31 Aralık 2015 Perşembe

2015 ''EN''lerim



YILIN EN İYİ FİLMLERİ
Birdman
Leviathan
Mommy
The Lobster
Victoria
Mad Max: Fury Road
The Tribe
Hungry Hearts
45 Years
The Look Of Silence

YILIN EN KÖTÜ FİLMLERİ
American Sniper
Kod Adı: KOZ
Mucize

YILIN EN İYİ YERLİ FİLMLERİ
Bulantı
Sarmaşık
Nefesim Kesilene

YILIN YÖNETMENLERİ
Yorgos Lanthimos (The Lobster)
Alejandro González Iñárritu (Birdman)
Miroslav Slaboshpitsky (The Tribe)

YILIN EN İYİ KADIN PERFORMANSLARI
Cate Blanchett (Carol)
Marian Cotillard (Matbech)
Laia Costa (Victoria)
Charlotte Rampling (45 Years)
Esme Madra(Nefesim Kesilene Kadar)

YILIN EN İYİ ERKEK PERFORMANSLARI
Michael Fassbender (Matbech……
Nadir Sarıbacak (Sarmaşık)
Antoine- Oliver Pilan (Mommy)
İlyas Salman(Corn Island)
Michael Caine (Youth)

YILIN HAYAL KIRIKLIĞI
Carol
Everest
Mustang

YILIN EN SEVİLEN KARAKTERİ
Cenk (Nadir Sarıbacak)

YILIN EN NEFRET EDİLEN KARAKTERİ
Chris Kyle (Bradley Cooper)

YILIN EN SEVİLEN FİLMİ
Victoria

YILIN EN NEFRET EDİLEN FİLMİ
American Sniper

YILIN ÇİFTİ
Victoria- Sanne (Laia Costa-Frederick Lou)

EN ETKİLEYİCİ GÖRSELLİK
Matbech

EN İYİ KOSTÜM TASARIMI

Carol

2015’in En İyi Yerli Filmleri



Sarmaşık


Tolga Karaçelik’in Sarmaşık filmi kuşkusuz yılın en iyisi. Aldığı ödüllerle de bunu ispatlayan film oyuncuları ile de çok beğenildi. Aldığı ödüllerin büyük kısmını da başrol oyuncusu Nadir Sarıbacak’ın topladığını belirtmek gerek.


Nefesim Kesilene Kadar


Bu yılın yerli filmlerdeki kadın karakteri Nefesim Kesilene Kadar’da izlediğimiz Serap(Esme Madra) elbette. Erkek dünyalarını izlediğimiz yerli sinemada hem işçi sınıfı hem de kadın olarak biz de varız dedirten bu güçlü yapım unutulmayacak bir hikâye sunuyor.


Bulantı


Yerli sinemanın büyük ustası Zeki Demirkubuz’un son filmi Bulantı her ne kadar yönetmenin filmografisinde en üst sıralara yerleşmese de özellikle Demirkubuz sevenleri mutlu etti. Eleştirmenleri sevenler ve nefret edenler olarak ikiye bölen film kuşkusuz yine güçlü bir Demirkubuz yapımı.


Abluka


Emin Alper’in Tepenin Ardında filmi ile yarattığı alegoriyi bu kez kentin varoşlarına taşıyan Abluka özellikle bu ülkenin yıllardır yaşadıklarına şahit olan bize çok tanıdık geldi. Ülke gerçeklerine içeriden bir gözle bakan ama kör göze parmak basmayan Abluka çok sevildi.


Rüzgârın Hatıraları


Özcan Alper’in sosyal gerçeklere duyarlı filmografisinin son filmi ülkenin hala kanayan yarası Ermeni meselesine değiniyor. Oldukça şiirsel ve romantik bir yol izleyen film muhteşem görüntüleriyle de hafızalara yer ediyor.


Baskın: Karabasan


Ülke sinemasında ilk kez bir B film çekilmesiyle bir ilke imza atıyor Can Evrenol Baskın: Karabasan filmiyle. Bu yerli sinemada görmeye alışık olmadığımız yapım ciddi bir başarı yakaladı. Yurtdışında da fark edilen film hak ettiği ödülleri de kucakladı. Baskın: Karabasan korkmayı sevenlere yılın en büyük ödülü oldu.


Toz Ruhu


Yönetmenin ilk uzun metrajı olan bu film gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak çekilmesi ile dikkat çekiyor. Tansu Biçer’in muhteşem oyunculuğunda hayat bulan Metin Tosyalı’nın hikâyesini oldukça başarılı bir şekilde perdeye yansıtan film aldığı ödüllerle de dikkat çekti.


Neden Tarkovski Olamıyorum


Her ne kadar vizyonda kendine yer bulamayan filmlerden biri olsa da sinema sektöründe yönetmenlerin çektikleri sancılara değinen film festivaller tarafından görüldü. Yine Tansu Biçer’in hayat verdiği bir karakteri izlediğimiz film Tarkovski’ye de selam göndermesiyle övgü topladı.


Çekmeceler


Gerçek hayatlardan beyazperdeye uyarlanan Çekmeceler güçlü bir psikolojik drama. Kadına ve cinselliğe cesur bir pencere açan Çekmeceler güçlü bir seyir zevki sunuyor. Film ülkemizde kapalı kapılar ardında yaşanan hassasiyetlere el atmasıyla takdir hak etti.


Kuzu


Kutluğ Ataman filmografisinin bu ilk taşrada geçen halkası Kuzu sinematografi anlamında kusursuz bir film. 2014 yılında çokça ödülle başarısını taçlandıran Kuzu, olay örgüsü olarak sıkıntılar barındıran bir yapım olmasına rağmen ilk ona girmeyi hak ediyor.






O AN: Black Swan



Darren Aronofsky’in Black Swan filmi gerçek hayat öyküsünden alınmış kusursuz bir psikolojik gerilim. Tchaikovsky’nin Kuğu Gölü bale gösterisi etrafında dönen Nina’nın kendini keşfediş hikâyesi. İnsanoğlunun iyi ve kötü yönleri bir arada taşıdığına oldukça güçlü bir kanıt olan Black Swan, yarattığı atmosfer, oyunculuklar ve dans gösterileri ile hafızalardan silinmeyecek bir yapım kuşkusuz. En önemlisi ise Leon filmi ile performansına âşık olduğumuz küçük kız Natalie Portman’ı, kendine hayran bırakan olağanüstü bir kadın olarak izlememiz sanırım. Portman’ın bu eşsiz performansının o yıl hem SAG hem de Oscar ödüllerini kucakladığını ekleyelim. Peki, her sahnesi birbirinden etkileyici filmin Portman’ın izleyenlerin gerilen sinirlerini iyice altüst ettiği final sahnesi nasıl unutulur?

Görüntü Nina’nın Beyaz Kuğu olarak sahneye çıkmasıyla başlar. Kuğu Gölü gösterisinin son sahnesi başlamıştır. Nina inanılmaz çabalar, buhranlar sonucu hak ettiği rolü almıştır; gösteride hem Siyah hem de Beyaz Kuğuyu oynar. Gösterinin son sahnesine kadar her şeyi kusursuz yaptığı gibi yine öylesine kusursuz dans eder. Lakin anlayamadığımız bir şekilde bu kusursuzluğuna hiç de denk düşmeyen bir ifade vardır yüzünde. Acı çekiyordur adeta. Gerçi Beyaz Kuğunun ürkek ve çekingen haline uymuyor da değildir bu hali. Aronofsky, bu dans performansını Nina’nın peşi sıra koşuyormuşçasına bize sunar. Sanki Nina’nın gölgesiymiş gibi biz de onunla dans ederiz. Nina ile soluksuz kalıyor en önemlisi ise onunla birlikte kanar, acı çekeriz. Zaten filmin başından beri sinirleri fazlasıyla gerilen seyircinin tabiri caizse elinin ayağının boşaldığı, kalp ritminin bozulduğu anlar yaşanır. Zira Nina ile seyirci arasında Aronofsky öyle bir katarsis kurmuştur ki bir nevi benliğimizi alıp Nina’nın bedenine yerleştiririz. Nina, Beyaz Kuğu’nun intihar edeceği tepeye çıkar. Arkasındaki Güneş temsilinin önünde kollarını(kanatlarını) açtığı sahne tam olarak akıllara çarmıha gerilmiş İsa’yı getirir. Nina’nın başındaki tacı da onun halesidir. Nina da İsa gibi anlaşılamamış ve onu anlamayan insanlar tarafından bir nevi kurban olmuştur. İşte bu sahnede devleştiği anlarda Nina önce Rothbart’a sonra Prens’e son olarak ise seyircilere bakar. Ve seyircilerin arasındaki birinde kalır; o kişi annesi Erica’dır. Erica ağlayarak kızını izliyordur. Bu esnada göz göze gelen anne ile kız arasında gözlerle yapılan konuşma unutulacak gibi değildir. Bazen sözlerden çok daha anlamlıdır gözlerle anlatılanlar. Ve annesi ile de vedalaştıktan sonra Nina, Beyaz Kuğu’nun intiharını gerçekleştirmek için kendini aşağıya atar. Nina, Beyaz Kuğu ile birlikte kendi hayatının da son düşüşünü yapar; daha sahneye çıkmadan önce nevrozları sırasında kendine sapladığı camın açtığı yara onu son nefesine yaklaştırmıştır. Aşağıdaki yatağın üzerine düşen Nina’nın başına alkışlarla gelen kuğular –özellikle Nina’nın öldürdüğünü zannettiği Lily- gelir. Ve tabii ki ardından Thomas gelerek ona ‘’Küçük prensim’’ der. Nina’nın ölmeden önce duymak istediği sözlerdir bunlar. Daha sonra yarasını fark eden Thomas şok olur. Ve şu diyalog geçer aralarında:

Ne yaptın sen?
Onu hissettim.
Ne?
Kusursuz. Kusursuzdu.

Nina bu sözlerin ağzından dökülmesinden sonra büyük bir huzurla tavandaki ışıklara bakar. Bir nevi gökyüzüne(Tanrı’ya) bakar. Müzik yükselir, beyaz ışık her tarafı kaplar. Bu sahnede Nina’nın gözünden görürüz her şeyi, biz de beyaz ışığın içinde kayboluruz. Nina sonsuzluğa kavuşur. Tıpkı daha önce de belirttiğimiz gibi İsa misali nur kaplamıştır her bir tarafını.



O AN: Repulsion


İçinde Yaşadığım Rahim


Roman Polanski’nin Polonya dışında çektiği ilk film 1965 yapımı Repulsion’dur. Sansasyonel hayatı ile de çektiği filmlerle de oldukça dikkat çeken Polanski, Apartman üçlemesinin bu ilk filmiyle nevrozları arasında sıkışıp kalmış bir genç kadının cinselliğe duyduğu tiksintinin öldürürcü eylemlere kadar varan yıkıcı sürecini anlatır. Tüm zamanların en iyi psikolojik gerilim filmlerinden biri kabul edilen Repulsion, metaforlardan fazlasıyla beslenen, genelde kapalı mekânlara izleyeni hapseden, düş ile gerçeğin birbirine karıştığı bir akıl oyunudur. Filmin nevrozlu karakteri Carol’un artık tiksintisini eylemlere dönüştürdüğü ilk sahnesine değinecek olursak…

Sahne Carol’un her zamankinden daha gergin olduğu bir anda zilin çalınmasıyla başlar. Carol, bir önceki sahnede o lanet olası aile fotoğrafına bakmış ve bütün bu tiksintisine sebep olan kaynağı tekrar hatırlamıştır. Bu olayın üzerine çalan zil ve arkasından duyulan erkek sesi Carol’un o an duymak isteyeceği en son şeydir elbette. Carol oldukça ürkek bir şekilde kapıdaki dürbünden gelenin kim olduğuna bakar. Biz de onun gözünden görürüz kimin geldiğinin… Ve çok iyi biliriz ki gelen kişi Carol’dan fazlasıyla hoşlanan, duygusal bir ilişki yaşamak için elinden gelen çabayı sarf eden Colin’den başkası değildir. Fakat Carol için kapıdaki kişinin tek karşılığı erkektir. Onun için erkeklerin hepsi aynı şeyi ifade ediyordur. Maalesef Carol’u bizim kadar tanımayan Colin, kapı açılmayınca kırmaya çalışır. Çünkü Carol’un evde olduğuna ve kapıyı açmadığından emindir. Colin’in kapıyı kırmaya çalıştığı anlarda Carol’un da tedirginliği, korkusu gittikçe artar. Kapıya vurulan her darbe gerilimi tırmandırır. Sonunda kapı kırılır ve Carol’un kendini güvende hissettiği, daha doğrusu saklanmaya çalıştığı korunaklı bölge hem de bir erkek tarafından ihlal edilmiştir. Carol’un kendini kapattığı bu evi ana rahmi olarak düşünebiliriz. Zaten duvarlara dokunduğunda el izlerinin kalması, stresi arttığında duvarlarda çatlakların oluşması, taşan sular vs. hepsi bebek taşıyan bir rahimde yaşanılan şeylerdir. Yani Carol, doğduktan sonra geldiği dünyadaki tehlikelerden kurtulmak için bir nevi kendini tekrar ana rahmine kapamıştır. Ve zaten sürekli tehdit edilen bu yaşam alanına ilk büyük eylem gerçekleşmiş; Carol’ın hanesine tecavüz edilmiştir. Elbette Carol buna göz yummayacaktır; daha Colin kapıyı zorlarken kendine seçtiği silahı (şamdan) kuşanmış olarak bekler. Colin her ne kadar özürler dilese de Carol bunları duymuyordur bile; tek düşündüğü rahmin yabancı maddeden temizlenmesi, tekrar korunaklı hale gelmesidir. Bu anlarda oldukça münasebetsiz yan komşunun gelmesi ve uzun bir süre tıpkı bir film izliyormuşçasına onları izlemesini de görürüz. Carol’un evinin kapısının kadraj içinde kadraj durumunu yaratması ve kameranın da evin içinde konumlanması sanki bu filmin içinde bizim olduğumuzu ve komşunun hepimizi seyrettiği izlenimini uyandırır. Kendisini fark etmelerinden sonra bu hadsizliğine son veren komşu evine girmeye yeltenir, Colin de daha fazla seyredilmemek için kapıyı kapamaya… Lakin Carol bu fırsatı kaçırmaz elindeki şamdanı Colin’in kafasına indirir. Yere düşen Colin’e kendinden geçmişçesine defalarca vurmaya devam eder. Bu anlar gerilimin büyük ustası Hitchcock’a adeta bir saygı duruşudur. Birçok Hitchcock filminden hatırlayacağımız bu cinayet sahnesi unutulacak gibi değildir. Colin’in başından akan kanları görmemiz ile sahne son bulur.



15 Aralık 2015 Salı

2015’in En İyi Çıkış Yapan 10 Yönetmeni


Yılsonu yaklaştıkça yılın en iyi ve en kötü filmleri konuşulmaya, listeler yapılmaya başlandı. Birçok festival ödüllerini verdi. Gözler yaklaşmakta olan Oscar törenine çevrildi.  Peki, bu yılın çok konuşulan, sevilen, ödüllere boğulan filmlerin arkasındaki mimarlar yani yönetmenler kimdir? İşte bu yılın öne çıkan, isimleri sıkça duyulan yönetmenlerden on tanesi. Kiminin ilk yönetmenlik denemesi kiminin ise değil, kimi müzisyenlikten kimi yazarlıktan yönetmenliğe geçti. Ama hepsi de bu yılın en iyi çıkış yapan yönetmenleri oldular.

Sebastian Schipper-Victoria
1968 Almanya doğumlu Sebastian Schipper, 1999 yılında başladığı yönetmenlik deneyiminde bu yıla kadar üç film yönetir. Lakin Schipper bu yıla kadar daha çok oyuncu olarak tanınır; Schipper oldukça çok sevilen 1996 yapımı English Patient,  1998 yapımı Run Lolo ve 2010 yapımı Three filmleri başta olmak üzere birçok film ve dizide oynar.  Bu yıl çektiği Victoria filmi ile ise fazlasıyla hak ettiği yönetmen sıfatını kazanır. Berlin Film Festivali’nde En İyi Görüntü Yönetimi dâhil olmak üzere üç dalda ödüle layık görülen Victoria filmi, yine katıldığı diğer festivallerden de ödülleri kucaklar. Bu ödüller tabii ki en çok filmin yönetmeni Schipper’i öne çıkarır.

László Nemes- Son of Saul
1977 Macaristan doğumlu Nemes, kısa filmlerin ardından bu yıl ilk kez bir uzun metraj olan Son of Sual’i çeker. Yönetmenin bu ilk deneyimi değme tecrübeli ellerden çıkan yapımları geride bırakır. Film sinema dünyasında resmen bomba etkisi yaratır. Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü başta olmak üzere birçok festivalde en iyi film, en iyi yönetmen ödüllerini kucaklar. Ve tabii ki Macaristan’ın Oscar adayı olur. Ne yalan söyleyelim ödüle en yakın isimlerden de biri olarak görülür. Böylesine bir filmin yönetmeninin ilgiden uzak olacağını düşünmüyorsunuz değil mi? Nemes, dünyanın öteki ucundaki sinemasever ya da sinema eleştirmeni herkesin dilinden düşmeyen bir yönetmen olur bu yıl.

Miroslov Slaboshpitsky- The Tribe
1974 Ukrayna doğumlu Slaboshppitsky de ilk yönetmenlik denemesi ile zirveye tırmanan yönetmenlerden. Her ne kadar kısa metrajları ile adını duyurmuş bir isim olsa da asıl tanınması The Tribe ile olur. Slaboshpitsky hem bu ilk filminin konusu hem de bu mevzuyu anlatma tercihi ile sadece adını duyurmakla kalmaz sinemada yarattığı eserle çığır açar. Slaboshpitsky, cesareti ve yeteneği ile dikkatleri ziyadesiyle üzerine çeker.

John Maclean-Slow West
İngiltere doğumlu Maclean kariyerindeki ödüllü kısa filmler ve müzik videolarının ardından bu yıl ilk uzun metrajı Slow West’i çeker. Aslında bir müzisyen olan Maclean, şuan dağılmış olan İngiliz indie rock grubu Beta Band’in solistlerinden biridir. Zaten sinema ile de yönetmenlikten önce film müzikleri yaparak tanışır. Oldukça da başarılı soundracklere imza atan Maclean son olarak el attığı yönetmenlikte de başarıyı yakalar. Hatta bugüne kadar yaptığı işlerden daha çok ilgi görür. Slow West,  indie western türünde tabiri caizse özellikle western severleri büyüler.


Can Evrenol- Baskın: Karabasan
1982 İstanbul doğumlu Evrenol, sanat tarihi okur. 2007’de kısa filmler çekmeye başlar. Son olarak 2013 yılında çektiği kısa filmi Baskın çok beğenilince 2015 yılında filmi uzun metraja uyarlar. Zaten oldukça olumlu geri dönüşler alınan kısa filmin uzun versiyonu da çok sevilir. Özellikle korku filmi konusunda kısır döngünün içinden çıkamayan ülkemiz için Baskın: Karabasan çok büyük ilgi uyandırır. Baskın: Karabasan ile Fantastik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü alan Evrenol, bu yıl ilk çıkışını yapan yönetmenler arasında da en genç olanı unvanını da hak eder.

Deniz Gamze Ergüven- Mustang
1978 Türkiye doğumlu Ergüven bir yaşından sonra gittiği Fransa’da büyür. Edebiyat ve Afrika tarihi okuyan yönetmen, sinema serüvenine 2004 yılında çektiği Liberables adlı belgesel ile başlar. 2006 yılında ise bol ödüllü kısa metraj Bir Damla Su’yu çeker. Kısa filmi ve belgeseli ile oldukça başarılı bulunan Ergüven bu yıl ülkesinde çektiği Mustang filmi ile gerçek çıkışını yakalar. Film Fransa’nın Oscar adayı olmasının yanında katıldığı her festivalden neredeyse ödülle dönen bir yapım olur. Bu yıl Deniz Gamze Ergüven adını duymayan, Mustang’e ödül vermeyen festival yok sanırım. Lakin yurtdışında çok sevilen Mustang’in ülkemizde çok da eleştiriye tabi tutulduğunu da belirtmek gerek sanırım.

Damian Szifron- Wild Tales
1975 Arjantin doğumlu Szifron yönetmenlik hayatına 2015’e kadar tv dizileri, kısa filmler ve iki uzun metraj sığdırır. Bu yıl ise Wild Tales adlı filmi ile dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu oldukça sıra dışı yapımı ile Szifron, filmi ile ülkesi adına Oscar adaylığının yanında dünyanın dört bir tarafındaki festivallerden sayısız ödül alır.

Alex Garland- Ex Machina
1970 İngiltere doğumlu Garland, aslında bir yazardır. Ülkemizde de yayınlanan Dördüncü Boyut ve Kumsal adlı romanların yazarı Garland, bu yazarlık yeteneğini senaryo yazmaya da kanalize eder. Ve oldukça sevilen filmler de olmak üzere birçok filmin senaristliğini yapar; 28 Days Later senaristlik yaptığı en önemli filmlerden biridir. Fakat Garland, asıl başarısınI hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptığı Ex Machina ile yakalar. Garland’ın bu ilk yönetmenlik denemesi festivaller tarafından çok fazla ödüllendirilmese bile bu yılın olay yaratan filmlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez; film en çok izlenilen, konuşulan filmlerden biri olur. Garland, Ex Machina ile kesinlikle çok büyük çıkış yakalar.

David Robert Mitchell-It Follows
1974 Amerika doğumlu Mitchell, American Sleepower adlı ilk uzun metrajından sonra bu yıl It Follows adlı filmi çeker. It Follows ile deyim yerindeyse tüm dünyayı korkutur. Bu başarılı korku filmi hem sinematografi anlamında hem de seyirciyi korkutma anlamında tam not alır. Aldığı ödüllerle de bunu ispatlayan Mitchell,  hayatının en büyük çıkışını yaparak 2015 yılına adını yazdırır.


Alfonso Gomez-Rejon- Me and Earl and The Dying Girl
1972 Teksas doğumlu yönetmenin daha önce ilki bir korku filmi olan deneyimine bu yıl çektiği Me and Earl and The Dying Girl ile devam eder. Lakin bu ikinci yönetmenliği ona büyük bir başarı sağlar. Film Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü olmak üzere birçok festivalde ödül alır. Bu genç jenerasyona fazlasıyla hitap eden film tabii ki hedef kitlesini de oldukça tatmin eder. Böylece Rejon, genç kuşağın yönetmen listesine bu yıl giren isim olur.







American Beauty: Güllerin İçinden…


1999 yılında Alan Ball’ın senaryosunu yazdığı daha önce uzun metraj deneyimi olmayan Sam Mendes’in yönettiği American Beauty herkesi şaşırtır. Film Oscar ödüllerinde en önemlilerinden beş tanesini alarak büyük bir başarıya imza atar. Çekildiği yıldan bugüne değin hakkında çok konuşulan, unutulmak şöyle dursun sürekli izlenilen filmlerden biri olur American Beauty .

Alan Ball’ın rüzgârda uçuşan bir poşetten ilham alarak-filmde de bu görüntüler kullanılır- senaryosunu yazdığı film kusursuz bir olay örgüsüne sahip, gelmiş geçmiş en mükemmel filmler arasında yer alır. Film içerisinde izlediğimiz bu beyaz poşet videosu asla özgür olamayan karakterlerimiz karşısına konulan inadına özgür bir nesnedir. Bir nevi yaşadıkları hayat içerisine hapsolmuş karakterlerimizin tam zıttını ifade eden bir metafordur poşet. Zira poşet rüzgârda dilediği gibi özgürce, hesapsızca uçuşur.

Film oldukça iyi koşullara sahip evinde iletişim kuramadığı eşi ve kızı ile sıkıcı bir hayat yaşayan Burnham’ın kendisinde ve çevresinde gelişen olaylara odaklanır. Çatışmasını ise neyin ne kadar ahlaki olduğu üzerinden yapar. Fakat çatışmasını kurduğu meseleler hakkında ahkâm kesmez. Ya da değindiği meselelerin sonuçlarını önümüze pişirip sunmaz; tıpkı film boyunca kafamızda soru işaretleri oluşturması gibi bizi filmin sonunda da kör düğüm olmuş sorularla yüz üstü bırakır.

Film bugüne kadar Hollywood filmlerinde uygulanan tüm klişeleri yerle bir eder. Üstelik Amerikan’ın birçok değerini kutsamaz hatta ve hatta tüm açıklarını ifşa eder. Hollywood sinemasının belli bir sınırı ve sistematiği vardır. Genelde bağımsız bir film çekmiyorsan bu sınırların dışına çıkamazsın. Peki, nedir bunlar? Hollywood sinemasının daha omurgası oluşturulurken bir kere Hıristiyanlık ve ailenin kutsallığı en önemli malzemelerdir. Bu iki öğe bazen açık açık bazen de gizliden filmde var olurlar. Zira nasıl olurlarsa olsunlar amaç aynıdır; devletin bekası için yurttaşların dinine ve ailesine bağlı olarak hayatlarını devam ettirmeleri gerektir. Gel görelim American Beauty ana akım bir Hollywood filmi olarak bu iki güçlü öğeyi senaryosuna yedirmemiş hatta ve hatta tabiri caizse onları yerden yere vurmuştur.

Filmde gördüğümüz üç aileden ikisinin aile ile ilgisi bile kalmamıştır. Sadece eşcinsel çiftin mutlu bir aile yaşantısına şahit oluruz. Öyle ki bu eşcinsel çiftimiz hariç filmdeki diğer karakterlerin hiç biri masum değildir.  Başta hikâyeyi kendi ağzından dinlediğimiz, izleyici ile özdeşlik kurdurulan Lester Burnham olmak üzere herkes fazlasıyla olumsuz özellikleri ile var olurlar filmde.  Lester kızının arkadaşı ile fantezi hayalleri kuracak kadar değerlerini kaybetmiş, karısı hırsları için her şeyi yapabilecek derecede insanlıktan çıkmış, kızları ise ergenliğe de sırtını dayayarak nefretinin kölesi olmuştur. Çok uzağa değil hemen kapı komşusu olan ailenin ise onlardan kalır yanı yoktur; baba homofobik bir nazi hayranı, anne katotik depresyon hastası, çocuk ise uyuşturucu satarak aldığı kamera ile röntgencilik yapan bir gençtir. Bir de Lester’in saplantılı şekilde düşlediği Angela var ki filmin en acınası karakterlerinden biridir; toplum tarafından yaratılmış hazır maskelerden birini kendine seçmiş ve o maskenin kurbanı olmuştur.


Orta sınıf aile hayatı eleştirisi olan American Beauty aynı zamanda bir banyo dramıdır. Muhteşem görsellikteki hayal ve rüya sahneleri sinefillerin aklından çıkmayacak eşsiz fotoğraf kareleri barındırır. Ki Angela’nın banyo küvetindeki gül yaprakları içerisindeki sahnesi hafızalara kazınmıştır. Angela’yı canlandıran Mena Suvarı de o yıllardan beri sinemanın en genç ve seksi Femme Fateli olarak akıllarda kalmıştır.

Uzaklarda Arama: Yönetmen Tahtında Bir Sultan


Yeşilçam’ın unutulmaz aktrislerinden Türkan Şoray, bugüne kadar dört tane filme yönetmenlik yapmıştı. Şoray, 34 yıl aradan sonra kızı Yağmur Ünal’ın yapımcılık ve oyunculuk yaptığı Uzaklarda Arama isimli filmle yönetmenliğe yeniden dönüş yapar. Kendini iyice eve kapattığı, kameralardan uzaklaştığı bir zamanda bu filme yönetmenlik yaparak kendisinin deyimiyle tekrar hayata dönen Şoray, bu kez sadece kamera arkasında-Şoray filmde birkaç saniye cameo olarak gözükür- kalır. Filmin senaryosu ise yaptığı her filmiyle sinemaseverlerin gönlünde taht kuran Onur Ünlü’ye ait.

Şoray, bundan önceki Dönüş, Azap, Bodrum Hâkimi ve Yılanı Öldürseler(Şerif Gören ile birlikte) filmlerinde hep toplumsal konulara eğilmiş, bir kadın yönetmen olarak kadının ve annenin çektiği sıkıntılara parmak basmıştır. Kiminde kocası Almanya’ya gidip evlenen kadının dramına kiminde ise hasta çocuğunu tedavi ettirebilmek için organlarını satan anneye çevirdi kamerasını.  İlkeli bir hâkimin aşkını da izlettirdi bize, güzelliği başına sürekli bela getiren Esme’yi de… Ve yönettiği bu filmlerin hepsinde de o çilekeş, bahtsız kadına Şoray can vermiştir. Son filminde ise yerini bir nevi el verdiği kızı Yağmur Ünal’a bırakır. Tabii Şoray’ın yerini dolduruyor mu orası tartışılır.

Uzaklarda Arama ise bilinmeyen bir zamanda şehirdeki pavyonun Uzaklar adlı kasabaya taşınması etrafında gelişen olayları anlatır. Barones Pavyon’un sekiz tane konsomatrisi ve patronları Çoşkun’un kasabaya gelmesiyle felaketler, yüzleşmeler yaşanmaya başlar. Seyirci olarak bizler hikâyeyi 9 yaşındaki Yusuf’dan dinler, çoğu zamanda onun ve en iyi arkadaşı konsomatris Deniz’in gözünden görürüz birçok şeyi. Bu nedenle bazı mekânlar gerçek hayatta olmayacak kadar güzel ve ışıltılıdır. Tıpkı masallardan kopup gelmiş yerlerdir. Deniz ile Yusuf zaten aynı gözle Dünya’yı görebildikleri için çok iyi anlaşırlar. Film asıl çatışmasını kasaba halkı ile pavyon çalışanları arasında kurar. Lakin seyirciyi esas etkileyecek daha doğrusu melodramı yaratacak çatışma Nazlı ile Vedat aşkında yaşanır.
Pavyon kadını ile saf ve temiz kasaba genci… Bu tandık hikâye hemen akıllara Ömer Lütfi Akad’ın 1968 yapımı Vesikalı Yarim filmini getirir elbette. Film Yeşilçam’a adını altın harflerle yazdırmış, unutulmaz diyalogları ve müzikleriyle hafızalara kazınmıştır. Şu işe bakın ki bu filmin başroldeki kadın oyuncusu da Türkan Şoray’dır. Hatta Şoray, bu filmdeki etkileyici oyunculuğuyla Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü almıştır. Filmde belki de  ‘’Çok eskiden rastlaşacaktık’’ tiradıyla hep hatırlanacak Şoray, aynı konuya eğildiği Uzaklarda Arama ile ne yazık ki o etkiyi yakalayamaz.

Film birçok oyuncuyu barındırırken en usta oyuncu olarak karşımıza Mustafa Uğurlu’yu çıkarıyor. Hem de film unutulsa bile yaşayacak bir karakterle… Uğurlu’nun hayat verdiği Çoşkun karakteri o kadar gerçek o kadar tanıdık ki; Çoşkun’u izlerken ‘’Ben bu adamı bir yerden tanıyorum’’ hissini yaşamamak mümkün değil. Konsomatris kızlar da seyirciyi oldukça tatmin edecek denli samimi ve renkli karakterler. Ama aynı şeyleri kasaba halkı için söylemek biraz güç. Kasaba halkı pavyon ekibine göre karikatürize kalıyorlar. Filmde yeterince derinlik kazanmayan öğretmen karakteri ise ne yazık ki havada kalıyor. Tıpkı Ünal’ın canlandırdığı Deniz karakterinin olduğu gibi.

Uzaklarda Arama çoğu yerli yapım gibi yine sınıfı geçemiyor. Aslında film çok iyi başlıyor uzun süresine rağmen ilk 90 dakika gayet sorunsuz ve eğlenceli bir şekilde su gibi akıyor. Fakat son yarım saatte ciddi şekilde kan kaybediyor.  Hatta bu düşüş çok büyük boyutlarda yaşanıyor. Bu kadar bariz bir kopuş da ancak sorunlu bir senaryodan kaynaklanıyor olabilir. Ünlü gibi usta bir senaristin elinden çıkan senaryonun hiç müdahaleye uğramamış olmasına inanmak zor. Film boyunca görmediğimiz klişeler, duymadığımız beylik laflar, dikte ettirilen fikirler son yarıda tabiri caizse havalarda uçuşuyor.  

Kısacası özellikle senaristi ve yönetmeniyle bizi epeyce heyecanlandıran bir yerli yapımda yolun yarısında tökezleyerek umutları suya düşürüyor film. Şoray, yönetmenlik yapmaya devam ederse bu filmdeki yanlışlardan umarım bir çıkarımda bulunur.  


Nefesim Kesilene Kadar: Serap’ın Gördüğü ‘’Serap’’


2012 yılında kadınlarla ilgili Gönül Kadınları adlı bir belgesel film çeken Emine Emel Balcı yönetmenlik yolculuğuna ilk uzun metraj filmi Nefesim Kesilene Kadar ile devam ediyor. Ülkemizde ilk olarak 34. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkan film bu hafta vizyona giriyor. Emine Emel Balcı bir kadın olarak yine bir kadının çetrefilli hayatına odaklanıyor.

Film, Serap (Esme Madra)adlı genç kızın çok erken yaşta gerçek hayatla tanışması ve hayalini gerçekleştirmek adına onunla tabiri caizse bir savaşçı gibi mücadele etmesini anlatır. Üstelik Serap’ın öyle zannedileceği gibi büyük büyük hayalleri yoktur. Tek istediği hiçbir zaman yaşamadığı sıcak aile yuvasına kavuşmaktır. Bu yuva özlemini babası ile kurmak isteyen Serap önceleri oldukça saf ve temiz duygularla didinirken zamanla çevresindekiler onu savaşta hile yapmaya zorlar. Şayet ne yaparsa yapsın, Serap’ı zamanla tanıdıkça her yaptığına seyirci olarak hak vermemek elde değildir.

Nefesim Kesilene Kadar’ı izlerken ülkemizde son dönemde izlediğimiz ve oldukça başarılı olmuş birkaç yapımın akla gelmemesi mümkün değil. Öncelikle Zeynep adlı karakterin hayata tutunma mücadelesini anlatan ve izleyicilerin suratına tokat gibi çarpan hikâyesini konu alan Zerre ilk anımsadığımız film olur kuşkusuz. Yine çevresindekilerin ona yardım etmekten çok köstek olduğu, hayatta kaldıramayacağı görevleri üstlenmek zorunda kalan Feride’nin öyküsü olan Köksüz filmi de hatırlanan bir diğer yapım olur. Gelgelelim tanıdıklık hissini en çok 2012 İran yapımı Wadjda filmini izleyenler yaşayacaktır. Zira Serap’ın da tıpkı Wadjda’nın ki gibi çok küçük masum bir hayali vardır. Lakin birçoğumuza göre oldukça mütevazı hayaller Wadjda ve Serap gibiler için Everest’in tepesine tırmanmak kadar zorlu bir yolculuktur. Hayallerindeki bisikleti almak için niyeti çizdiren Wadjda gibi Serap da sadece aile sıcaklığını hissedeceği bir ev için çevresindekileri basamak gibi kullanmaktan çekinmez. Bu iki kahramanımızın ‘’Amaca giden her yol mubahtır’’ anlayışı seyirci olarak onları yargılamamıza sebep de olmaz. Olsa olsa onlarla tam bir özdeşlik kurmamızın önüne geçer. Ki bu da seyircinin duygularını kullanmadığı için çok yerinde bir tercihtir. Şunu da unutmamak lazım ki Serap’ın bir nevi de büyüme hikâyesi diyebileceğimiz Nefesim Kesilene Kadar, bizi referans gösterdiğim diğer filmlerdeki gibi yan karakterlerin hikâyelerine de bulaştırmaz; filmin merkezinde tam olarak Serap vardır. Diğerleri Serap’ın hayatında var oldukları kadar vardırlar.

Geçmişten bu yana Yeşilçam ile şimdi de ucuz romanslarla ya da dizilerle sunulan yalan hayatlardan beslenmez Emine Emel Balcı. Gerçek hayatın zengin bir koca bulup mutlu olmak ile alakasının olmadığını bildiği kadar seyircisinin de tıpkı kendisi kadar akıllı olduğunu düşünür. Masallardaki hayatları yaşamayanlara yönlendirir kamerasını. Birçoğumuzun görmediği hatta görmek, bilmek istemediği mekânları yansıtır perdeye. Her akşam dizilerde izlediğimiz yalıların, fabrikaların yerine merdiven altı atölyeleri, ucuz otel odalarını sokar gözümüze. En önemlisi de iyilik timsali Külkedisi, Hansel ve Gretel gibi ancak masallarda dinlendiğinde inanılacak kahramanlar yerine Serap gibi gerçekçi bir karakter çıkarır karşımıza.


Serap’ın peşi sıra sürüklendiğimiz, yapmacıklık hissini asla yaşatmayan tam da hayatın ortasından bir film Nefesim Kesilene Kadar. Esme Madra’nın mükemmel oyunculuğu, bire bir gerçek mekânların yarattığı gerçekçilik hissi çok etkileyici. Her şeyin görmezden gelindiği, yoksulluğa, açlığa ve en önemlisi ölümlere bile kayıtsız kalınan ülkemizde Serap’ın hikâyesi ne kadar görülür ya da ne kadar etkili olur bilenmez ama en azından hala insanlığını kaybetmemiş, sinemaya tutunan kesime iyi gelecektir. 

O AN: Daisies


Papatya Gibisin Asi ve Çılgın


Çek Yeni Dalgası’nın en önemli kadın yönetmenlerinden Vera Chytilová, 1966 yılında başyapıtı Sedmikrásky (Daisies) filmini çeker. O dönem iktidarda olan sosyalizmi eleştirdiği ve yemek israfı yaptığı gerekçesiyle yasaklanan film sonra tekrar gösterime girer. Güçlü bir sistem eleştirisi yapan film, aynı zamanda bugüne kadar çekilen en güçlü feminist sinema örneğidir. Başrol oyuncusu iki kadın üzerinden ilerleyen Daisies, kadını objeleştirmediği gibi kadına yine kadın bakış açısıyla bakarak Âdem ile Havva hikâyesini, Havva ile Havva hikâyesine dönüştürür. Sürrealizm, Dadaizm, Fütürizm gibi birçok akımdan etkilenen ve bunları bünyesinde çok başarılı bir şekilde taşıyan Daisies ölümsüz yapıtlar arasına katılır. İşte böylesine bir filmin son perdesini konuşmak isterim.

Sahne, kural tanımaz, isyankâr ikilimizin mükellef bir sofraya ev sahipliği yapan bir odaya girmeleri ile başlar. Gördükleri karşısında kendilerinden geçen ikili, her ne kadar önceleri yıkıma geçmemek için kendilerini dizginlemeye çalışsalar da pek başarılı olamazlar. Zira ilk etapta çaktırmadan yemeklerden yeme gayretini pek uzun sürdüremezler. Chaplinvari hareketler yapan ikili yemek yerken hiçbir görgü kuralına uymazlar, fondaki müziğe eşlik eden ağız şapırtısı seslerini fark etmemek imkânsızdır; bu isyancı kadınlarımız her zaman onlara dikte edilenin tersini yapmış, aykırı kadınlardır ne de olsa. Her ne sebeple olursa olsun cici kız olmamışlardır. Elbette bu muhteşem bir şekilde hazırlanmış oda sistemin bir alegorisidir aslında. Tavanda asılı heybetli, göz alıcı avizeden, masadaki birbirinden iştah kabartıcı yemekler var olan sistemin görünen makyajlı yüzünü temsil eder. İşte Daisies’in kahramanlarının bozmaya, yıkmaya ayarlı davranışları bu odada önce yavaştan, ilerleyen zamanlarda ise kontrol edilemez düzeyde şiddetli bir eyleme dönüşür. Her başkaldırıyı tetikleyen küçük bir hareketi de yanlışlıkla kırılan kadeh temsil eder. Zaten kadehin kırılmasından sonra sofradaki tüm yiyecekleri hızlandırılmış bir şekilde görmemiz, domino taşı etkisinin başlayacağı sinyalini verir. Bu eylemde yemekler silahların metaforudur. Karakterlerimiz sistemin bütün makyajını bozup, allak bullak ettikten sonra bile hızlarını alamazlar; bir nevi bürokrasiyi temsil eden masanın üzerine çıkarak ahlaki değerlerine de tokat indirirler. Fakat bu yıkıcı eylemin kendiliğinden gelişen tepkisi artık durdurulamaz seviyeye gelmiştir. Eylemcilerimiz en üst mercii temsil eden avizeye tırmanıp güçlü bir şekilde sarsarlar. Bu sahneye bağlı sonraki ve filmin de son sahnesinde ise üzerleri gazete kâğıtlarına yani sistemin medya aracılığıyla yaydığı kurallarına sıkı sıkıya bağlanmış olduklarını görürüz. Bir önceki sahnede isyan eden karakterlerimizin biat eder ve bozduklarını toparlamaya başlarlar. Bir yandan bozduklarını onarmaya çalışırken bir yandan da biat eden konuşmalarını fısıltıyla yaptıklarını fark ederiz. Fısıltı ile konuşmalarından söylediklerinin aslında oldukça ironik olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Yani her ne kadar tükürdüklerini yalasalar da aslında hiçbir zaman düzenin kurallarını içselleştirmezler. Zaten tüm çabalarına rağmen düzeni tekrar eski haline getirmeleri de mümkün değildir. Çabalamaları düzeni, yıkma eylemine uğramış halinden pek de ileriye götürmez. Her şeyi eski haline getirdiklerine inanan ya da inanmış gibi yapan iflah olmaz eylemcilerimiz ne yazık ki kendi kazdıkları kuyuya düşerler; eylem sırasında zarar verdikleri avizenin yani sistemin başındakilerin gazabına uğrarlar.

O AN: Sweet Movie


Stalinizmin Striptizi

Dušan Makavejev, Kara Dalga akımının ilk akla gelen yönetmenlerinden biridir kuşkusuz. Yugoslavyalı Makavejev her ne kadar ülkemizde WR-Misterije Organizma filmiyle tanınsa da üç yıl sonra 1974 yılında çektiği Sweet Movie, boynuz kulağa geçer misali çok daha cesur sahneleri ve sert eleştirileriyle yönetmenin filmografisine yerleşir. Kapitalizm ile olduğu kadar Stalinizm ile de problemleri olan Makavejev, filmlerinde her iki sisteme de eleştiri oklarını yöneltir. Lakin bunları yaparken klasik bir politik filmden çok daha farklı bir yol izler Makavejev. Sovyetler’in görünmeyen, gizli meselelerini tıpkı bir hafriyatçı gibi kazır durur. Sweet Movie’yi kapitalist sistem ve Sovyetler olarak iki bölümden ibaret olarak düşünebiliriz. Bunlardan Stalin’in Sovyetler’inin bir metaforu olan Kaptan Anna Planeta’nın potemkin zırhlısı içerisinde yarattığı komün hayatta yaşanılan bir sahne her ne kadar kabul edilemez görüntülere ev sahipliği yapsa da alt metinde söyledikleriyle çok çarpıcıdır.  

Sahne çocukların Anna’nın zırhlısında yer alan şekerlerle dolu odasına girmeleriyle başlar. Ortasında toz şekerden oluşan bir salıncak ve çevresinde çeşit çeşit şekerlerin olduğu bu oda haliyle çocuklar için büyüleyici bir yerdir. Lakin oda sadece şekerlerden ibaret bir yer değildir; duvarlarda Lenin, Stalin, Troçki, Marlon Brando gibi kişilerin resimleri, kurukafa üzerinde Pamuk Prenses resmi, çarmıha gerilmiş İsa figürü, Miss America amblemi ve daha neler neler… Oda oldukça karışık, göndermeleri bol olan bir mekândır. Tabii bu oda buz dağının görünen yüzüdür; zırhlının görülen yerleri birbirinden renkli ve eğlenceliyken görünmeyen kısımlarında çok daha farklı bir durum söz konusudur. Gördükleri karşısında kendilerinden geçen çocuklar içeriyi keşfetmeye çalışırken üzerini değiştirmiş olan Anna içeriye girer. Daha önce üzerinde savaş parkası varken şuan oldukça seksi bir gelinlik vardır. Çünkü bitmeyen bir savaşın komutanlarından olsa da yeni avları ile daha samimi bir şekilde buluşması gerekmektedir.  Bu nedenle seksi olması çok normaldir; Anna bugüne kadar şahit olmadığımız bir striptiz gösterisi sergileyecektir. Anna’nın kaptanı olduğu zırhlıyı Sovyetler, Anna’yı da o dönem Sovyetlerin lideri Stalin olarak düşünebiliriz. Zira Potemkin Zırhlısı Sovyetlerin bir alegorisidir. Bu durumda Makavejev Stalin’e duvarda kocaman resmi olan Troçki-Troçki, Stalin’in en büyük düşmanıdır- karşısında stripriz yaptırır. Anna sergileyeceği ritüeline başlamadan önce şekerle bir nevi kendini kutsar. Aslında şekerleri cephanelik olarak düşünmek gerek. Zira odanın duvarında yazan ‘’Hayatta Kal’’ yazısı tam da savaşın içinde olunduğunun ispatıdır. Bu beyazlar içerisinde melek misali süzülerek çocuklarla ilgilenen ve yavaş yavaş her birine üzerindeki gelinlikten parçalar çıkararak veren Anna, çocukları baştan çıkarmak için birbirinden cezp edici hareketler yapar. Lakin bu nefes kesici cazibe ne yazık ki öldürücü bir cazibedir. Ki daha önceki sahnelerde Anna’nın ağzından zırhlının içerisinde çok sayıda ceset olduğunu dinleriz. Burada Sovyetler Birliği topraklarının altında yatan binlerce ceset-özellikle Katyn Katliamı’nda ölenler- böylece ima edilir. Anna’nın üzerinden çıkan her bir parçayı kutsalmış gibi vücutlarına dâhil eden çocuklar, büyülenmiş bir şekilde onu izlerler. Artık sonunu başını düşünecek durumları yoktur; onlar bu cazibenin kollarına bırakmışlardır kendilerini. Anna ilk avını perde arkasına çekerken biz önümüzde duran kocaman Troçki resmi ile göz göze geliriz. Akıllarda çocukların akıbeti kalır geriye. Zira zırhlının görünmeyen yerlerine gittiklerini tahmin etmek güç değildir.


O AN: Pulp Fiction


Hedefi ‘’12’’den Vurmak


Quentin Tarantino, Reservoir Dogs’dan sonra 1994 yılında çektiği Pulp Fiction filmiyle zirveye yerleşir. Oldukça çılgın, renkli, uçuk- kaçık bir yapıya sahip Tarantino bu filmde eteğindeki taşların hepsini döker. Ve ortaya tarif edilemez bir daha belki de benzeri yapılamayacak bir film çıkar. Pulp Fiction insanı izlediğinde mest eden tadıyla kendine çılgınlar gibi hayran kitlesi toplar. Film sadece afişlerde değil; t-shirtlerde, duvarlarda, dergi kapaklarında, birçok objede hatta ve hatta hayranlarının vücutlarında yer bulur kendine. Böylesine bir filmin beni en çok etkileyen sahnesi ya da Tarantino kafasını en çok hissettiğim sahne ise Bruce Willis’in(Butch) başlayıp Ving Rhames’in (Marsellus) sonlandırdığı intikam sahnesidir.

Sahne, Butch’un içinde bulunduğu saçmalıktan tam kurtulacağı anda başlar. Aşağıda kurtarılmaya ihtiyacı olan düşmanına takılır Butch’un aklı. Kısa süren bir bocalamadan sonra dünden beri kendisi ve sevgilisi dışındaki hiçbir hayatı önemsemeyen hatta önüne çıkan tüm engelleri ne pahasına olursa olsun yok eden Butch, merhamete gelir. Ya da zaten başlamış olduğu cezalandırma oyununa hız kesmeden devam etme arzusuna kapılır. Butch, Marsellus’u kurtarmaya (ya da Zed ile Maynard’ı cezalandırmaya) aşağıya inmeden önce kendine bir silah seçmelidir. Dükkânda etrafı karıştırırken ilk eline bir çekiç alır daha sonra gördüğü beysbol sopası daha çekici gelir. Şu işe bakın ki dükkân tam bir cephaneliktir; Butch, testereyi görünce beysbol sopasından da vazgeçer. Son olarak kafasını yukarıya doğru kaldırmasıyla asıl karar kılacağı silahı bulur. Bu anlarda Butch’un kafasını yukarı kaldırması aslında bir nevi Tanrı’ya bakması olarak yorumlanabilir. Aşağıda cezalandırılmayı bekleyenler üzerinde kullanılacak kılıcı Tanrı işaret eder diyebiliriz. Butch’un kılıcı görmesinden sonra kameranın kılıca yakın çekim yapması bu silahı daha da yüceltir. Kılıcı eline alan Butch yaşadığı tereddütten de kurtulur; kılıcı eline almasıyla kendini tam olarak bir kurtarıcı ya da cezalandırıcı olarak hisseder. Butch içeri girdiğinde o büyük, güçlü Marsellus’un tecavüze uğradığını görürüz. Marsellus’a tecavüz eden Zed’i beklerken onları izleyerek tatmin olan Maynard ekranı büyük oranda kaplar. Böylece kamera bize ilk hedefin o olduğunu açıkça söyler. Butch gerçekten de tüm sinefiller için muhteşem bir görsel şölen sunar; adamı samuray gibi kılıcıyla önce boydan boya çizer sonra da önüne geçerek kılıcını geçirir. Burada adeta Maynard kendine harakiri yapıyormuş gibi olur. Bu etkileyici cezadan sonra sahnenin başından beri bize eşlik eden The Revels’in Comanche parçası susar. Zira sessizlik gereklidir; ikinci cezalandırma çok daha dikkat istemektedir.  Butch’un kılıcının altında esarete alınan Zed’in hesabını Marsellus görmek ister. Az önce kendisine tecavüz eden adamı eline geçirdiği tüfeğiyle tam da suçu yapan organından(penisinden) cezalandırır. Böylece oldukça şiddetli bir hadım edilme sahnesine tanık oluruz. Kurşunun şiddetiyle duvara çarparak yere kapaklanır Zed. Burada en dikkat edilmesi gereken şey ise; cezalandırılan adamın üzerinde polis üniformasının olmasıdır. Butch ile Marsellus zaten hiçbir kanun tanımayan, sürekli yasadışı işler yapan iki kişi olarak kendilerini engellemeye hatta pis emellerinde kullanmaya çalışan iktidar temsilini de cezalandırırlar böylece.


O AN: Moebius


Ananın Ak Sütü Gibi


Güney Koreli yönetmen Kim Ki Duk’un filmografisi, genelde ‘’dokunma cız olursun!’’ cinsinden konulara değinmiş ve özellikle bir kesim tarafından çok sevilmiştir. İşte 2013 yılında çektiği Moebius da böyle bir filmdir. Üstelik tamamen diyalogsuzdur. Hem değindiği mesele hem de diyalogsuz olması tam bir Ki Duk cesareti örneğidir. Film birkaç sahnedeki ağlama ve orgazm sesleri hariç sadece ortam seslerine yer vererek zaten izlenmesi hayli güç olan sahneleri daha da çıplak hale getirmiştir. İşte tam da öyle bir sahneyi konuşacak olursak…

Sahne, annenin çocuğunun odasına girmesiyle başlar. Hayattan tüm umudunu kesmiş,  bu güçsüz anneyi yeni doğan bebeğine bakmaktan yıpranan yorgun bir ebeveyn olarak düşünebiliriz. Oğlunun yatağının dibine oturup da ona mastürbasyon yapmaya başlamasını da bebeğini emzirmesi olarak… Annenin oğlunun yeni penisini eline alarak mastürbasyona başlamasıyla oğlu hemencecik ereksiyon olmaya başlar. Zira yeni penisi âşık olduğu kız da dâhil annesinden başka hiçbir kadına karşı tepki vermez. Tam bir Oedipus Kompleksi yaşanıyor diyebiliriz sanırım. Bu nedenle annesinin merhametli ellerine muhtaçtır. Her ne kadar annesinden haz almasının yanlış bir şey olduğunu bilip yorganı başına çekse de bu durumu engellemeye kalkmaz. Zira acı çekerek hazza ulaşma dışında penisini kaybettiğinden beri orgazm olamıyordur. Tek yapabildiği yorganı başına çekerek tüm bu yanlışları görmeyerek yaşanmadığına- bebekler bir şeyi göremeyince onun yok olduğunu düşünürler- kendini inandırmaktır. Elinden daha fazlası gelmez. Yavaş yavaş zevkin doruklarına tırmanan çocuk yorganın altından, tıpkı meme emen bebeklerin annelerinden destek almaya çalışmaları gibi elini uzatır. Anne bu uzanan elin ne anlama geldiğini çok iyi bilerek hemen eli memesine götürür. Bir anne ile bebek arasındaki en güçlü ve özel bağ memedir. Bebekler aslında emme eylemini yaparken en büyük hazzı yaşarlar. Ya da emmeyen bebeklerin cinsel organları ile oynayarak hazza ulaştıklarını bilmekteyiz. Yani emme ve mastürbasyon birçok açıdan benzerlikler gösterir. Zaten dikkat edersek çocuk annesinin memesini sıkarken tıpkı ağızdaki açma kapama hareketini yani emme refleksini yerine getirir. Çocuk bir yandan annesinin memesini eliyle sıkar anne de eliyle oğlunun penisi ile oynar. Anne eli ve memesi ile oğluna bir yandan cazibesini bir yandan da sevgisini ve merhametini verir. Ama yaşadıkları o kadar ağırdır ki bir süre sonra kendini tutamayarak ağlamaya başlar. Çocuğun haz alma seslerine annenin ağlama sesleri karışır. Bir de tüm bunlara istemeyerek şahitlik yapan eşyaların sesi gelir kulaklara. Annenin burada dişini sıkarak ağlamasında da küçük çocuğu üzülmesin diye ağladığını saklayan anne profilini görürüz. Bu anlarda pişmanlığın, acının en katmerlisini yaşayan baba vardır kapının hemen arkasında. Duyduğu sesler bugüne kadarkilerin en ağırıdır. Yeni doğan bebeğini karısından kıskanan babadan daha öte bir şeydir şuan yaşanan acı. Sonunda çocuk hazzın en zirvesine çıkar. Anneyi bu anlarda emerek uyuyan bebeğini yatağa yatırıp memesini sutyeni içine yerleştiren anne edasıyla izleriz. Son olarak çocuğunun yorganını düzelterek odadan görevini en layıkıyla icra etmiş ama odaya girerkenki halinden daha da yorgun ve zavallı halde dışarı çıkarken görürüz.


O AN: La Piel Que Habito


Yaratanı Sevme Yarattığından Ötürü

İspanya doğumlu ayrıksı yönetmen Pedro Almodovar, bugüne kadar çektiği hemen hemen her filminde cinsiyet meselesine kafa yormuştur. Özellikle Todo Sobre Mi Madre, La Mala Educacion ve La Piel Que Habito cinsiyet meselesine bakış açıları ile yönetmenin filmografisinde birer başyapıttırlar. Ki “La Piel Que Habito’’ sadece bu meseleleri gündemine almakla kalmaz homofobik bakış açısına da korku dolu dakikalar yaşatır. Film insanoğlunun erkek ya da kadın yaratılma ve o şekilde yaşama mantığını alt üst eder. Eldeki erkeklik malzemesiyle bir kadın yaratan Doktor Robert Ledgard çağımızın Doktor Frankenstein’i oluyor adeta. Fakat bu kez Doktor Frankenstein’inki gibi bir yaratık değil güzeller güzeli bir kadın çıkıyor ortaya. Ne var ki yeni ismiyle Vera bu durumu asla kabullenemez. Vera’nın yaratıcısına(Tanrısına) ilk karşı gelişi izlediğimiz sahne konuşulmayı fazlasıyla hak ediyor.

Sahne Vera’nın yaratıcısı tarafından yeni derisinin daha iyi iyileşebilmesi için ona verilen kıyafeti adeta bir ritüel havasında giymesiyle başlar. Aslında Vera bu kıyafeti giymeye başladığı andan itibaren düşmanına karşı ölümüne mücadeleye hazırlanan bir savaşçı olur. Üzerine giydiği kıyafet de kuşandığı zırhıdır. Ve zırhını giyerken son dokunuşu yapmak için düşmanından( Robert’dan) yardım ister. Son ve en önemli dokunuş Robert tarafından yapıldıktan sonra Vera (Vera’nın içinde hala yaşayan Vicente) bugüne kadar yaptığı pasif direnişten aktif direnişe geçer; Robert’i seri bir şekilde yaptığı birkaç hamle ile yere serer. Aynı anda da Alberto Iglesias’ın bestelediği müzik bu koşuşturmalı, adrenalinin yükseldiği sahnelere eşlik eder. Vera hızla odadan çıkıp kaçmaya çalışsa da Robert çok çabuk kendini toparlayarak çıkış kapısını otomatik olarak kilitler. Bu anlarda özellikle ilk olarak oda kapısı kilidine daha sonra ise dış kapı kilidine yakın çekim yapıldığı gözlerden kaçmaz. Kapının kilitlenmesi ile tekrar iktidarı ele geçiren Robert sakin ve emin adımlarla silahını eline alarak Vera’ya doğru ilerler. Vera da mutfaktan eline geçirdiği bıçakla çıkagelir. Robert tam da bir Tanrı edasıyla merdivenlerin yukarısında Vera ise aciz bir kul olarak en aşağıdadır. Kamera Robert’in bulunduğu konumdan Tanrısal bakış açısı ile Vera’yı bize gösterir. Ayrıca Vera yerdeki halının tam da kırmızı renkli bölgesinde durmaktadır. Bir bakıma yaratıcısına karşı gelmiş, günah işlemiştir. Bu nedenle alarm bölgesindedir. Ne var ki yaratılanın tanrısına boyun eğmeye niyeti yoktur; Vera, Robert’i kendini öldürmek ile tehdit eder. Robert’i öldürme girişiminde bulunmaz. Zira Robert’in elinde daha güçlü bir silah vardır şuan. Tek yapabileceği tıpkı ebeveynlerini ilgisiz kaldığı için üzmeye çalışan çocuklar gibi kendini öldürerek Robert’i cezalandırmaya kalkmaktır. Robert asla bu tehdide ihtimal vermeyerek Vera’ya doğru ilerlemeye başlarken Vera elindeki bıçağı gözünü bile kırpmadan boğazına geçirir. Etrafa sıçrayan kanlarla birlikte sahne son bulur. Bir nevi kendisiyle istediği gibi oynayan yaratıcısına en büyük cezayı verir. Vera’nın üzerindeki kıyafetin ve yüzündeki maskenin ona bir balerin havası kattığını, ayrıca hareketlerinin de bir dans gösterisini anımsattığını düşünebiliriz. Bu açıdan yola çıkıldığında sonunda yapılan intihar akıllara Kuğu Gölü Balesi’ni de getirmiyor değil. 


O AN: Amores Perros



Umudun Bittiği Yer…

2000 yılında, Alejandro González Iñárritu isimli Meksikalı bir yönetmen Amores Perros adlı bir film çekerek sinema dünyasını tabiri caizse kırıp geçirdi. Yönetmenin ilk uzun metrajı olan bu film birçok açıdan yeni yönetmenlere esin kaynağı olan, defalarca izlenilen, sinema ile ilgili ilgisiz herkesin bildiği bir başyapıttır. Özellikle köpeklerle ilgili değindiği meseleler çok önemlidir. O güne kadar yapılmayan bir şeyi yapan yönetmen kendisinden sonra yönetmenliğe başlayan birçok kişiye bu yönüyle örnek olmuştur. Zira ülkemizde geçen yıl vizyona giren Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü alan Kaan Müjdeci filmi ‘’Sivas’’ , yine geçen yıl izlediğimiz yabancı yapım ‘’ Whıte God’’ ve son olarak bu hafta seyirciyle buluşan bir Emin Alper filmi ‘’Abluka’’ köpeklere insanoğlu tarafından yapılan zulmü gözler önüne sermesiyle akla hep Amores Perros’u getirirler. Bu filmlerin ve hatırlayamadığım birçok filmin Amores Perros’dan ilham aldığı tartışılmayacak bir gerçektir. İnsanoğlunun hadsizce hayvanlara (köpeklere) yaptıkları işkencenin geriye dönüşünü izlediğimiz yürek kaldırmayacak bir sahneyi zorlanarak da olsa hatırlamaya ve anlatmaya çalışacağım.

Sahne El Chivo’nun eve girmesiyle başlar. Onu kapıda daha evden çıkmadan önce iyileştiğine kanaat getirdiği yeni köpeği karşılar. Kendisini kapılarda karşıladığını görünce sevinçle onu okşamak için eğilen El Chivo ellerinin kan içerisinde kaldığını fark ederek endişelenir. Lakin seyirci olarak bizi yönetmen, El Chivo’dan bir adım öne koyar; biz El Chivo’dan önce eve girmiş onu içeride karşılamışızdır. Zaten yeni köpeğin geçmişini bildiğimiz için de neler olmuş olabileceği konusunda tahmin yürütebilmekteyizdir. Fakat insanlardan umudunu kesmiş sevgisini ve şefkatini kızı dışında sadece köpeklere yöneltmiş biri olan El Chivo’nun aklından bizim tahmin ettiklerimiz asla geçmez. İşte böyle bir bilinmezlik içerisinde içeriye yönelen El Chivo, gördükleri karşısında resmen yıkılır. Bu yaşadıkları El Chivo’nun tüm hayatı boyunca yaşadığı belki de en büyük acılardan biridir; hayatını paylaştığı, gözü gibi baktığı tam dört tane köpeği(evladı) yerde kanlar içerisinde yatıyordur. El Chivo’nun yüzündeki acı tarif edilemeyecek kadar etkileyicidir. İlk şoku atlattıktan sonra yavrularının yanına koşup onları uyandırmaya çalışan El Chivo, iki tanesinin(Flor ve Frijo) kesin öldüğünü anlayınca daha fazla dayanamaz ve belindeki silahı bunları yapan Cofi’nin kafasına çeker. Ama tabii ki tetiği çekemez. Artık kafasında her şeyi çözen El Chivo suçun köpekte olmadığını bilecek kadar çok şey görmüştür bu hayatta. Bir hayvanın doğasını kendi zevkleri ve hırsları için bozan, onları bir oyun aracı gibi kullanan insanları tanımaktadır ne de olsa. Bu nedenle ilk yürek acısıyla çıkan silah yine aynı acıyla tekrar yerine girer. O masum surattan da anlaşılacağı gibi Cofi’nin hiçbir günahı yoktur. Bu köpeklerin katili Cofi’ye hiç de doğasında olmayan bir şeyi öğreten insanlıktır. EL Chivo, Cofi’den sadece öfkesini almak ya da yaptığının yanlış olduğunu anlatmak için onu biraz sarsmakla yetinir ve hala nefes almakta olan Gringuita’yı kurtarma umuduyla kucağına alır. Ve sahne burada sob bulur. İnsanlıktan umudunu kesmiş kendi türünü hayatını devam ettirebilmek için öldüren El Chivo ile insanlığın elinde bir canavara dönüşerek kendi türünü hayatta kalabilmek adına vahşice katleden Cofi’nin baş başa kalmasıyla son bulur hikâye.



O AN: Taxi Driver


Ölüme ‘’Kafa’’ Tutmak

Hollywood sinemasının usta yönetmenlerinden Martin Scorsese’in her filmi birbirinden başarılı ve ödüle layıktır. Fakat Taxi Driver birçok filme esin kaynağı olmuş örnek bir filmdir. Film, Oscar’a birçok dalda aday olsa da hiçbirini alamamış ama sinefillerin gönlüne taht kurmuştur. Senaryosu, oyunculukları, müzikleri, kamera kullanımı ile parmak ısırtan bu mükemmel yapımın bol kanlı, şiddet dolu anlarına bir yolculuk yapalım hep birlikte.

Travis Bickle’nin ilk leşini yere sermesinden sonra İris’in fahişelik yaptığı otele hızlıca girmesi ile başlar sahne. Zaten otele girmesiyle birlikte film boyunca görmediğimiz adrenalini yaşayacağımız sahneler başlar. Öncelikle Travis’in yeni imajından biraz bahsetmek gerek. Travis’in mohawk saç stili ve üzerindeki askeri tarzdaki ceketi onun zaten filmin başından beri var olan ırkçı yapısının artık tamamen faşizan bir boyut kazandığının göstergesidir. Bu kafa yapısıyla kendisini tam bir savaşın ortasında zanneden(Vietnam savaşı gazisidir kendisi) Travis, İris’i saplandığı bataklıktan kurtarmak amacıyla bir süper kahraman edasıyla ölüme ve ölümüne yürür. Tüm filme olduğu gibi otele de hâkim olan kırmızı renk karşılar Travis’i.  Öncelikle koridorda karşısına çıkan otel sahibini elinden vurur. Yüzüne sıçrayan kanları görmemizin hemen arkasından art arda oteldeki üç odanın kapısı karşılar bizi. Bir nevi kamera İris’in odasını aramaktadır. Sonuncu kapı İris’in odasıdır ki odada silah sesine iş üstündeyken tepki veren İris’in yüzünü görürüz. Hemen ardından kamera yine Travis’dedir. Travis’in ifadesiz kanlı yüzüne kamera odaklanmışken tekrar silah sesi duyarız. Fakat bu kez ses Travis’in silahından değildir. Aksine bu kez hedef Travis’tir; tam da boynundan vurulan kahramanımız hiç korku ya da panik yaşamadan kendisini engelleyen kişiyi tek kurşunla yere serer. Ve burada muhtemelen kurşunu biten silahı bırakır. Zira cephanesi fazlasıyla vardır. Gereksiz yere kurşun takmak için oyalanmaya gerek yoktur. Travis işini temiz yapmak adına yere serdiği adamı tamamen hakladığına emin olduktan sonra İris’in odasına doğru ilerler. Arkasından ise yarısı havaya uçmuş elinin acısıyla onu engellemeye çalışan ve ona küfürler yağdıran otelci adam gelir. Bu sırada da seslerden dolayı dışarı çıkan İris’in müşterisi Travis’i hedef aldığına pişman olur; Travis, üzerinin çeşitli yerlerine yerleştirdiği birbirinden değerli intikam araçlarından bir başkasını çıkararak müşteriyi de halleder. Son olarak otelcinin diğer elini de bıçakla cezalandırdıktan sonra İris’in çığlıkları arasında otelcinin işini tamamen bitirir. En etkileyici olanı da sonuncusudur kuşkusuz. Duvara sıçrayan kan lekeleri ile içerisinin kırmızı loş ışığı mükemmel uyumu yakalar.  Kulaklarda İris’in çığlığı, hafızalarda duvardaki kanların izi kalır geriye.