter olarak boy gösterir.

  Quentin ne kadar klasik, düz bir kişilikse Margo onun tam tersidir; Walt Whitman kitaplarını okuyan, folk müzik dinleyen, plak koleksiyonu olan, macerayı seven, inzivaya çekilip kitap okuyarak kendini keşfetmeye çalışan gizemli kız olarak tarif edebiliriz onu. Bir gençlik filminde bol bol aşk, seks kullanmaktansa böyle donanımlı gençler görmek filmin benim için en büyük artılarından oldu. Ayrıca filmin izleyen kitleyi tatmin etmek için mantıksız bir sondansa gerçekçi olanı tercih etmesi, aşkın tiple bir yere kadar gidebildiğini önemli olanın kafaların uyuşması olduğu gibi fazlasıyla olumlu at metinleri var.
Yaz tatilinde olmamız dolayısıyla çokça izleyeceğimiz gençlik filmlerinden eli yüzü düzgün olanlarından biri olan Paper Towns, büyük beklentilerle izlenmemeli elbette.  Arkadaşlarla keyifli zaman geçirmek istiyorsanız, hele bir de kitabını okuduysanız şans vermelisiniz kesinlikle.




O AN: MOMMY


MUTLULUĞA KANAT AÇMAK
Bundan tam altı yıl önce, sinema dünyasına henüz on dokuz yaşında bir yönetmen girdi. Genç ama donanımlı, tecrübesiz ama yenilikçi Kanadalı Xavier Dolan, her yıla bir film sığdırarak şimdiden beş tane filme imza attı. Her filminde –Tom at The Farm filmi hariç- kendini aşan bu dahi çocuk sürekli yeni teknikler denemekte de oldukça ısrarcı olduğunu gösterdi. Zira otoritelerin, naftalin kokan görüşleri, kuralları onu bağlamıyordu. O kuralları yerle bir etmekten, arabesk ya da kitsch olmaktan çekinmedi; her daim içindeki sese kulak verdi. İşte bu başına buyruk, cesur yönetmeni kollarını açıp sarıp sarmalayanlar kadar ona tüm kapılarını sıkıca kapayanlar da oldu. Bolca seveni ve sevmeyeni olan Dolan, son filminde yine otoriteleri zıvanadan çıkaracak bir deneme yaptı. 16:9 formatta çekilmesi gereken filmi 1:1 formatında çekerek sanırım en büyük golünü attı gelenekçi yapıya.
Film üç tane birbirinden sorunlu karakterin bir araya gelmesiyle gelişen olayları mercek altına alır. Tam da karakterlerin ruh haline uygun olarak kasvetli, sıkıntılı bir dünya yaratan 1:1 ekran formatı kullanır Dolan. Filmde sadece karakterlerin mutlu olduğu iki sahnede ekran formatı 16:9 olur. Zaten bu iki sahneden biri gerçekten yaşanırken diğeri sadece bir hayalden ibarettir. Filmin en can alıcı anı, bence gerçekten karakterlerimizin mutlu oldukları sahnedir. Sinema tarihinin unutulmayacak bu sahnesi, Oasis grubunun, Wonderwall şarkısı eşliğinde başlar.
Önce Steve’in kaykay üzerindeki, Diane ve Kyle’nin bisiklet pedalındaki ayaklarını görürüz. Daha sonra ise hayatlarından kesitler izleriz. Üçünün hayatının da rayına girdiği, her şeyin yolunda gittiği anlardır bunlar. Steve’in 1:1 formattaki ekranı iki kolu ile açarak 16:9 formatına getirmesi ile devam eder sahne. Steve’in kaykay üstünde, Diane ve Kyle’nin ise bisiklet üstünde olduğu sahnede üçü de fazlasıyla mutlu gözükür. Bu nedenle o kasvetli ekran tıpkı karakterlerin ruh halleri gibi kısa bir süreliğine açılır, ferahlar. Bu mutlu ana Steve öncülük yapar.  Daha sonra ise marketten alışveriş yaptıkları arabayı sürerken Steve daha da çoşar; arkadan gelen arabalara aldırmadan, yolun ortasından alışveriş arabasının üzerinde gitmeye devam eder.  Diane ve Kyle’nin, onu uyarmasının pek bir etkisi olmaz. Çünkü bu sahnenin tek yönlendiricisi Steve’dir. Steve kuralları tanımadığını bu hareketiyle yine gösterir. Daha sonra alışveriş arabasındaki yiyecekleri arkasındaki taşıtlara atması ise o an, onu engelleyip, kısıtlayacak her şeyi ardında bıraktığını gösterir. Bu kadar cesurca bir harakete Steve kadar yakın olmayan Diane ve Kyle -yolun kenarından, güvenli bölgeden gitmeleri bunu ispatlar-da ilk tedirginlikten sonra anın tadını çıkarmaya başlarlar. Steve’nin ‘özgürüm’ diye bağırması sahnenin zirveye tırmandığı an olur. Sonrasında yemek yapma sırasında, gevezelik yaparlarken çalan kapı, her şeyi yerle bir etmeye yetecek bir haber getirir. Kapıyı açan Diane, gelen haberle birlikte sarsılır ve tam da onun yüzüne odaklanan kadraj gittikçe küçülür. Tabiri caizse dünya yavaş yavaş Diane’nın başına yıkılır. Kahramanlarımızın hayatı Diane’nin hayaline kadar o sıkıcı, kasvetli 1:1 formatına geri döner.

Cannes Film Festivali’nde jüri özel ödülü alan Mommy filmi, sinematografisi, denediği farklı teknik ve biçimiyle, oyunculuklarıyla Dolan’ın en son harikası.


JAWS: AÇIK BÜFE TATİL


1975 yılında, Steven Spielberg tarafından Peter Bradford Benchley’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanır Jaws. Tüm zamanların en iyi gerilimi olan bu film, bu yıl Teksas’da kırkıncı yılını özel bir gösterim ile kutladı. Zaman geçtikçe unutulmayan aksine değeri daha da iyi anlaşılan Jaws’ın devam serileri de çekilir ama aynı başarıyı yakalayamaz. Küçük bir tatil kasabasının sahiline, katil bir köpek balığının misafir olması sonucu gelişen olayların izlendiği Jaws, çocuk yaştaki izleyiciler için uzun vadeli deniz korkusunun oluşmasına da sebep olur. Her tatilin eğlenceli ya da huzurlu geçeceği ne malum… Öyle değil mi? Hayat boyu unutulmayacak maceraların yaşandığı bir tatil, bazıları için daha çekici olabilir.

Masmavi suları, tertemiz kumsalı ile her yaz binlerce turistin geldiği küçük ve sevimli bir kasaba olan Amity, Jaws filmine ev sahipliği yapar. Özellikle yaz aylarında denize giren yüzlerce insan ile mükellef bir sofrayı andıran sahil, bir köpekbalığı için bulunmaz nimet olur. Şerif Brody, kasabaya henüz yeni gelmişken büyük bir sorun ile karşılaşır. Fazlasıyla meşakkatli olan bu olayı halletmekle sorumlu kişi Brody’i, tam bir anti kahraman olarak tanımlayabiliriz. Zira kendisi kasabanın ileri gelenlerine karşı iradesiz, fobileri olan, çabucak paniğe kapılarak olayların etkisi altına giren biridir. Brody’nin bu zorlu süreci nasıl yöneteceği konusunda izleyici olarak umutsuzluğa kapılmamak elde değildir.  Diğer yandan sermaye kaygısı ile plajların kapanmasına engel olmaya çalışan belediye başkanı, hayati önemi olan haberi arka sayfalara iteleyen meslek ahlakı olmayan gazeteci, köpekbalığını avlamaya gönüllü taş fırın erkeği havalarındaki balıkçı Quint, Quint ile güç gösterisinde yarışan güya eğitimli köpekbalığı bilimcisi Hooper filmin kafa yapısını da açık eder; tam bir erkek egemen dünyanın içine düşülür filmde. Üstelik hepsi de birbirinden problemli erkeklerdir bunlar. Kadınlar ise çitleri aşarak  çıplak denize girdiği için köpekbalığına kurban giden genç kız, çocuğuna sahip çıkamayan anne, işini yapmaya çalışan erkeğin dikkatini dağıtan eş olarak var olabiliyorlar ne yazık ki. Ayrıca köpekbalığı ağzının açık halinin vajinaya benzediğini, bütün erkeklerin onu yok etmeye çalıştığını da söylersem filmin bakış açısını tam olarak anlatmış olur sanırım. Zaten film gelişme kısmından itibaren tamamen erkek dünyasında geçiyor.

Filmin ikinci yarısında Brody, Quint ve Hooper’in teknede, bir yandan köpekbalığına bir yandan da birbirlerine karşı verdikleri mücadeleyi izleriz. Her ne kadar birbirleri ile anlaşamasalar da ortak amaçlarını gerçekleştirme konusunda birlik olurlar. Ne var ki büyük, beyaz ve oldukça obur arkadaşı haklamak hiç de kolay olmaz. Zaman ilerledikçe birbirleri ile daha fazla zaman geçiren erkekler kaynaşır, hatta sırlarını paylaşmaya başlarlar. Sırlarını paylaşırken bile birbirleri ile yaralarını yarıştırmaları komikken, Brody’nin kendinde bir yara ve buna bağlı anlatacak hikayesinin olmaması onu iyiden iyiye izleyici karşısında küçültür. Köpekbalığı ile ilgili bilgi ve deneyim açısından en niteliksiz erkeğin Brody olduğu sürekli seyircinin gözüne sokulur. Brody’nin bu durumundan çok rahatsız olan Quint’in, Brody’nin karısı ile olan bağını telsiz kablosunu- aslında bunu göbek bağı olarak düşünebiliriz- keserek koparır. Bu noktadan sonra Brody de daha güçlü bir profil çizer.


Köpekbalığı vahşeti çok az görülmesine rağmen her an gerilimi ayakta tutmasıyla, ters köşe yapan finali ve kusursuz seyreden giriş, gelişme, sonuç bölümüyle takdiri kesinlikle hak ediyor Jaws. Bakış açısının sorunlu olmasına rağmen senaryonun ve senaryonun hayata geçirilmesinin kusursuz olduğu yadsınamaz bir gerçek.  Muhafazakar bir çizgideki film, elbette akademi tarafından çok beğenilip, üç dalda Oscar kazanır. 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmeye başlar. Doğal ışık kullanımındaki başarısı, günün şartlarına göre oldukça inandırıcı köpekbalığı tasarımı olağanüstü. Bir an bile köpekbalığı karikatüre dönüşmez. Her göründüğü anda seyircinin yüreklerini ağzına getirmeye yeter. Sıkıntıdan macera arayan tatilciler, özellikle sahilde tatil yapıyorsanız, toplaşıp bu filmi izlememeniz için neden göremiyorum.

MAGİC MİKE XXL : KULÜPTE SON STRİPTİZ


2012 yılıında Steven Soderberg tarafından yönetilen erkek striptiz kulübü ekibinin maceralarını anlatan  Magic Mike filmi, 3 yıl sonra Magic Mike XXL adı ile macerasına çok daha iddialı bir şekilde devam ediyor. Soderberg’in koltuğu ilk filmin yapımcısı Gregory Jacobs’a bırakarak kendisinin yönetici yapımcılık yaptığı filmde daha çok şov, görsellik, farklı mekânlar yer alıyor. Ve en önemlisi Magic Mike(Channing Tatum) karakteri dışında Mike’in striptizci arkadaşlarına da odaklanıyor film; her biri birbirinden renkli bu karakterler, ciddi anlamda filme önemli katkı sağlıyorlar. Özellikle kadınlar için tam bir görsel şölen olan Magic Mike XXL, 115 dakika süren keyifli bir seyir vaat ediyor.
İlk filmde Mike, işini severek yapan biriyken zaman zaman acaba diye de düşünmüyor değildi. Gelişen olaylarla birlikte striptizciliği bırakarak, hobisi olan özel eşya tasarımı işine başlamış olduğunu görüyoruz bu filmde.  Ama yeni bir aşk ve iş ile başladığı hayatın hiç de beklenildiği gibi gelişmediği anlaşılıyor. Uğruna her şeyden vazgeçtiği sevgilisi, evlenme teklifini kabul etmemiş ve işinde yeterince mutlu olamamıştır. İşte böyle bir anında striptizci arkadaşlarından birinin telefonuna bıraktığı mesaj maceranın başlamasına start veriyor;Mike eski arkadaşlarını da işini de çok özlediğini onlarla görüşmesiyle fark ediyor. Böylece Mike kendini tekrar ekibin içinde buluyor. Dallas adlı patronlarının onları terk etmesi, ekibin daha yaratıcı ve özgür olması, macerayı tadından yenmez kıvama getiriyor.

XXL ‘in en önemli farkı ise geniş bir yelpazeye sahip olması. İlkinde sadece beyaz erkek ve kadınlar varken, bu kez travestiler, lezbiyenler, siyahiler gibi toplumun daha renkli kesimlerinden karakterler kendilerine yer buluyor. Hatta travesti olmadıkları halde striptiz ekibindeki birbirinden çılgın karakterlerin, en yetenekli travesti yarışmasını kazanmak için yaptıkları şov görülmeye değer cinsten. Zira bir önceki filmde çok daha erkeksi  bir hava hissediliyordu. Bir de ekibin gittiği kulüpte performans sunan travesti dansçı Tori Snatch karakteri, bana Pink Flamingos filmindeki Divine’ı hatırlattığını da eklemek isterim. Bugüne kadar kadınların striptiz yaptığı, kadın vücudunun ön plana çıkarıldığı filmlerdense bunun tersine dönmesi oldukça şaşırtıcı oluyor.
Film çatışmasını ise kaybeden kadınlar üzerinden kuruyor. Boşanmış, evliliğinde mutlu olamayan, kendine duygusal açıdan tatmin eden bir hayat kuramamış kadınlar… İşte bizim striptiz ekibimiz bu kadınlara gereken ilgiyi fazlasıyla gösterir. En azından bir süreliğine kendilerini mutlu ve değerli hisseder bu kadınlar. Gerçi bu anlık mutluluklar neye çözüm olur? Orası ayrı mesele. Hatta bu kadınların birbirlerine bile açamadıkları dertlerini, Mike ve arkadaşları ile paylaşmalarına şahit oluyoruz. Filmin en durağanlaştığı, temposunun düştüğü sahneler de buralar oluyor. Fakat özellikle hedef kitlesi olarak orta yaş, kaybeden kadınlar olduğu için yönetmenin bu sahnelerde zaman tasarrufu yapmaması anlaşılabiliyor.
Sinemasal anlamda çok büyük beklentiler içerisinde değilseniz, dansı ve müziği seviyorsanız, bol bol kaslı erkek vücudu görmek istiyorsanız ya da bu durum sizi rahatsız etmiyorsa oldukça keyifli bir seyirlik sizi bekliyor. Özellikle Tatum’un olmak üzere hepsi birer sanat eseri olan erkek vücutlarını izlemek, çıplak ve seksi kadın vücutları izlediğimiz filmlerden sonra gerçekten farklılık arz ediyor.




O AN: REAR WİNDOW


KOMŞU KOMŞU HUUU!
Alfred Hitchcock ve sinema tartışmasız bir araya gelebilecek en süper ikililerden biridir. Hitchcock deyince akla gelecek ilk filmde Rear Window değil midir? Polisiye bir filmi, özel olarak inşa ettirdiği mükemmel mekan ve kullandığı yaratıcı metaforlar eşliğinde bize sunan Hitchcock bu filmi ile röntgenciliğe de farklı bir bakış açısı getirir.
Jeffries haber peşinde koşarken bacağını kırmış bir gazetecidir. Jeffries alçı bacağından çıkana kadar eve mahkum olur. Ne var ki mesleğinden ötürü başkalarının hayatını araştırmaya, gözetlemeye meraklı karakterimiz penceresinin görüş alanına giren hayatları röntgenlemeye başlar. Bu süreçte çevresindekileri de gittikçe ciddileşen oyuna katar. Jeffries’in penceresini kamera arkası, karşı dairelerin ise sinema perdesini temsil ettiği bu filmin özellikle son anları nefes kesicidir. Lisa’nın karşı komşunun evine izinsiz girişi ile başlayan anlar artık heyecanın doruk noktasına tırmandığı dakikalardır
Lisa kendinden beklenilenleri aşar ve karşı eve girerek, Jeffries’in kullanamadığı ayakları olur. Bugüne kadar Lisa’yı çok da umursamayan Jeffries, onu karşıda görünce tıpkı komşularına olan alakası kadar hatta çok daha fazlasını hisseder . Zira perde de gördüğümüz kişilere genelde hayran oluruz; Jeffries de ilk kez Lisa’yı karşıda yani perdede görür. Lisa perdedeyken değme film karakterlerine taş çıkaracak hünerler sergiler üstelik. Adeta bir aksiyon filmi izlercesine hayranlık ve heyecan ile Lisa’yı izler Jeffries .  Lisa da başardıklarından o kadar mutludur ki takdir edilmek isteyen bir öğrenci gibi maharetini bir an önce yönetmenine ay yani Jeffries’a göstermeye çalışır. Evet, Jeffries’i kameramanlığı da kendisi yapan bir yönetmen olarak düşünmek gerekiyor. Ama iş bu ki Lisa’nın bu sabırsız davranışı Thorwald’ın dikkatinden kaçmaz. Ve bunun ardından filmin en can alıcı anları Jeffries’in evinde yaşanır;Thorwald hiç de iyi olmayan düşüncelerle Jeffries’in evine yönelir. Bu nedenle Jeffries, kendini savunmak için kullanabileceği bir şeyler aranır. Ve tam da mesleğine uygun bir araç bulur; bir habercinin en önemli yardımcısı olan fotoğraf makinesini eline geçirince güvende hisseder kendini. Ve Jeffries makinesini oldukça mantıklı kullanır; tıpkı bir silah gibi Thorwald’a doğrultarak tetiğe yani deklanşöre basar. Her çekimde patlayan flaş, bir kurşun kadar etkili olmasa da Thorwald’ı  oyalamaya yeter. Lakin flaş her patladığında ortamın kırmızı bir renge bürünmesi tıpkı bir boğa gibi Thorwald’ı daha da kızdırır. Ne var ki şarjörü birden doldurmak mümkün olmadığı için her defasında ampul değiştirmek Thorwald’ın sonunda hedefe yaklaşmasına neden olur.  Thorwald, Jeffries’ı biraz mücadeleden sonra aşağıya düşürerek,  diğer ayağının da kırılmasına neden olur. Ama jeff için bu hiç de dert değildir. İhtiyacı olan ayakları değil, görsel zekası, dürbünü, fotoğraf makinesi ve yardımcı melekleridir.  İki ayağı alçıda huzurlu uykusuna dalmışken görürüz zaten Jeffries’i. Kim bilir rüyasında yine ne maceraların peşinden koşar.

Hollywood’un genel geçer kuralları ile resmen alay eden, tamamen kendi kurallarını yaratan, gerilimin türünün büyük ustası Hitchcock’ un başyapıtlarından bence en önemlisi Rear Window.







O AN: Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (Chantal Akerman, 1975)


Chantal Akerman 70’li yıllarda film yapmaya başlamış dahi gençlerden bir tanesidir.  Akerman henüz 18 yaşındayken ilk kısa filmini çeker ve dikkatleri üzerinde toplar. 25 yaşında çektiği Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles (Chantal Akerman, 1975) filmi ise sinema dünyasında hayranlık uyandırır. Çekildiği günden bu yana hala feminist sinema denilince ilk akla gelen yapım olarak anılır. 201 dakikalık uzun süresi, kesmesiz kurgusu, sabit kamerası, neredeyse birebir zamanlı sahneleri, doğal ışıklandırması, yok denecek kadar az diyalogları ile tam bir minimalist sinema örneği , Jeanne Dielman, 23 Quai du Commerce, 1080 Bruxelles. Film izleyenleri şok edecek kadar çarpıcı bir final sahnesi ile biter. Jeanne’nin seyircilerin ondan beklemediği bir davranış sergilediği bu sahnede bakın neler olur…
Jeanne kocasını kaybettikten sonra ev hanımlığının yanında hayatını kazanabilmek için fahişelik yapar. Aşırı düzenli, titiz ve takıntılı biridir. Her şey zamanı zamanına yapılmak zorundadır onun için. Bugün yapılan dünün –yemeğin çeşidi gibi çok nüanslar hariç -aynısı olmalıdır. Durum böyleyken Jeanne’nin ikinci gün gelen müşteriden sonra tıkırında işleyen hayatı tabiri caizse tepetaklak olur. Jeanne’yi böyle bir çaresizlik içerisinde izlemek seyirciyi bile endişelendirmeye yeter.  Peki, Jeanne’yi bu kadar allak bullak edecek ne yaşanmıştır? Ne olmuştur da Jeanne resmen kendini kaybetmiştir? Jeanne’nin oğlu ile yaptığı kısa sohbetlerden birinde onun için seksin sadece bir ayrıntı olduğunu öğreniriz. Bugüne kadar kocası ile de işi gereği birlikte olduğu kişilerle de tamamen mekanik bir münasebeti vardır. Ta ki filmin ikinci günü gelen müşteriye kadar. Muhtemelen Jeanne, hayatında ilk kez seks esnasında zevki yaşar. Tıpkı bir bebeğin hiç görmediği, tatmadığı bir duyguyu tatması gibi şaşkınlık içerisinde kalır. İşte o böyle bir durumdayken üçüncü gün gelen müşteri ile yaşanacaklar bizi de en az Jeanne kadar afallatır. Tamamen profesyonel sınırlar içerisinde yapılan seks esnasında Jeanne’nin bir nevi çırpındığını, kurtulmak istediğini görürüz. Lakin bu çırpınışlar canı acıdığı ya da tiksindiği için yaşanmaz. Aksine yine zevk aldığından dolayı yaşanır. Jeanne her ne kadar zevk alsa da bunu yaşamak istemez. Çünkü Jeanne kraliçe arı olduğu kovanda, her şeyin kendi kontrolünde olduğu bir hayat yaşıyorken, kovana sokulan çomak(erkeklik)  tüm iktidarını sarsar. Bu duruma karşı savunmaya, gerekirse saldırıya geçmesi gerektiğini düşünür. Jeanne, asla teslim olmayacağını seks bittikten sonraki hamlesi ile oldukça sert bir şekilde ifade eder. Tıpkı kovana giren çomağa benzeyen bir araç ile(makas) düşmanı tam kalbinden cezalandırır. Ve düşmanın ortadan kalkıp, kontrolün tekrar ellerine geçmesini salondaki masada tamı tamına yedi dakika boyunca hiç kımıldaman oturarak sindirir. Zira Jeanne’nin yüz ifadesi çok şey söyler zaten, fazlasına gerek görülmez.

Uzun süresine rağmen benim izlemeye doyamadığım bu baş yapıtı ne yapıp edip izlemelisiniz.

O AN: A CLORKWORK ORANGE


Anthony Burgess’in 1962’de yazdığı A Clorkwork Orange yazıldığı dönemdeki modernleşme sancıları üzerinden bireyin özgürlüğünün nerede başlayıp, bittiğini sorgular. Yazıldığı dönem için oldukça iddialı olan romanı 1971 yılında Stanley Kubrick sinemaya uyarlar. Film İngiltere’de otuz yıl olmak üzere birçok ülkede yasaklanır.  Şiddet, suç ve ceza kavramlarını sorgulayan film, gelmiş geçmiş en rahatsız edici filmlerden biri olarak kabul edilir. İzlemesi birbirinden zorlu sahneleriyle tanınan bu filmde benim için en rahatsız edici sahne Alex DeLarge’nin kurduğu çetenin karısı ile birlikte yaşayan bir yazarın evine girerek, yedikleri haltları izlediğimiz bölümdür.  İzlerken insanın kanını donduran bu sahneyi biraz daha derinine incelemek isterim.
Bilinmeyen zamanda ve distopik bir mekanda geçen filmin kuşkusuz en farklı mekanı yazarın evi olsa gerek. Yerlerin dama tahtasını andırdığı, duvarların aynalardan ve kitaplıklardan oluştuğu, uzay aracını andıran koltukların bulunduğu ev oldukça uçuk bir tasarıma sahiptir. İşte bu evde kitap okuyarak ya da yazarak oldukça entelektüel bir hayat sürdüren sakinleri, gece vakti zilin çalmasına anlam veremezler. Fazlasıyla bilinçli ve temkinli olan bu insanlar kapıyı açıp açmama konusunda ikilem yaşasalar da kapıdakilerin söylediklerine kayıtsız kalamayacak kadar henüz insanlıktan çıkmamışlardır. Ne yazık ki kapı açılır ve çete için oyun oynama zamanı başlar. Alex, Frank Sinatra’nın Singing in The Rain şarkısını söyleyerek, çete üyeleri ile birlikte mükemmel bir düzene sahip evi yerle bir eder. Yazarın çalışma masasını, kitaplığı alaşağı yapar. Böylelikle Alex sistemin düzenine olan isyanını açık etmiş olur. Aslında çalışma masasını ve kitaplığı bürokrasiyi temsil eden objeler olarak düşünür Alex.  Ve temsili de olsa bunları yıkmak onu fazlasıyla mutlu eder. Zira Alex’in sevdiği ve saygı duyduğu tek şey müziktir; müzik dışındaki -özellikle Bethoveen- hiçbir şeye değer vermez.   Peki bu kadarı ile yetinir mi çete üyeleri? Tabii ki hayır…  Alex şarkıyı söylerken dans etmekten de geri durmayarak, yazarın karısına yönelir. Genç ve güzel olan kadına kocasının gözü önünde önce taciz sonrasında ise tecavüz eder. Böylece toplumun cinsiyet konusundaki ahlakçı yapısından da intikamını alır. Zira Alex ve çetesi için iktidar tarafından konulan yasaların da toplum tarafından benimsenen ahlak kurallarının da hiçbir önemi yoktur.  Asıl olan tek şey isyan ve karmaşadır.

Sistemin insanoğlunu otomatik işleyen bir makine haline getirmesine tepki olarak yazılmış romanın, aynı isimle sinemaya uyarlanmış neo noir türündeki unutulmaz kült filmlerden biri A Clorkwork Orange.  Tahammül edilmesi zor sahneleri, alt metindeki sistem eleştirisi, klasik müzik konserindeymiş gibi hissettiren müzikleri, her an bir sanat galerisindeymiş hissini veren mekanları ve kusursuz sinematografisi ile bir baş yapıt bu film. Ve düşünün ki bu başyapıttan sadece bir sahneden bahsettim. Bu sahneyi  çöldeki vahadan bir avuç kum gibi düşünün. Vaha izlenmek için sizi bekliyor.