28 Ağustos 2020 Cuma

BİNA

Seksenli ya da doksanlı yıllarda izlediğimiz distopik filmlerdeki hemen hemen çoğu şeyi hatta bazı açılardan fazlasını bile yaşadığımız bir çağda distopik film çekme fikriyle yola çıkmak hayli iddialı bir arzu aslında. Üstelik çok uzun zamandır aynı hükümet tarafından adeta tekelden yönetilen bir ülkede… Zira özellikle karantina günlerini de düşünürsek her gün bir distopik filmin içinde uyandığımızı ya da bir kâbus gördüğümüzü düşündüğümüz süreçte bu anlamda bir film, biz seyircileri ne kadar şaşırtabilir. Yani farklı olarak ne anlatarak bizi şaşırtabilir?

Bu nedenle yönetmen ve senarist Orçun Behram’ın Toronto Film Festivali’nin Keşif Bölümü’nde dünya prömiyerini yapan daha sonra ise 56. Uluslararası Antalya Film Festivali ve 39.İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma seçkisinde seyirciyle buluşan “Bina”, tüm bu soruların içinde buluyor kendini. Zira Behram, korku öğeleriyle de desteklenmiş distopik bir filmle çıkıyor karşımıza. Filmde otorite, iletişim araçları vesilesiyle toplumun en uç noktalarına kadar sirayet ederek yavaş yavaş zehrini enjekte ediyor. Üstelik bu senaryo için Behram kendine seksenli yılları referans almış. Yani henüz internetin, akıllı telefonların sosyal medyanın hayatımıza girmediği sadece televizyon, radyo ve gazetelerin iletişim aracı olduğu yıllar. Hatta Behram, sadece radyo ile televizyona odaklanıyor. Böylece alanını kısıtlamak istemiş sanırım. Lakin sorun şu ki medyanın tamamen tekelleştiği, oto sansürün ayyuka çıktığı, elimizdeki akıllı telefonlar nedeniyle adeta beynimize çip yerleştirilmiş gibi sürekli takip edildiğimiz, her yazdığımızın, her sözümüzün aleyhimize delil olarak kullanıldığı, sosyal medya mecralarında dile getirdiğimiz iki çift laf için tutuklandığımız, sokaklara adeta milim milim döşenmiş mobese kameraları tarafından takip edildiğimiz bir süreçte otorite tarafından ele geçirilme fikri açıkçası artık çok iyi öğrenilmiş bir çaresizlikten başka bir şey değil. Demem o ki film, referans aldığı yıllarda (seksenler) çekilmiş olsaydı işte o zaman gerçekten ülke sineması için büyük bir keşif sayılabilirdi “Bina”. Tıpkı ismiyle aynı yıl gösterime giren “1984” filmi gibi. Ama Behram, tam da günümüzden seksenlere baktığı için her şey zaten bırak söylenmiş olmasını bizzat yaşanmış durumda. “1984”ten bahsetmişken her evde bulunan ekran sayesinde otoritenin istediği zaman insanların evine adeta fütursuzca girerek egemenliği altındaki insanlara seslenişi ile “Bina”daki uydular sayesinde günün farklı dönemlerinde bülten adı altında yapılan seslenişler oldukça benzer bir yerden yaklaşıyor mevzuya. Zaten biraz sonra da bahsedeceğimiz üzere tüm film, Behram’ın tür sinemasına ait hayranlığından besleniyor.


“Bina” tamamıyla apartman dairesinde geçen bir tek mekân filmi öncelikle. Kendine seksenleri referans olarak alsa da daha çok zamansız ve mekânsız bir film diye tanımlayabileceğimiz “Bina”nın böyle bir tercih yapması elbette işini oldukça kolaylaştırıyor. Zira seksenlerde geçen bir filmin dışarıda gezinmesi işleri oldukça zorlaştırırdı. Çünkü darbe günlerinde ülke sokaklarında gezen bir filmi yapmak dikkat edilmesi gereken birçok farklı detayı da beraberinde getirirdi. Uydunun ülkeye yeni girdiği bu süreçte odağımızdaki apartman, uyduyu sıraya girip de ilk taktıranlardan. Ne var ki başkarakterimiz Mehmet’in (İhsan Önal) gözünden ağırlıklı olarak izlediğimiz filmde, otorite daha ilk andan kurban alarak sarsıcı bir şekilde başlıyor eylemlerine. Ne var ki uyduyu takan kişinin çatıdan düşüp ölmesi neredeyse kimseyi  -Yasemin (Gül Arıcı) ve Mehmet hariç- pek de ilgilendirmiyor açıkçası. Zira herkes deneme yayınlarına başlayan bültenlere odaklanmış durumda. Böylece otorite gerek bültenleri gerek piyasaya sürülen ürünleriyle uyuşturduğu beyinlerin tüm hayatına sinsice sızıyor. Behram bu sızıntıyı da siyah, balçık gibi, yapışkan, tiksinti verici bir sıvı ile yapıyor. Açıkçası bu siyah sıvının etkileyici bir metafor olduğunu düşünüyorum. Bina’yı yani ülkeyi içten içe ele geçirerek, çürüten ama ne yapsan da temizlenemeyeceğin kadar da kalıcı bir sıvı bu. Bulaşan yerden arınması adeta mümkün değil gibi.

Apartmanın en üst katında oturan yönetici, adeta üç maymunu oynayan ve böylece iktidarın bekasını koruyan biri. Kapıcı olan Mehmet ise toplumun her kesimine yayılan tüm bu sürece bire bir şahit olup tüm arta kalan pisliklerle uğraşan ama bir yandan da derhal otoriteyi alaşağı etmek gerektiğini fark eden bir karakter. Fakat diğer taraftan Mehmet’in gerçeklik algısı da bozuluyor bu süreçte. Çünkü bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ederek sarsılıyor. Zira Mehmet bültenlere değil de gerçeğe odaklanan bir karakter. Belki bir şeylerin Mehmet kadar farkında olan bir diğer karakter de Yasemin. İkisi de bülten izlemiyor. Hatta Mehmet bir defasında bülteni dinlemek için radyoyu çalıştırmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Zaten filmde gerçek anlamda birbirleriyle iletişim kurabilen sadece bu iki karakter neredeyse. Onun dışındakilerde derin bir uyku hali çoktan baş göstermiş durumda ne yazık ki. Bina’nın işsiz olan ailesinin en alt katta, devletin bir nevi maşası olan yöneticinin en üst katta oturmasından tut da Mehmet’in Bina’nın içinde bile yaşamaması da önemli detaylar. Bültenleri sıkıca takip eden ve tek kurtuluşun devlet kapısı olduğunu düşünen erkin, ensestten tut da kadın cinayetlerine kadar uzanan portresi diğer dikkat çekici bir ayrıntı. Yine artık sinema tarihinde muazzam örneklerine şahit olduğumuz yemek masası sahnesinde Yasemin karakterinin babası ve annesinden farklı olarak et yememesi bir değer detay. Anlaşılan o ki Behram, birçok detayla Yasemin ve Mehmet’i elinden geldiğince bu dünyaya dâhil etmemeye çalışmış. Elbette burada tek tek bahsedilmeyecek kadar daha birçok detay (Kocasının, kızına yaptıklarına göz yuman annenin varlığı, yalnız yaşayan bekâr kadının ilk kurbanlardan biri olması gibi…) var filmde. Behram, aslında birçok şeyi incelikle düşünmüş. Zaten senaryoyu yazması bir yıl gibi uzun bir sürece yayılmış. Fakat yine de tüm bu detayların senaryodaki gedikleri örttüğü söylenemez ne yazık ki. Zaten bu çok detaylı yapının yanında Behram’ın tür sinemasına olan hayranlığı da film için bir nebze olumsuz bir duruma sebebiyet vermiş kanımca. Behram, bugüne kadar izlediği ve çok sevdiği filmlerden referans almış hep. Öyle ki bir süre sonra seyircinin, ilk filmini yapan bir yönetmenin filmini mi izliyor yoksa tür sineması külliyatından bir kolaj mı izliyor diye kafasının karışması çok mümkün. Hatta bazı sahnelerde doğruyu söylemek gerekirse ben artık kendimi referans filmleri tahmin etme yarışına girmiş bir şekilde buldum. Bu kadar referansın seyirciyi odaktan koparma tehlikesi taşıdığı göz ardı edilmeseydi keşke. Behram da ne yazık ki ilk uzun metrajını yapan birçok yönetmenin düştüğü tuzağa düşerek eteğindeki taşların hepsini eserine nakşetmek istemiş. Birçok röportajında David Cronenberg ve John Carpenter’dan daha çok etkilendiğini söylese de David Lynch, Stanley Kubrick, Dario Argento, Roman Polanski’den de birçok iz görmek mümkün filmde.


Filmin tür sinemasına böylesine hâkim olan birinin elinden çıkması elbette anlamlı fakat dediğim gibi fazlası olumsuz bir etkiye de sebebiyet veriyor. Lakin filmin atmosferi, ses miksajı (Sistematik sesler özellikle filmde oldukça başarılı kullanılıyor. Hatta botoks sahnesindeki sesin boğuk boğuk ve yer yer rahatsız edici tınısı da seksenlerdeki yayınları ya da kasetlerdeki ses kalitesini düşününce çok gerçekçi.) başarılı. Ama sanat tasarımı kısmının daha iyi olmasını dilerdim. Kamera kullanımında ise özellikle uydunun gözünden kurbanlara bakılan sahneler oldukça etkileyici. Tanrısal bakış açısıyla otorite her an kendini anımsatıyor böylece. Behram yine bir röportajında çizgi roman tarzı bir estetik yakalamak istediğini söylemiş. Açıkçası bunu bir nebze de olsa başardığını söylemek mümkün. Filmin karanlık atmosferi, pis ve tiksinti verici hali ve yer yer insanın beynini kemiren sesleriyle tam da filmden beklenen mide bulantısı halini yaratıyor. Behram’ın bu stilize ettiği dünyayı belki çok daha iyi bir bütçeyle bir tık daha yukarı taşıması mümkün olurdu. Fakat biliyoruz ki ülke sineması ne yazık ki genelde kısıtlı bütçelerle şekilleniyor. Bu nedenle teknik anlamdaki çoğu sıkıntıyı görmezden gelmek mümkün zaman zaman. Lakin böyle bir durumda da film, senaryo veya oyunculuk açısından açık kapı bırakmasın ki bu deformasyonlar perdelenebilsin. Daha sağlam bir senaryo ve daha karakterine hâkim oyuncularla çok daha tatmin edici bir film izleyebilirdik belki de.

Her ne olursa olsun Behram’ın ülkemiz sinemasında pek de görmeye alışık olmadığımız bir türü seçmesi bile umut verici. Sonuçta son yıllarda birbirinin tıpkı aynısı ya da başarılı olmuş birkaç filmin taklidi olan yapımları izlediğimiz bir süreçte bambaşka sulara dalan Behram’ı sırf bu sebeple bile takdir etmek mümkün. Kurduğu distopyada, otorite tarafından yönetilen bir alegori sunan Behram’ın bu türden yoluna devam etmesini dilerim.

POKOT

 

”Yasalar katilleri yani avcıları koruyor. Tarihte çok sayıda hayvanın duruşması görüldü ve o hayvanlar cezalandırıldı. Fakat hayvanlara karşı işlenen suçlar yasal hale getirildi.”

Yukarıdaki sözleri ve daha nicesini işiteceğimiz bir film var karşımızda. İsmi “Pokot” (Lehçe ‘av’)…

Son yıllarda insanlığın hayvan hakları konusunda bilinçlenmesi, bilimsel araştırmaların bugüne kadar bilinen beslenme, çevre ve deneyler konusundaki gerçekleri alaşağı etmesi, sosyal medya sayesinde kapalı kapılar ardında yapılan katliamların gizli kalmaması gibi sebeplerle ‘veganizm’ gün geçtikçe daha etkili bir şekilde güçlenmeye devam ediyor. Elbette bu durum, hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da kendine yer bulmakta gecikmedi. Tiyatro, edebiyat, sinema… Örneğin son yıllarda hayvan hakları ile ilgili konuyu her yönüyle masaya yatıran belgesellerden tutalım da alt metninde veganizmi benimseyen kurmaca filmlere kadar hatırı sayılır bir sayıya ulaştı bu alandaki eserler.  İşte Polonyalı usta yönetmen Agnieszka Holland tarafından yönetilen, Olga Tokarczuk’un romanından uyarlanan “Pokot” (Spoor-İz) alışılagelmiş kodları alaşağı eden bir film olarak bu külliyatta yerini aldı. Nobel ödüllü vejetaryen, feminist ve hayvan hakları aktivisti olan Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un romanından uyarlanan “Pokot” için en azından şimdilik sinema sektöründe hayvan hakları konusunda elini taşın altına en çok sokan, hatta taşın altını oymaktan çekinmeyen birkaç filmden biri diyebiliriz rahatlıkla. Zira “Pokot”, alt metnine birkaç nüve iliştirmek ile kalmayıp Polonya hükümetinin hayvan haklarını hiçe sayan ya da var olan ama asla uygulanmayan yasalarından tut da erkek egemen, kokuşmuş düzene, Kilise’ye ve daha nicelerine karşı bugüne kadar zikredilmeyenleri söylüyor. Elbette bugüne kadar sinema, faşist düzenlere, dini kurumlara, erkek egemen toplum anlayışına söylenmesi gerekenleri fazlasıyla söyledi. Peki, o zaman “Pokot” bu konuda neyi farklı yapıyor? “Pokot”,bir hiç sayılan hayvanların açısından bakıyor çünkü her şeye. Bugüne kadar dokunulmaması salık verilen,  görmezlikten gelinen koca bir yarayı kaşımaya cesaret ediyor.

Polonya-Çekya sınırındaki Klodzko Vadisi’nde geçen “Pokot”,uçsuz bucaksız, eşsiz doğası ile biz seyircileri buluşturarak başlıyor hikâyesine. Görüntü yönetiminin olağanüstü başarısı ile perdeye yansıyan vadinin heybeti içerisinde doğanın en önemli ev sahipleri olan hayvanlar gerek sesleri gerek görüntüleri ile arzı endam ediyorlar. Bu prolog sahnesinde en son kadraja giren ise avlanmak için sabahın erken saatlerinde buluşan eli kanlı avcılar oluyor. Aslında bu giriş sahnesi filmin bakış açısını daha ilk andan açık ediyor. Evinde huzurlu bir şekilde yaşayan bir tür ile ev sahibinin huzurunu bozmaya gelen diğer tür…


Bir röportajında “Av, önemli siyasi kararların alındığı alanlardan biri. Bir tür erkekler kulübü denebilir. Filmin araştırması için birçok kez ava gittim ve belki en fazla bir kadına rast geldim. Erkekler bir arada ve özgürce konuşuyorlar, Donald Trump’ın ahbaplarıyla yaptığı gibi. Canlıları öldürerek doğrudan güç uygulayabiliyorlar. Oğullarını da birlikte götürüyorlar ki bayrağı devrettiklerinden emin olsunlar” diyen Holland filminin hedefine temelde bölgede yapılan avcılığı oturtuyor.(Yönetmen filmden önce vejetaryen bile değilken birçok röportajında filmden sonra bilinçlendiğini ve artık değişmesi gerektiğini düşündüğünü söylemiştir.) Hatta ilk etapta mesele sadece yasadışı avcılıkmış gibi görünüyor. Fakat Agnieszka Mandat tarafından oldukça başarılı bir şekilde hayat bulan Janina Duszejko karakterinin mücadelesi adım adım tüm resmi hedef tahtasına yerleştiriyor. Bu mücadeleyi bize aktarmak için “Pokot”, kara film geleneğinden besleniyor daha çok. Zira yaşanılan yerde insanlara karşı adalet kısmen de olsa devam etmekle birlikte hayvanlara karşı esamisi bile okunmamaktadır. Hayvanların gıda, giyim, kozmetik, hizmet ve daha nice sektörde kullanılmaları yetmezmiş gibi bir de avcılık adı altında zevk uğruna katledildikleri bir yerdeyiz. Hatta öyle ki devlet tarafından belirlenmiş av takvimine bile uyulmamaktadır. Zaten tüm film boyunca mücadelesine tanık olacağımız Duszejko, ilk etapta tam da liberal bir noktadan başlatıyor mücadelesini. Yasadışı avcılık yapan komşusu hakkında artık lime lime olmuş adalet sistemine suç duyurusunda bulunuyor. Fakat ortada gerçekten yasalar nezdinde bile suç sayılan yasadışı avcılık ile ilgili bile hiçbir şey yapılmıyor. Çünkü mağdur olan bir insan değil de bir hayvan. Onların deyimiyle ruhu olmayan ve insana hizmet için yaratılmış bir tür… Holland’ın hikâyeye buradan başlaması aslında çok anlamlı. Zira yavaş yavaş türünün üstün olduğuna ve dünyanın asıl sahibi olduğuna inanan insana ve onun yarattığı sisteme karşı kafa tutan bir anarşiste dönüşecek karakterimizin öncesinde yasal yollardan elinden geleni yaptığına bizzat şahit oluyoruz.


Oldukça naif bir tonda başlayan ama yavaş yavaş gerilimi yükselterek seri cinayetlerin -tabii burada tüm canlıları kastetmekteyim- işlendiği polisiye bir filme dönüşüyor “Pokot”. Hatta sürekli yaylıların yükseldiği bol ritimli müzikler de bu atmosfere başarıyla hizmet ediyor. Lakin elbette filmin amacı işlenen cinayetleri çözümlemek değil. Bu nedenle film, her fırsatta odağını hayvanların yaşam hakkına getirmeyi ustalıkla başarıyor. Bir yandan Duszejko ile birlikte yaşayan köpekler (Bialka ve Lea) başta olmak üzere avcıların kimler tarafından öldürüldüğünü sır gibi saklayan film, bir yandan da meselenin sadece avcılıkla sınırlı olmadığının altını da her fırsatta çiziyor. Duszejko’nun hayvan zulmü ile elde edilen ürünlerin satıldığı mağazada söylediklerinden tut da savcıya hayvanların neden intikam almak isteyeceğini anlatırken söyledikleri ya da bir biyolog olan arkadaşı Boros’un kesilen ağaçlarla birlikte yok edilen böceklerle ilgili söyledikleri oldukça çarpıcıdır. Boros’un bu katliam için “Holokost” benzetmesi yapması ise her ne kadar birçok kesimi rahatsız etse de tabiri caizse taşı tam da gediğine oturtur. Filmin devamında da bu soykırım göndermesinin yer yer karşımıza tekrar çıktığını da belirtmek gerek.

Tabii Boros başta olmak üzere Duszejko karakterinin arkadaşları da filmin ana fikrine katkı sağlamaktan geri kalmıyorlar. Mesela kadınların bu avcı adamlar tarafından nasıl muamele gördüğü önemli. Zira bu avlanmaya giden erkeklerin kadına baktıkları yer ile hayvana baktıkları yer neredeyse aynı. Aşağıladığı, şiddet uyguladığı ve sadece bir anlık zevk için kullandığı kadın ile katlettiği hayvanlar aynı yerde durmaktadır. Bu anlamda Pokot’un,Carol J. Adams’ın kaleme aldığı “Etin Cinsel Politikası” ile olan bağı da dikkatlerden kaçmamalı. Bir kadın vücuduna benzetilen hayvan cesetlerinin parçaları ya da sadece bir et parçası olarak görülen kadınlar… Neyse ki tek bildiği öldürmek, şiddet uygulamak ve sömürmek olan erkeğin, sistemin, Kilise’nin karşısına güçlü bir kadın karakter dikiliyor. Hem de var gücüyle… Duszejko, her daim doğru bildiğini söylemesi, cesareti ve bilge duruşu ile akıllara şaman kadınlarını da getiriyor bir nebze. Astroloji ile ilgilenmesi (bir nevi gök ile ilgilenmesi gök tanrı inancına bir referans), insanların geçmişlerinde iz bırakan yaşanmışlıklarını görebilmesi gibi yetenekler onun şamanlığını destekleyen şeylerden birkaçı. Yalnız şunu da eklemek gerek ki; Duszejko, filmin birçok anında hayvanların yaşam hakkını savunduğu için oldukça naif yani bir nevi deli, bunak bir ihtiyar muamelesi görüyor. Holland, seyircinin de bu tuzağa düşmemesi için oldukça donanımlı bir karakter çıkarıyor karşımıza. Örneğin Duszejko, dünyanın birçok yerini gezmiş, yarı zamanlı İngilizce öğretmenliği yapan, astroloji ile ilgili oldukça bilimsel araştırmalar yapan, evinde gerekli teknolojik donanıma ve çok sayıda kitaba sahip, emekli bir mühendistir. Üstelik bir dindar olmasa da kutsal kitaplarda ne yazdığını bilen, cinselliğini de dilediği gibi -adeta bir çiçek çocuk gibi- yaşayan, özgür ve bilge bir kadın. Bir nevi dibe batmış bu ataerkil toplumu tekrar ayağa kaldıracak, anaerkil, yeni bir dünya düzenini yaratacak bir kurtarıcı gibidir. Zira yaşadığımız dünyaya can veren kadınlar değil midir zaten? Doğuran, bir nevi yaratıcı olan dişi değil midir? Yine sözü Adams’ın kitabına getirecek olursak ana karakterimizin bir hayvan hakları savunucusu olması onun aynı zamanda bir feminist olmasını zaten doğalında ortaya çıkarıyor.(Ne yazık ki Duszejko’ya tam anlamıyla bir vegan diyemeyiz. Çünkü kendisi maalesef kaz tüyü mont giyiyor.) Zira hemcinsinin haklarını savunmak sadece kendi türünü savunup diğer türün haklarını görmezden gelmek olmamalı değil mi?

Tüm bu detayların yanında filmin yaptığı en çarpıcı şeylerden biri de masallara yaptığı referanslar olmalı. “Gece Avcısı” ve “Kırmızı Başlıklı Kız” masallarına yaptığı atıflar oldukça etkileyici zira. Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurt ile birlik olduğu günler çok yakın değil belki ama en azından “Pokot” bunun olabilirliğini kimilerine göre oldukça sorunlu bir yerden de olsa dillendiriyor. Elbette filmde karakterimizin kendine çizdiği yolda yaptığı kimi şeyleri onaylayıp onaylamamak seyircinin takdiri. Ama yeri geldiğinde katledilmiş bir hayvana sarılarak ağlayıp onun yasını tutan, yeri geldiğinde ise onlar için cansiperane bir şekilde bir nevi Don Kişot gibi mücadele etmekten çekinmeyen bir kadın ile bizi buluşturan “Pokot” mutlaka izlenmeli. Hakkında yapılan tüm olumsuz eleştirilere rağmen 2017 yılında prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldığını da belirtmeden geçmeyelim. Temelini hayvan hakları üzerine inşa etmiş bir filmin ödüle kadar ulaşabilmesi gelecek adına elbette umut verici. Dileriz beyazperdede nice Duszejkolar daha hayat bulur.

19 Temmuz 2020 Pazar

Dr. Seuss The Lorax


Bir devre damgasını vurmuş çocuk kitabı yazarı, şair ve karikatürist Doktor Seuss’un kitaplarından yola çıkılarak yaratılmış bir 3D animasyondur
Dr. Seuss The Lorax (2012). Özellikle How the Grinch Stole Christmas! ve Green Eggs and Ham tanınan Doktor Seuss, kitaplarında yarattığı renkli evren ile oldukça ilgiye mazhar olur. Dr. Seuss The Lorax ise hem yarattığı renkli dünya hem de anlattığı meseleyle oldukça değerli bir yerde durmaktadır. Film, insanın açgözlülüğüne, doğayı ve buna bağlı olarak da hayvanları katletmesine dikkat çeker.

Film, renkli ama bir o kadar da plastik bir dünyanın içine sokar öncelikle bizi. Temiz hava bile ne yazık ki damacanalarda para ile satılmaktadır. Bu durumdan başta herkes memnun gibidir. Çünkü kendi plastik ağaçlarını bile yaratmış, tamamen yanılsamadan oluşan o hayat içerisinde sahte bir mutluluk yaşamaktadırlar. Ve bir büyükanne ile torununun harekete geçmesine kadar bu durum bu şekilde devam eder.

Çocuklara doğanın, ağacın ve elbette buna bağlı olarak da hayvanların önemini anlatan bir filmdir Dr. Seuss The Lorax. “Birkaç ağaçtan ne olur ki?” diye başlayan açgözlülüğün sonunun nelere sebep olacağını aktarırken bir yandan da hedef kitlesi olan çocuklara hitap etmek amacıyla tüm bunları renkli ve umutlu bir çerçeveden sunar.

12 Temmuz 2020 Pazar

A SİMPLE FAVOR



Darcey Bell’in 2000 yılında yayınlanan, çok satan romanı Küçük Bir Rica (A Simple Favor) da perdeyle buluşan romanlar kervanına katılanlardan. Romanla aynı ismi taşıyan filmin yönetmen koltuğunda ise Paul Feig oturmakta. Feig, 2011 yapımı Nedimeler (Bridesmaids) ile kameranın önüne güçlü, çılgın, başına buyruk kadın karakterleri geçirerek kariyerinde bir daha ayrılmayacağı bir yol ayrımına girmişti. Felekten Bir Gece (The Hangover) serisi gibi bir grup erkeğin yaşadığı çılgınlıklar üzerinden ortaya çıkan komediyi bir grup kadın üzerinden kuran Feig, büyük bir risk almıştı aslında. Fakat bu hamlesinden dolayı olumlu geri dönüşler alan Feig, diğer filmlerinde de risk almaktan çekinmeyerek kendine has bir sinema dilini yarattı böylece. Gişede büyük bir rekor kıran Nedimeler, belki abartıldığı kadar feminist bir argüman taşımıyordu ama bazı şeylerin önünü açtığını da inkar edemeyiz. Feig, bir sonraki yapımı Ateşli Aynasızlar (The Heat) ile yine bir tabuyu yıktı: Kanun adamı olarak başrolde görmeye alıştığımız zeki, güçlü erkek karakterlerin yerine kadınları getirdi. Bir kadın FBI ajanı ile yine kadın bir polisin birlikte çalışarak Rus bir gangster çetesinin peşine düştüğü Ateşli Aynasızlar’ı 2015 yapımı Ajan (Spy) izledi. Ajan’da ise Feig’in fetiş oyuncusu Melissa McCarthy’nin hayat verdiği Susan Cooper, bir ajan olarak hem zekâsı, hem yeteneği ile perdede adeta bugüne kadarki tüm erkek ajanlara meydan okudu. Bu üç filmin ardından Feig, asıl en büyük hamlesini ise 1984 yapımı Hayalet Avcıları (Ghostbusters) filmini tamamen kadın karakterlerle birkaç yıl önce yeniden çevirmesiyle yaptı. Daha filmi kadın karakterlerle tekrar çekeceğini duyurduğu anda birçok tepkiye maruz kalan Feig, asla bu konuda geri adım atmadığı gibi tabularına bağlı seyirci tarafından filmin görmezlikten gelinip gişede hayal kırıklığı yaratması noktasında da pişmanlık yaşamadığını dile getirdi. İşte böylesine riskli ve tartışmalı bir yolda ilerleyen Feig’in yeni filmi Küçük Bir Rica da tahmin edileceği üzere yine başrollerinde kadınların olduğu bir hikâyeye sahip. Jessica Sharzer (American Horror Story adlı dizinin senaristlerinden) tarafından senaryolaştırılan hikâye, toplum tarafından kabul gören kadınlardan çok daha başka karakterlere ev sahipliği yapmakta. Yani Feig yine tabuları yıkan bir hikâye ile karşımızda.


Küçük Bir Rica, Blake Lively ile Anna Kendrick’in başrollerde yer aldığı bir psikolojik gerilim hikâyesi. Feig, her ne kadar kadınların dünyasından hikâyelerini anlatmaya devam etse de Küçük Bir Rica’da komedi türüne en azından bu film özelinde ara vermişe benziyor. Başrolü iki kadının paylaştığı filmde Emily Nelson karakterinin Stephanie’den (Anna Kendrick – Alacakaranlık Efsanesi serisinde rol alan Jessica karakteri ile tanınan) bir adım önde olduğunu söylemek mümkün. Blake Lively’in kusursuz bir oyunculuk ile hayat verdiği Emily karakteri arkadaşı Stephanie’den küçük bir ricada bulunarak sırra kadem basar. Uzun bir süre kendisinden haber alınamayan karakterin ortaya çıkana kadarki yokluğu bile yeterince etkilidir. Zira Emily karakteri fazlasıyla dominant bir karakterdir. Oyuncu olan babası Ernie Lively’in yönettiği ilk ve tek film olan Sandman ile oyunculuk kariyerine başlayan ama asıl tanınırlığını Gossip Girl’deki Serena Van Der Woodsen karakteri ile sağlayan Lively, Emily karakteri için adeta biçilmiş kaftan. Zira kariyeri boyunca birçok zorlu rolün altından başarıyla çıkan Lively, yardımcı karakter olduğu Café Society gibi filmlerde bile başkarakterlerden rol çalmış bir oyuncudur. Yine Ölümsüz Aşk’da (The Age of Adaline) 29 yaşında yaşadığı bir doğa olayından dolayı hiç yaşlanmayan Adaline Bowman’a, Karanlık Sular’da (The Shallows) sörf yaparken köpekbalığının saldırısına uğrayan ve kıyıya çok yakın bir tepecikte mahsur kalarak yaşam savaşı veren Nanncy’e, Tek Gördüğüm Sensin’de (All I See Is You) küçük yaşta ailesiyle yaşadığı kazadan dolayı görme yetisini kaybeden Gina’ya başarıyla hayat verir Lively. Lakin Lively’nin Emily Nelson karakteri için biçilmiş kaftan olmasının en önemli sebeplerinden biri onun aynı zamanda gerçek hayatında da stili ile göz önünde olmasıdır. Küçük Bir Rica’da moda sektöründe çalışan bir iş insanı olan Emily Nelson’un her zaman bakımlı, dikkat çeken ve kusursuz tarzı nedeniyle birbirlerine çok benzedikleri bir gerçek. Ayrıca yine henüz otuz bir yaşında ve başarılı bir oyuncu olmasına rağmen iki çocuk annesi olan Lively’nin çocuklu ve kariyer sahibi bir anneyi canlandırması pek tabii çok daha kolaydır. Bu nedenlerden dolayı Emily rolüne oyuncu seçimi yapılırken çok da zorlanmadan Lively’e karar verilmiş olması kuvvetle muhtemel.


Vlogger olan (Kitapta blogger olan Stephanie’nin işi, aradan geçen on sekiz yılı hesaba katarak filmde vlogger olarak güncellemiş.) ve eşini kaybettiği için çocuğunu tek başına yetiştirmek zorunda kalan Stephanie, fazlasıyla yalnız ve mutsuz bir kadındır. Hiç akrabası (Üvey kardeşini de eşi ile birlikte bir kazada kaybetmiştir.) ve arkadaşı olmayan Stephanie, tüm enerjisini oğluna ve kanalına vermektedir. Oldukça sıradan bir hayata sahip bir insan izlenimi veren Stephanie’nin de elbette su yüzüne çıkmamış sırları yok değildir. Öte yandan evli, çocuklu, kariyer sahibi ve oldukça göz önünde olan, dikkat çekici Emily ise Stephanie ile asla ortak yanı olmayan bir kadındır. Fakat bu iki kadın, çocuklarının da sınıf arkadaşı olmasından dolayı ilişkilerini geliştirir, birbirlerine (Stephanie en azından öyle olduğunu düşünür.) sırlarını açarlar. Emily, Stephanie’den bir gün küçük bir ricada bulunur: Oğlunu okuldan bugünlük Stephanie’nin almasını ister. Birçok defa bunu yapan Stephanie, elbette bu ricayı yerine getirir. Fakat Emily, günler geçmesine rağmen oğlunu almaya gelmez. Bu noktadan sonra bir yandan Emily’nin bir yandan da Stephanie’nin sırlarına vakıf olur ve Emily’nin kaybolmasının arkasındaki sır perdesinin aralanmasını izleriz.


Hikâyede güçlü bir kadın imajı çizen Emily’nin ortadan kaybolması ve kurulmuş olan planlar, akla birkaç yıl önce izlediğimiz David Fincher’in yönetmen koltuğunda oturduğu ve başrollerini Rosamund Pike ile Ben Affleck’in paylaştığı Gone Girl’ü getirmekte. Açıkçası Rosamund Pike’in hayat verdiği Amy Dunne ile Emily Nelson karakterinin akrabalığı gözlerden kaçacak gibi değil. Yarattığı güçlü ve gözü kara kadın temsilinden dolayı sağlam bir feminist damara sahip olan Gone Girl’ün başkarakteri Amy, nasıl planlarında intikam adına değişiklik yapmayı bile göze alıyor ve planının işlemesi için herkesi kullanmakta sakınca görmüyor, amaca giden her yolu mubah görüyorsa Emily de öyledir.


Küçük Bir Rica’nın akrabalığı Gone Girl ile de sınırlı değildir üstelik. Başkarakter ile arada kurulan benzerliğin yanında bir de başrollerde yer alan iki karakter arasındaki ilişki açısından değerlendirme yapacaksak mutlaka anılması gereken bir film daha var. 1951 yılında Alfred Hitchcock tarafından Patricia Highsmith’in aynı adlı romanından uyarlanan Trendeki Yabancı (Strangers on a Train) filmi Küçük Bir Rica romanında sık sık anılır. Ki bu anılma oldukça yerindedir. Çünkü iki filmin görünenin ötesinde akrabalıkları vardır. Hem Küçük Bir Rica’nın hem de Trendeki Yabancı’nın alt metninde işlenen eşcinsel aşk dikkatlerden kaçacak gibi değildir. Trendeki Yabancı romanında oldukça belirgin olan bu durum tabii ki ellili yılların Hollywood muhafazakârlığından dolayı filmde neredeyse yok sayılmıştır. Aslında başkarakterlerden Guy ile Bruno arasında her ne kadar adı konmasa da aşk vardır. Özellikle de Bruno’nun Guy’a âşık olduğu su götürmez bir gerçektir. Küçük Bir Rica’da ise Stephanie’nin Emily’e olan duygusunu hissetmemek pek mümkün değil. Hiçbir zaman aşikâr edilmeyen ama kendini fazlasıyla hissettiren bu duygusu, kocaları olmadan da yola devam eden karakterleri, erkeği amaç değil sadece araç olarak gören bakış açısı, ensest ilişkiden, aldatmaya kadar modern toplumun birçok kuralını yıkan davranışlarıyla Küçük Bir Rica, aileyi kutsamayan bir yapıya sahiptir.  Hikâyenin en özgün yanlarından biri de bu olur sanırım. Zaten feminist sinema denilince ilk akla gelen filmlerden biri olan Thelma&Louise selam gönderen bir hikâyeden de bu beklenir değil mi? Kalıpları yıkan, sınırları zorlayan ve herkesin kendi hayatındaki sırlarını hatırlayacağı Küçük Bir Rica’nın roman kadar cesur olup olmayacağını ise izleyip göreceğiz.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Eylül sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır. 

A STAR İS BORN



Konsere çıkmaya hazırlanan yorgun bir rocker karşılar seyirciyi. Karakterimizin, karşısındaki sevgi seline karşı hissizleştiği her halinden anlaşılır. Jackson Maine (Bradley Cooper) tam anlamıyla tükenmiş bir karakterdir. Tesadüf eseri gittiği bir barda (drug performans) dinlediği Ally’i (Lady Gaga) artık kendisine zulüm gibi gelen sahneye çıkararak bir nevi kendi kariyerinin ipini de çekmiş olur. Jackson temlisindeki rock müzik yerini Ally üzerinden pop müziğe bırakır.


1937 yılında William A. Wellmaan ve Jack Conway tarafından yönetilen Bir Yıldız Doğuyor, 1954 yılında George Cukor yönetmenliğinde tekrar perde ile buluşmuştu. 1976 yılında ise Frank Pierson ile üçüncü kez seyirci karşısına geçen film, son olarak ilk yönetmenliğine imza atan Bradley Cooper ile tekrar perdede arz-ı endam etmekte. Üstelik Bir Yıldız Doğuyor’un beyaz perde yolculuğu bu kadar ile de sınırlı değil. Zira beş dalda Oscar heykelciğini kucaklayan The Artist’in ve daha nice filmin de en büyük ilham kaynaklarından biri. Defalarca izlenilen, artık fazlasıyla klişe hale gelen hikâye, Cooper’ın Eric Roth ve Will Fetters ile birlikte kaleme aldığı senaryo ile tekrar karşımıza gelse de zamansal güncellemeler dışında pek de özgün bir dokunuş sunmuyor.


Cooper, daha çok 1976 yılındaki çevrimin izinden gittiği için elbette rotasını müzisyenlik üzerinden oluşturuyor. Bu nedenle de Ally rolünde Barbra Streisand gibi hem müzisyenlik hem de oyunculuk konusunda rüştünü ispatlamış bir ismin olması gerekiyordu.  Fakat Gaga’nın ne Barbra Streisand gibi hali hazırda bir Oscarlık (1968 yapımı Funny Girl filmiyle En İyi Akrist) performansı ne de oyunculuk konusunda fazla bir tecrübesi vardır. Açıkçası yaptığı müzikten daha çok giydiği ilginç kostümlerle, danslarla gündemde olan Gaga, Ally rolüne ne yazık ki tam anlamıyla bürünemiyor. Üstelik Cooper’ın belki de kariyerinin en iyi ve Jackson’un hem abisi hem de menajeri Bobby rolünü üstlenen Sam Elliott’ın performansı karşısında Gaga, iyice bocalıyor.


Diğer yandan Cooper'ın her ne kadar oyunculuğunun artık kariyerinin zirvesini bulduğu gözlerden kaçmasa da yönetmenliği için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değil. 1976 yapımı A Star is Born ile neredeyse aynı süreye sahip olan yeni filmimizde birçok sahnenin araya zorla iliştirilmiş gibi gelmesi ve ilk yarıya kadar iyi işleyen hikâye yapısının ikinci yarıya taşınamaması düşünülünce Cooper’ın yönetmenliği kendini sorgulatıyor. Oldukça geniş bir zaman aralığında Ally ile arasında oluşan aşkı da zamanla unutuluşunun verdiği hüsranı da tam olarak özümseyememek ne yazık ki kaçınılmaz. Pop müziğin, rock’ın yerini alması ise öyle kolay olmasa gerek.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Aralık sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır. 

ALADDİN





Walt Disney ve Roy O. Disney tarafından 1923 yılında kurulan Disney ‘in 1937 yılında çektiği ilk uzun metrajı olan “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” animasyonu ile başlayan yolculuğu, ellinin üstünde animasyon ve azımsanmayacak sayıda da bu animasyonların live-action remake’i ile yoluna devam etmektedir. Disney’in, bizleri bu ay “Alaaddin”in live-action’uyla buluşturacak olması vesilesiyle 1992 yapımı animasyonun çok tartışılan ve hiç tartışılmayan yanları ile birliktegelin filmi tekrar hatırlayalım.


“Binbir Gece Masalları” ya da İngilizce’de daha çok “Arabistan Geceleri” olarak bilinen eser, Antoine Galland’ın 1704-1717 yılları arasında yayınladığı ilk çalışması, aynı zamanda da masalların ilk Avrupa çevirisidir. Bu Ortadoğu kökenli halk masallarından, Galland’ın çevirisinden sonra batı dünyası haberdar olmuş, oldukça da keyif almıştır. Zira Batı için oryantalizmi körükleyecekleri bir başka kapı aralanmıştır bu masallarla.  Şehrazat’ın babasına anlattığı masallardan biri olan “Alaaddin” ise en sevilenlerden olur. 1990 yılında Disney’in televizyon için çektiği çizgi film ile seyirciden de olumlu geri dönüş alan “Alaaddin” çok geçmeden Batı’nın en büyük propaganda araçlarından biri olan sinemanın radarına da yakalanır. 1992 yılında “Alaaddin” animasyon olarak perdede boy gösterir.


Disney’in rönesans döneminin en büyük başarısı olan film, dünya çapında 500 milyonun, yerelde ise 200 milyonun üzerinde brüt yaparak bir ilki gerçekleştirir: İlk defa bir animasyon gişede bu kadar büyük bir başarıya imza atmıştır. Filmi sadece animasyonlarla kıyaslamak ise büyük bir haksızlık olur. Zira “Alaaddin” aynı yıl vizyona giren “Batman Dönüyor”u bile gölgede bırakır. “A Whole New World” şarkısı ve filmin tema müziği ile ise Oscar da dâhil birçok ödülün sahibi olur. Disney’in böylesine büyük bir başarıya ezelden beridir düşman bellediği toprakların masalıyla ulaşmasına ne demeli emin değilim. Ama masalı istediği gibi eğip büktüğü, hatta bambaşka bir hale getirdiğini rahatlıkla söylemek mümkün. Film, senaryodan tut da şarkı sözlerine kadar tam anlamıyla beyaz insanın Ortadoğu’ya olan ırkçı ve oryantalist bakışını bir kez daha açık ediyor.


Alan Menken’in bestelediği ve Howard Ashman ve Tim Rice’in sözlerini yazdığı şarkılardan “Arabistan Geceleri” olağanüstü bestesine rağmen kabul edilemez sözleriyle rahatsızlık vermeye başlar ilk andan:

“Deve kervanları çöllerde dolaşır, geldiğim o yerde.
Yüzünü beğenmezlerse kulağını keserler, barbar ama benim evim.”

Seyirciyi selamlayan bu giriş şarkısı aslında tüm filmin niyetini özetler. Zira tüm film, boyunca bu fikriyatına sıkı sıkı sarılır. Film vizyonda kaldığı süre içerisinde ne yazık ki bu sözlerle karşılar tüm seyircilerini. Neyse ki “Amerikan-Arap Ayrımcılıkla Mücadele Komitesi”nin mücadelesi sonucunda filmin video yolculuğunda sözler değiştirilir. Sözlerdeki barbarlık bir nevi iklime atfedilir yeni halinde. Lakin sorun bu şarkı sözleriyle sınırlı değildir ne yazık ki. Karakter çizimleri bile öylesine hesaplıdır ki…


Filmde Alaaddin ve Yasemin hariç diğer karakterleri aşırı iri, kanca burunlu ve çirkin, üstüne üstlük de çok kaba olarak çizen Disney, oryantalist bakış açısını adeta bas bas bağırır. Elinde kılıçlarla ekmek çaldığı için Alaaddin’i kovalayan muhafızların ya da tezgâhtan izinsiz elma alıp aç çocuğa verdiği için Yasemin’in ellerini kesmeye çalışan satıcının varlığı Agrabah Krallığı’na (hayali bir krallık)fazlasıyla ürkütücü bir hava verir. Çocuk izleyici için her biri bir canavarı andıran bu karakterlerden elinde kılıç sallamayan ve daha makul ölçülerde olanların da ya ateş püskürttüğünü, çivilerin üzerine yatığını ya da büyülerle uğraştığına şahit oluruz. Şehir adeta bir sirk alanı gibidir. Çocuğunu, hayvanların esir alındığı ve zulme maruz kaldığı hayvanat bahçelerine götüren ve türünün üstün olduğu palavrasını çocuğuna da aşılamaya çalışan ebeveynlerle Hollywood’un tavrı çok benzerdir. Ortadoğu insanını fazlasıyla abartılı, zavallı ve barbarca çizen batı insanı, daha üstün olduğuna inandırır kendini ve çocuklarını. Yine Yasemin karakterinden devam edersek, her ne kadar özgürlüğüne düşkün, zeki ve kendi kararlarını veren bir karakter gibi çizilmeye çalışılmış olsa da incecik belli bir Arap prensesinin, Hollywood yıldızlarını andıran vücut ölçüleri ve konuşma şekli, onu son tahlilde sadece bir arzu nesnesine dönüştürür. Yasemin karakterinin beyaz bir kadın olan Linda Parkin tarafından seslendirilmesi de cabası. Üstelik filmde bir sahne hariç Yasemin karakterinin dışında kadın görmeyiz. Aslında masalın orijinalinde Alaaddin, annesi ile birlikte yaşar. Fakat ne var ki filmin yazılan ilk senaryosunda anne karakteri olsa da o dönem Disney’in yöneticisi Jeffrey Katzenberg, yeni yazılan halinde anne karakterini istemediğini net bir şekilde dile getirmiştir. Bu anne karakteri filmde de varlığını sürdürseydi halktan bir kadının filmde kendine yer bulması tek bir kadının fiziğiyle ön plana çıkmasını bir nebze de olsa hafifletmiş olacaktı belki.


Lakin bir anne karakterine bile tahammül edemeyen Disney, oryantalist bakışını beslemek adına kaplan beslemek ya da fili binek hayvanı olarak kullanmak gibi ancak Hindistan’da geçen bir masalda muhtemel olabilecek alışkanlıklara bile filmde yer vermekte bir sakınca görmez. Hayvanlar mevzusuna girmişken burada daha büyük bir parantez daha açmamız gerek sanırım. Zira film boyunca kaplan ve fil dışında da birçok defa hayvanları perdede görüyoruz. Kafese kapatılmış kuşlar, habitatından koparılmış kaplan, fil, üzerine binilip hunharca yol kat ettirilen atlar, gösteri yapmak amaçlı kullanılan, esaret altında tutulan yılanlar, papağanlar, maymunlar… Öyle ki hayvanların perdede arz-ı endam ettiği hiçbir anda olumlanacak bir durum görülmez. Disney’in hayvanlarla insanları bu şekilde buluşturarak, hayvan sevgisini ya da insan ile hayvanın dostluğunu aşılayabileceğini zannetmiş olması ne büyük talihsizlik. Onları bencil, paylaşım duygusu olmayan, nefret dolu, ezik ve akla gelebilecek en olumsuz yakıştırmayla bize sunan Disney, bu davranışıyla henüz tam olarak şemalarını oluşturmamış beyinlerin algısını hem de tüm bunları renkli bir oyunun içinde sunarak şekillendirmeyi amaçlıyor kuşkusuz.


Peki, filmin hiç olumlu yanı ya da masala kattığı orijinal bir fikri yok mu? Elbette var. Filmin yaptığı en güzel şey masalda olmayan uçan halıdır. Hem fikir olarak hem de bir pandonim sanatçısıymış gibi filmde oldukça etkin bir yere sahip olmasıyla sadece “Alaaddin” filminin değil Disney’in tüm yapımlarının yaptığı en özgün dokunuştur halı karakteri belki de. Yine o zamana kadar animasyonlarda sadece seslendirme yapan profesyonellerdense ilk defa oldukça tanınan, başarılı bir oyuncunun seslendirme yapması atlanmamalı. Robin Williams’ın, Cin karakterine sesiyle hayat vermiş olmasıyla seslendirmede bir ilke imza atılmıştır. “Alaaddin” filminden sonra animasyon filmlerde tanınmış oyuncular seslendirme yapmaya başlamıştır. Cin karakteri sadece Williams tarafından seslendirilmesiyle değil masaldakinden çok daha derinlikli bir şekilde çizildiği için de önem arz etmektedir. Oldukça zeki, esprili ve dürüst bir karakter olan Cin’nin en önemli vasfı da özgürlüğüne düşkün olmasıdır elbette. Peri masallarındaki klasik mutlu sonu gölgede bırakacak bir vedası vardır Cin’in. Hollywood’un yine filmleriyle aşıladığı âşık ol, evlen, çocuk yap, ailenden uzaklaşma kodlarının tam tersi bir dilek çıkar karşımıza: Cin, özgürlüğünü diler. Böylece adeta farkında olmadan belki de alternatif bir son sunar film.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Mayıs sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır. 

ALPHA



Adeta epik bir savaş filmi izliyormuş hissiyatı yaratan sahne ile başlar Alfa Kurt: İnsan türünün, hayvan türüne saldırısını izleriz hem de en vahşisinden. Var olduğundan bu yana insanlık tarafından soykırıma uğrayan hayvan türünün, hayatta kalma içgüdüsüyle yaptığı hamlelerden birine başkarakterimiz Keda karşılık ver(e)mez. Fakat Keda’nın bu hamlesi ilerleyen anlarda anlayacağımız üzere tüm hayvanlara yönelik değildir. Yine Keda’nın kurda gösterdiği barışçıl tavrın yanında gücünün yettiği tavşana, böceklere, solucanlara yaptıkları arasında elbette bir tutarlılık yok. Bu anlamda Keda’nın hayvanlarla arasında bir dostluk ilişkisi olduğu gibi bir yanılgıya düşmemek gerek. Film, insan türü ile hayvan türü arasındaki dostluk ilişkisine değil insan ile kurt arasındaki ilişkiye odaklanmakta. Ki bu ilişki de bir dostluk ilişkisinden daha çok kurdun –böylelikle köpeğin- evcilleştirilmesine yani bir nevi köleleştirilmesine dayanır.


Bugüne kadar kardeşiyle birlikte yönetmenlik kariyerini çizen Albert Hughes’in ilk bireysel işi olan Alfa Kurt, günümüzden yirmi bin yıl öncesinde (üst paleolitik dönemde) Avrupa’da geçiyor. Keda isimli gencin, bir kurdun yardımıyla evine dönüşü yansıyor perdeye.  Bu yolculuk bir nevi Keda’nın büyümesinin de zeminini oluşturuyor. Bu zorluklarla dolu büyüme sürecinde onun her daim yanında olan, koruyup kollayan, canını uğruna ortaya koyan ise Alfa isimli kurt oluyor hep. Aslında film, birçok açıdan Keda ile Alfa’yı eşitleme gayretine girmiyor değil. Öldü sanılan yaralı Keda’nın kaderine terk edilmesiyle yine yaralanan (Keda tarafından) Alfa’nın düşmanın önünde kaderine bırakılması gibi. Bu iki yaralı can, birbirine destek olup yaralarını sarıyor ama genelde emri veren, rotayı çizen, üstünlük taslayan Keda oluyor. Ve zaten kurt, insanın hayatına dâhil oluyor son tahlilde. Yani türünün köleleşmesinin ilk adımını atıyor.


Filmin tahmin edilebilir olan senaryosunun yaşattığı sıkıntıyı telafi edecek belki tek etken görüntü yönetimindeki başarı olabilir. Onun dışında ne nefes kesen sahnelerin varlığından ne de sürpriz gelişmelerden bahsetmek maalesef mümkün değil. Heyecanın yükseldiği birkaç sahne ise yeterince ikna edici olamıyor. Fakat tüm bunlar görmezden gelinse de günümüzden yirmi bin yıl önceye dair bir hikâye izlenildiğine ikna olamamak en büyük sıkıntı. Film için yaratılan alternatif dil dışında insan türünün giydiği kıyafetler, saçları, davranışları arada yirmi bin yıl olduğuna ikna edemiyor.  Özellikle Keda’nın pürüzsüz cildi, kokudan rahatsız olacak kadar steril olması ise film ile özdeşlik kurmayı imkansız hale getiriyor adeta.

*Güya insan ile hayvan dostluğunu işleyen filmin, ne yazık ki çekimler esnasında bizonların ölümüne sebep olması ise kabul edilebilir gibi değil. Sette yaşanılanlara dair PETA’nın yaptığı açıklamayı okumak isteyenler için:



Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Ekim sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır. 

11 Temmuz 2020 Cumartesi

ALİTA BATTLE ANGEL



Sinema tarihi bilinen ya da bilinmeyen birçok yarıda kalmış proje ile dolu. Terrence Malick, Quentin Tarantino, Spike Lee, Steven Soderbergh, Sofia Coppola, Martin Scorsese, Darren Aronofsky, Guillermo del Toro, Orson Welles ve niceleri yapmaya niyetlendikleri bazı projelerine veda etmek zorunda kalmışlardır. Fakat şeytanın bacağını kırıp da bir sürü aksilikle karşılaşsa bile yıllar sonra amacına ulaşan Terry Gilliam gibi örnekler de var tabii. Gilliam’ın “Don Kişot’u Öldüren Adam” ile olan imtihanı dillere destan olmuştu bilindiği üzere. İşte James Cameron’un “Alita: Savaş Meleği” ile olan imtihanı da neredeyse böyle bir şey. Cameron’un ilk olarak kendisi gibi yönetmen arkadaşı Guillermo del Toro sayesinde Gunnm ile yolu kesişir.  Japon manga sanatçısı Yukito Kishiro’nun 1990’da yayınlamaya başladığı seinen türünde (Yetişkinlere yönelik bolca bağımlılık, seks, şiddet ve kan içeren manga türüdür.)Gunnm isimli manganın ilk serisinin (seri Last Order adlı ikinci bir seriyle hâlâ yayınlanmaya devam ediyor) ilk iki bölümünün aynı isimli 1993 yapımı anime uyarlamasını VHS kasetinden izleyen Cameron adeta büyülenir. Defalarca başa sararak izledikten sonra del Toro’dan icazet alan Cameron, üzerine daha yoğun kafa patlatmaya başlar. “Yokedici” (The Terminator) ile hayatımıza giren ve hemen arkasından “Yaratığın Dönüşü” (Alliens) ile yerini sağlamlaştıran Cameron, “Titanik” (Titanic) ile Oscarlara boğulmuştu. Böylesine büyük bir zaferin hemen arkasından yeni ve oldukça heyecan verici bir keşif elbette herkese nasip olmaz. Fakat ne var ki Cameron, doksanlı yılların sonunda kapıldığı bu heyecanına Avatar vesilesiyle mola vermek zorunda kalır. Cameron, her ne kadar “Avatar”dan sonra keşfini hayata geçirmeyi planlasa üzerine bin sayfadan fazla not alsa da son tahlilde yine “Avatar” aşkı –yoksa esareti mi demek gerek?- üstün gelir. Cameron, “Avatar”ın devam serilerini çekmek istediği için yine “Alita: Savaş Meleği”ni hayata geçiremez. Lakin Cameron’un “Alita: Savaş Meleği”nden kopabilmesi de öyle kolay olmaz. Öyle ki Cameron, Laeta Kalogridis ile birlikte yazdığı senaryoyu neredeyse tamamlamaya yaklaşır. Fakat son tahlilde Cameron, onu en güvendiği kişilerden biri olan Robert Rodriguez’e emanet ederek özgür bırakır. Cameron, Alita ile olan bağını Jon Landau ile birlikte yapımcı olarak sürdürür.


Böylece “Alita: Savaş Meleği”, yolculuğuna Teksaslı asi yönetmen nam-ı diğer ‘Tek Kişilik Film Ekibi’ ile devam eder. Rodriguez’in işi kucağına bırakılan yüz seksen sayfa senaryo ve bin sayfadan fazla not ile oldukça zordur. Zira bir emaneti perde ile buluşturmak bir yandan da büyük bir sorumluktur ne de olsa. Bugüne kadar hep düşük bütçe ve dar bir ekip ile filmlerini yaratan Rodriguez, böylesine büyük çaplı bir proje ile nasıl kan uyumunu yakalayabilir? En önemli soru bu belki de. Fakat bu filmin Rodriguez’i değil Cameron’u yansıtacağı tahmin edilebilir bir gerçek. Bir auteur yönetmen olan Rodriguez’in ilk defa kendine özgü bir film yaratmaktansa tasarlanmış bir projeye hayat vermesi söz konusu. Yani bu filmden bir “Günah Şehri” ya da “Ustura”, “Gitarım ve Silahım” beklemek hayal kırıklığı yaratabilir. Zira izleyeceğimiz filmin kesinlikle bir Cameron filmi olacağı tahmin edilebilir bir gerçek.


Tabii tüm bu sürece bir de başka bir yerden daha kapı aralamak gerek. Cameron’un “Alita: Savaş Meleği” ile tanıştığı dönemde henüz Cameron’un istediği şeklide filmi perdeye aktaracak bir teknolojiye henüz ulaşılamamış olunması da önemli bir detay. Cameron’un “Alita: Savaş Meleği”ni keşfetmesinin üzerinden nerdeyse yirmi yıl geçmiş ve VFX teknolojisinde devrim yapmıştır. Live-action olarak perdeye yansıyan filmde Alita karakteri bir istisna. Rosa Salazar’ın hayat verdiği Alita, montion capture (hareket yakalama) tekniği ile bir anime karakteri olarak perde ile buluşuyor. Gerçek bir oyuncu tarafından canlandırılıp da anime olarak bizimle buluşan örnekleri daha önce severek izlemiştik aslında. “Yüzüklerin Efendisi”ndeki Gollum ise bu nadir örneklerin en unutulmazıydı. Andy Serkis’in Gollum karakterine hayat vermesi gerçekten de yeni bir çağda oyunculuğun çok yönlü bir noktaya taşındığının da örneğiydi. Yine Maymunlar Cehennemi’nde Caesar rolünde biz seyircileri bakışlarıyla can evinden vuran kişinin ta kendisi de Andy Serkis’di. İşte “Alita: Savaş Meleği”nde de Weta Dijital’in teknolojisiyle anime bir karakter bizlerle buluşuyor. Fakat bu kez kaskı ve üzerindeki noktalarla kamera karşısına geçen isim Rosa Salazar. Salazar’ın bu işin altından belki hayatının büyük bir kısmını buna adayan Serkis kadar olmasa da başarı ile kalktığı fragmanlardan anlaşılıyor. Lakin fragmanları izleyen seyircinin en çok dillendirdiği ise Alita’nın kocaman gözlerinin çok rahatsız edici olduğuydu. Tabii ki Alita’nın Japon animelerinden fırlamış gibi duran kocaman gözleri ilk etapta bir mesafe yaratabilir. Fakat Cameron’un  Eric Saindon ile birlikte sırf gözlerle bir yıldan fazla bir süre uğraştığı söylenmekte. Üstelik büyülenerek izlediğimiz Gollum karakterindeki ayrıntıdan çok daha fazlasını içeriyormuş Alita’nın gözleri. Yine de ilk fragmandan sonra gösterilen tepkiler sumen altı yapılmıyor. Cameron, gözlerin küçültülmesini değil ama irisin biraz daha büyültülmesi gerektiğini söylüyor. Böylece seyirciye hem kızgın hem de duygusal anlarını fazlasıyla geçirecek bir irise sahip oluyor Alita.


Peki, bu kocaman gözleriyle bizleri yaklaşık iki saat kendine bağlayacak olan Alita, biz seyircilere başka neler vaat ediyor? İleriki bir yüzyılda (26. Yüzyıl olduğu düşünülmekte) Dünya ikiye ayrılmıştır. Yeni hayatta ise bilim ve teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun yaşam kalitesi de bir o kadar düşüktür. Yani tam anlamıyla cyberpunk bir evren karşılıyor bizi. Iron City denilen bu yerde ona borularla bağlı havada yüzen bir de uydu vardır. Tiphares denilen bu yüzen uydu tüm çöpünü Iron City’e göndermektedir. Orada ne olduğu ve nasıl bir yaşam olduğu ise tam bir muammadır. Zira ne hayattaki tek amacı oraya ulaşmak olan karakterlerimiz ne de biz seyirciler göremeyiz orayı. Bir nevi arş (Tanrı katı) veya cennet gibidir. Aşağısı ise cezalandırılanların yeri olan cehennemi andırır. Tabii yukarıdaki bilinmezlik elbette hayal gücünün sınırlarını zorluyor. Iron City’de ise hayat tüm sefaleti ile devam etmektedir. İnsanlar ve siborglar (cyborg) bir arada yaşamaktadır. Dr. Dyson Ido (Christoph Woltz – “Büyük Gözler”, “Sıfır Teorisi”, “Acımasız Tanrı”…) da bir sibernetik doktordur. Zaten Alita’yı da mesleğini icra etmek için demir yığınında toplayıcılık yaparken buluyor. Sadece kafası ve boynu vardır Alita’nın. Ido, Alita’yı kusursuz bir siborga dönüştürüyor. Hafızasını kaybetmiş olan Alita, kendisiyle ve yetenekleriyle ilgili hiçbir şey hatırlamamaktadır. Zaten Ido da onun doktoru, babası aslında bir nevi yaratıcısı olarak Alita’nın hiçbir şey hatırlamasını da istemiyor. Her ebeveyn gibi dizinin dibinde oturmasını ya da Tanrı gibi sadece ona itaat etmesini istiyor. Bir yandan da yarattığı şeyin kusursuzluğu karşısında eserine derin bir tutku duyma durumu da söz konusudur. Fakat Alita, çevresinde keşfe çıktıkça, merakı nedeniyle belaya bulaştıkça yeteneklerini yeniden keşfetmeye başlıyor ve kısmen de olsa hatırlıyor. Alita çok üstün güçlerinin olduğunu ve geçmişte panzer kunst denilen bir dövüş sanatını bildiğini fark ediyor. Bu fark ediş onda elbette geri dönüşü olmayan kırılmalara sebep oluyor. Alita babasının tüm engellemelerine rağmen tıpkı babası gibi hunter-warrior (paralı avcı savaşçı) oluyor. Yine bir süre sonra motorball yapmaya başlıyor. Ki Alita’nın motorball yaptığı sahneler filmin aksiyon yönünden en çok yükseldiği anlara ev sahipliği yapıyor. Alita, güçlerini keşfettikçe büyüyen, kendini bulan bir karaktere dönüşüyor böylelikle. Kalbinin sesini dinleyen, âşık olunca onun için yapamayacağı şey olmayan, ideallerini gerçekleştirmek uğruna yaratıcısına bile kafa tutan biri Alita. Alita’nın Ido’ya kafa tutuşu bir nevi Tanrı’ya kafa tutuştur aslında. Yine Alita’nın âşık olduğu Hugo (Keean Johnson) gibi ya da bir başka sibernetetik doktor Chiren (Jennifer Connelly – “Bir Rüya İçin Ağıt”, “Akıl Oyunları”…) gibi yukarıya gitmek gibi bir hayali de yoktur. Gerçekçi, düşmana karşı acımasız ama aynı zamanda da oldukça iyi yürekli biridir. Alita’nın fragmanda çokça duyduğumuz bir cümlesi aslında onu tanımlamak için yeterince açıklayıcı. Alita, Mahershala Ali’nin (“Green Book”, “Ay Işığı”) hayat verdiği Vector’a “Ben asla kötülüğün yanında olmam.” diyor. Aslında bu cümleyi biraz daha derinleştirebiliriz. Alita, aynı zamanda kendisini bir nevi kusmuş olan Tanrı katına gitmek istemediği için hem asıl yaratıcısına hem de idealleri uğruna ona ikinci bir hayatı bahşeden İdo’ya da kafa tutabilen, kendi hayatına bağımsız bir şekilde yön veren, Hugo’ya cehennemde yeni bir hayat filizlendirmeyi teklif eden bir karakter. Üstelik bunu yapanın asıl hayatı yaratan cinsiyet olması da önemli. Düzeni de adaleti de onlardan el etek çeken Tanrı’dan beklemeyip kendi sağlamaya koyulanlardan Alita. Ne diyelim beyazperdede de tıpkı mangada olduğu gibi yolu açık, şansı bol olsun.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Şubat sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır. 

THE LİON KİNG



Gün geçmiyor ki Disney, vizyona girdiğinde büyük başarı yakalayan animasyonlarının yeniden çevrimi ile biz seyircileri tekrar buluşturmasın. Mayıs sayımızda 1992 yapımı animasyon filmi “Aladdin”i bu köşeye konuk almıştık. Zira filmin gerçek oyuncularla yeniden çevrimi vizyona girmişti. Aradan sadece iki ay geçmişken bu kez de “Aslan Kral”ın yeniden çevrimi vizyona giriyor. O zaman Disney tarihinde uzun bir süre zirveyi kimseye kaptırmayan, Amerikan Film Enstitüsü tarafından tüm zamanların en iyi dördüncü animasyonu kabul edilen, 1994 yapımı “Aslan Kral”ı (The Lion King) da mercek altına almanın tam sırası.


 İlk andan itibaren peşinden ayrılmayacağımız başkarakter Simba’nın doğumu nedeniyle yapılan kutsanma ritüeli gibi önemli bir an ile başlayan film, bir büyüme hikâyesidir aslında.  Simba’nın film boyunca yaşadıkları onu olgunlaştıracak, hayatı tanımasını, ayaklarının yere daha sağlam basmasını sağlayacaktır. Roger Allers ve Rob Minkoff’un yönettiği Jeremy Irons’un (Scar –Disney tarihinin en başarılı antagonistlerinden biri olabilir-) sadece sesiyle değil etkileyici gözleriyle de filme dâhil olduğu “Aslan Kral”da Simba, düzeni hiçe sayıp, asi takılan çöl faresi Simon ve yaban domuzu Pumbaa’dan öğrendiği Hakuna Matata (Zanzibar, Tanzanya ve Kenya'da yaşayan halkın kullandığı “takma kafana” “hiç üzülme” ya da “hiç sorun yok” anlamlarına gelen bir deyim) felsefesini benimseyerek sorunlarıyla başa çıkacaktır. Ama film, takındığı tavır, alt metninde söyledikleri ve prodüksiyon aşamasında hayvanlara yaptığı zulümler (Çizimler için bir yetişkin ve bir yavru aslanın stüdyoya hapsedilmesi gibi…) nedeniyle “Hakuna Matata” felsefesinden de bu felsefeyi doğuran ve benimseyen insanlardan da birçok yönden ayrı düşüyor.


Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, ilk kez kullandığı psikolojik projeksiyon (yansıtma) kavramını; kişinin istenmeyen düşünce ve davranışlarını başka bir kişiye yansıtması olarak tanımlamıştır. Tabii Freud’un yaptığı bu tanımı; bir türün istenmeyen düşünce ve davranışlarını başka bir türe yansıtması olarak da genişletebiliriz. Örneğin M.Ö 6. yüzyılda yaşamış Ezop’un ve 17. yüzyılda yaşamış Jean de La Fontaine’nin yazdığı fabl masalları hayvanlara yapılan en haksız yansıtmalarla akıllara yer etmiştir. Ve ne yazık ki yılanın sinsi, tilkinin kurnaz, karıncanın vicdansız, ağustos böceğinin tembel, kurdun nankör, karganın aptal yerine koyulduğu ve daha nice hayvanın birçok yersiz yakıştırmaya layık görüldüğü bu bakış açısı, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ aynen varlığını sürdürüyor. Tıpkı “Aslan Kral”da olduğu gibi. Nasıl mı?


Filmin prolog sahnesinde izlediğimiz Simba’nın doğumu önemlidir, çünkü Kral Mufasa’dan sonra tahtın sahibi olacak aslandır o. Farkındaysanız tahtın varisi olacak hayvan değil aslan diyorum. Çünkü başka türlüsü ihtimal dâhilinde bile değildir. Pride Rock’da (Onur Kayalığı)hiyerarşi besin zincirine göre şekillenmektedir. Et yiyen ve kaplandan sonra kedigillerin en güçlüsü olan aslan, yaşanılan platoda hükmeden konumundadır. Hepçil ya da otçulların ise itaat etmekten başka seçeneği zaten yoktur ne yazık ki. Peki, besin piramidinde tıpkı aslan gibi en yukarıda yer alan sırtlan, neden ötelenmiş, hatta sınır dışı edilmiştir? Aynı aileden gelen ve neredeyse aynı bölgelerde yaşayan bu hayvanların birbirinden farkı nedir? Beslenme şekli mi? Her ne kadar Onur Kayalığı’nda böyle bir durum ile karşılaşmasak da aslanlar da sırtlanlar gibi leş yer ve sırtlanlar da aslanlar gibi zaman zaman avlanır. Fakat ne yazık ki insanlığın kendinde bulunan ama bir türlü kendine konduramadığı kötü yönlerini ve zamanında yapıp da unutmak istediği şeyleri yansıtmak için sırtlan seçilmiştir filmde.


Sorumsuz, işgüzar, düzen bozucu, aç gözlü, pis, çirkin, aptal ve daha niceleriyle itham edilen sırtlan türü, seyirciye adeta her kötülüğün müsebbibi olarak yansıtılıyor. Zaten filmde Simba’nın amcası Scar’ın sırtlanlara seslenerek isyanı başlattığı sahnenin, bire bir Nazi askerlerinin Adolf Hitler’in önünden selam vererek yürüdüğü sahneden kotarıldığı da bilinmekte. Yine bunun gibi biçim olarak da sürekli filmdeki bu zıtlık besleniyor. Örneğin Onur Kayalığı’nda aydınlık, ışıl ışıl bir atmosfer hâkimken, sırtlanların yaşadığı bölgeye geçtiğimizde karanlık ve kasvet egemen oluyor. Yine aslında insan gülüşüne çok benzeyen sırtlanların çıkardığı seslerin bile filmde rahatsız edici bir şekle büründüğünü görüyoruz. Özellikle çocuk izleyicileri bu atmosferin etkilememesi pek mümkün değil gibi. Her ne kadar Scar’ı da tarihin en büyük diktatörlerinden biri olan Hitler’in (Aslında sosyalist bir düzenin lideri yakıştırmasına daha müsaittir.) yerine koyarak bu iki tür arasındaki keskin çizgi, bir nebze kırılsa da yine de sırtlan türünün komple zan altında bırakılması büyük bir sorun. Disney’in “Aslan Kral”ı çekerken kendine referans aldığı National Geograohic belgeseli “Eternal Enemies: Lions and Hyenas”ı izleyince durumun hiç de filmde yansıtıldığı gibi olmadığı çok daha net anlaşılıyor. Aslında sırtlanların, komün halinde yaşamaları ve anaerkil bir topluluk olmaları nedeniyle böyle bir uygulamaya tabi oldukları da düşünülebilir. Zira erkeğin egemen olduğu bir tür olan aslan, filmin monarşi sisteminde yaşanan hikâyesine daha çok uyum (!)sağlıyor ne de olsa. Tabii filmde sadece sırtlan türüne yapılan haksızlık değildir tek sorun. Bir şamanı temsil eden biraz babun biraz da mandril hayvanına benzeyen Rafiki’nin (Yerli halkı yani Kızılderilileri temsil ediyor.) sessiz sakin itaat etmesi ve yalnızca kutsanma gibi ritüellerde ihtiyaç duyulan bir konumda olması da başlı başına ayrı bir mevzu aslında. Gelgelelim filmin bu türcü, ırkçı ve cinsiyetçi yaklaşımı, iyi ile kötünün gerçek olmayacak kadar keskin çizgilerle ayrılması gibi sorunları bir yana koyduğumuzda da içerik ile ilgili sorun bitmiyor ne yazık ki.


 Disney tarihinin çocuk edebiyatından uyarlanmayan ilk filmi olan “Aslan Kral” 2010 yapımı “Oyuncak Hikâyesi”ne kadar tüm zamanların en büyük hasılat yapan filmidir. Bu başarıyı elbette özgün (!) bir eserle ortaya koyması kayda değer bir durumdur. Peki, senaryo gerçekten de özgün müdür? Bu mevzunun en hararetli tartışıldığı dönemlerde bile en çok dillendirilen her ne kadar William Shakespeare’nin Hamlet’i ve Antik Mısır Mitolojisi’nden Osiris efsanesi olsa da ne yazık ki benzerlik bu eserlerle de sınırlı değildir. Hamlet ve Osiris ile olan benzerliği pekâlâ esinlenme olarak açıklamak mümkün. Lakin 1950 ile 1953 yılları arasında önce Osamu Tezuka tarafından yaratılan manga olarak daha sonra 1965 ile 1966 yılları arasında Tv’de anime olarak yayınlanan ve uzun yıllar kimi zaman tv’de kimi zaman perdede boy gösteren Janguru Taitei (Beyaz Aslan Kimba) ile olan benzerliğin pek de izahı mümkün değil gibi. 1967'de 19. Venedik Uluslararası Film Festivali'nde St. Mark Gümüş Aslan Ödülü'ne layık görülen “Beyaz Aslan Kimba”yı, bir süre Tokyo’da da yaşamış olan “Aslan Kral”ın yönetmeni Roger Allers’ın ise hiç görmediğini iddia etmesi ne kadar inandırıcı tartışılır. Zaten özellikle “Aslan Kral” Japonya’da vizyona girdiğinde tartışmalar iyice alevlenmiş, 488 karikatürist ve anime sanatçısı bu durumu protesto eden dilekçeye imza atmıştır.


29 kişilik bir yazım ekibinin eseri olan “Aslan Kral”ın senaryosu ve alt metni ile ilgili bu sıkıntılarının yanında büyük başarılara imza attığı yadsınamaz elbette. Gişeden beklediğinden fazlasını alması bir yana ödüller açısından da fazlasıyla ihya olmuştur. Film, müzik ve orijinal şarkı dalında hem Oscar’ı hem de Altın Küre’yi kucaklayarak müzik dalında yıla damgasını vurmuştur adeta. Bununla da kalmamış filmin soundrack albümü de satış rekoru kırmıştır. Tabii ünlü Alman besteci Hans Zimmer’in ilk kez bir animasyon filminde biraz da istemeyerek çalışması sonucu ilk ve tek Oscar’ına kavuşması da enteresandır. “Aslan Kral”ın Elton John ve Tim Rice’nın da sayesinde müzik alanındaki bu başarısının yanında animasyon tarihine damga vuracak kadar başarılı olmasını sağlayan film ekibinin Disney’in B takımı olduğunu da unutmayalım. Zira aynı yıl çekilen ve büyük umutlar bağlanan “Pacahontas” için A takımı görevlendirilmiştir. Fakat Disney’in tahminleri yanlış çıkmış ve “Aslan Kral” nispeten daha acemi bir ekip tarafından çekilip tüm zamanların en başarılı animasyonlarından biri olmuştur. Gel gör ki aradan yıllar geçse de bu başarısını gölgeleyen kara bulutları aralayamamıştır. Bakalım bu ay vizyona girecek “Aslan Kral” bunu başarabilecek mi?

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Temmuz sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır. 


BEN İS BACK




ABD’de elli yaş altı ölümlerin büyük bir kısmının nedeninin aşırı doza bağlı ölümler olduğunu biliyor muydunuz? Bağımlılıktan kurtulup hayata dönenlerin oranı ise çok az. Zira devletin bağımlılara ve ailelerine verdiği destek yok denecek düzeyde.

Geçen ayki sayıda kaleme aldığım “Güzel Oğlum” yazısına tam da böyle başlamıştım. Şu işe bakın ki aynı yıl içerisinde bu dertten muzdarip bir film daha seyirci karşısına çıkıyor. Gerçek bir hayat öyküsünden yola çıkan “Güzel Oğlum”un devletin bağımlılara verdiği desteğin yetersiz olduğuna değinmesinin yanında “Eve Dönüş” çerçeveyi daha da genişletip, tüm sorumluları ebelemekten geri durmuyor. Zira “Eve Dönüş”te bağımlı olunan madde, kanser hastalarına ya da şiddetli ağrılar çeken insanlara verilmek için üretilen morfin bazlı ilaçlar (opioid). ABD yıllardır birçok insanın bu ağrı kesiciler nedeniyle iflah olmaz birer bağımlıya dönüştüğünü bilmesine rağmen hâlâ satışını durdurmuyor. Şu an uyuşturucuya bağlı ölümlerin yüzde yetmiş altısını opioid sebepli olan ölümler oluşturuyor. İşte yedi yaşında bağımlı olan annesi tarafından terk edilmiş, en yakın arkadaşını aşırı dozdan kaybetmiş olan Peter Hedges, bir yazar ve yönetmen olarak gidişatı kısmen de olsa ifşa ettiği “Eve Dönüş”de opioid mağduru bir genç ile annesinin yirmi dört saatlik mücadelesine bizi ortak ediyor.


Senaristliğiyle (Bir Erkek Hakkında) Oscar’a aday olmuş, şimdiye kadar üç roman yazmış Peter Hedges, hem tecrübelerini, acısını hem de güçlü kalemini “Eve Dönüş” için harekete geçirir. Yönetmen koltuğuna da kendi oturan Hedges, oğlu ile yan yana mücadele verecek anne rolünü ise Oscar’lı (Tatlı Bela) oyuncu Julia Roberts’a emanet eder. Sinemaya yine babasının yönettiği “Şamar Oğlanı” filmiyle adım atan Lucas Hedges, ailesi tarafından monitörden izlenme hissinden hoşlanmadığı halde “Eve Dönüş”ün senaryosunun cazibesinden kendini alamaz. Son yılların yükselen yıldızı, 2016 yapımı “Yaşamın Kıyısında” filmindeki Patrick rolüyle henüz on sekiz yaşında Oscar’a aday olan Hedges, tüm ısrarların da üzerine kendisine Altın Küre adaylığı getiren Boy Esared’in çekimleri tamamlanır tamamlanmaz soluğu “Eve Dönüş” setinde alır.


Toronto Film Festivali’nde prömiyerini yapan, “Eve Dönüş”, film boyunca uğrayacağımız mekânlara hızlı bir bakış atarak başlıyor. Daha sonra kilisede karar kılan görüntü, içeri girerek üç çocuğunu da sahnede izleyen bir annenin haklı gururuna ortak ediyor bizi. Bu huzur dolu anlar ise çok sürmüyor. Ailenin bağımlı çocuğu Ben, rehabilite merkezinden henüz hazır olmamasına rağmen Noel için dönmüştür. Lakin bu dönüş, onu gördüğüne gerçekten de deliler gibi sevinen annesi Holly’i bile fazlasıyla tedirgin etmeye yetiyor.  Ailenin tedirginliği ve Ben’in utancı ve güven vermeyen hali öylesine yoğun bir hissiyat yaratıyor ki hiçbir şey bilmeyen biz seyircinin merak duygusunu kısa sürede ele geçiriyor film. Bu duygunun hemencecik kaybolduğunu söylemek de pek mümkün değil. Yirmi dört saatlik bir zaman zarfında geçen filmde Ben’in yalan söylediğini ve eve dönmesinin altında bir sebep yattığını düşündüren gizem duygusu, yavaş yavaş etkisini yitirse de geçmiş ile yüzleşme anları filmi sürüklemeye devam ediyor.


Noel arifesi olduğu için hep birlikte kiliseye giden ailenin, döndüklerinde evin diğer bireyi olan köpeğin kaybolduğunu fark etmesiyle film, bir yol hikâyesine evriliyor. Ponce’u aramak için yola düşen Holly ile Ben, geçmiş ile yüzleşmeye başlıyorlar. Her ne kadar ilk kısımda kucağımıza ufak tefek nüveler koyulmuş olsa da asıl hikâyeyi bu yolculuk esnasında öğreniyoruz. Üstelik şu işe bakın ki; biz seyirci ile birlikte Holly de birçok şeyi yeni öğrenmektedir. Ben için ise bu bir gecelik yolculuk tüm bağımlılık hayatının bir özetidir. Ben, adeta terapisti tarafından hipnoz edilerek bilinçaltına inilen bir hasta gibidir. Hatırlamaktan korktuğu her şeyle yüzleşir Ben. Yaptıklarının sonuçlarından daha da tiksinir, neden olduğu şeylerin sorumluluğunu ise ilk defa üstlenir. Ben, saatler içerisinde adeta olgunlaşır.


Bu tek gecelik yolculuk sırasında çizilen Amerika panoraması ise içler acısıdır. Opioid’leri satan ama aşırı doza karşı etkili Naloxone gibi acil müdahale ilaçlarını satmayan eczanelerden tut da bağımlılık yapan ilaçları pervasızca yazan doktorlara, öğrencisine cinsel istismarda bulunan öğretmenlere ve en acısı da şehrin bir tarafına itelenmiş, görmezden gelinen bağımlılara kadar uzanıyor görüntü.  Tüm bunlar karşısında Holly kimi zaman kusarak kimi zaman ağlayarak kimi zaman da “Şikâyet ediyorum!” diye avazı çıktığı kadar bağırarak dayanmaya çalışıyor yaşadıklarına. Son olarak elinden geldiğince birçok şeye dokunmayı ihmal etmeyen filmin oldukça kusursuz bir kadın karakter yarattığını da belirtmeden geçmemek gerek. Holly’nin son karedeki Ben’e bakışı ise filmin başındaki kilisedeki bakışından çok farklıdır belki. Ama ne bir utanç ne de pişmanlık barındırmaz tüm yaşananlara ve yaşanacaklara rağmen. Zira sevgi tam da böyle bir şey değil midir?

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Nisan sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.