1 Kasım 2015 Pazar

Oldboy: İntikam Soğuk Yenen Bir Yemektir


Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park’ın 2003 yapımı Oldboy filmi, Japonya’da yayınlanan bir mangadan(anime çizgilerden oluşan çizgi roman) esinlenir. Park’ın intikam üçlemesinin ikinci filmi olan Oldboy, başta Cannes Film Festivali’nde jüri özel ödülü olmak üzere birçok festivalden ödülle döner. Filmin bu başarısını her zamanki gibi fırsata çeviren Hollywood aynı isimle 2013 yılında filmi tekrar çeker. Fakat değil aynı başarıyı yakalamak yanından bile geçemez. Spike Lee tarafından uyarlanan film aslını yaşatmaktan başka bir şey yapamaz.  Sadece orijinalinin kıymetini daha iyi anlayabilmek için izlenebilir o kadar.
Film, Oh Dae-Su’nun bir binanın çatısında intihar etmek üzere olan adamı kravatından tutarak kurtarırken görmemiz ile başlar. Daha sonra flahsback ile on beş yıl öncesine dönülür. Filmin ilk yarısı geçmişi anlatarak geçer. Dae-Su adındaki evli ve bir kız çocuk babası olduğunu anladığımız adamın kaçırılarak bir odaya hapsedilmesi ve burada on beş yıl boyunca tutsak kalmasını anlatır. Soru işaretlerinin doruk noktasında olduğu bu bölüm tabiri caizse Dae-Su ile birlikte bizim de beynimizi kemirip durur. Dae-Su bu bilinmezliğe ilk başta direnmeyerek ölmek istese de kararını değiştirerek intikam yemini edip, çalışmaya başlamayı tercih eder. İntikam isteği duymadan önce akıl sağlığını yitirme noktasına gelmişken aldığı karar her şeyi değiştirir. Artık sağlıklı bir akılla plan yapmaya, çalışmaya başlar. Tam da kendi elleriyle on beş yıldır uzak olduğu dış dünya ile bağlantıya geçecekken bu gayrı resmi tutsaklık son bulur. Dae-Su ’yu yine intihar etmek üzere olan adamın yanında buluruz.   Filmin buradan sonrası, yani ikinci yarısı ise Dae-Su’nun intikam planını gerçekleştirme (gerçekleştirememe) macerası olarak ilerler.

Oldboy sadece şiddet ve seks sahnelerinin pompalandığı içi boş bir film değil. Tabii ki şiddet sahneleri de seks sahneleri de var ve oldukça da başarılı; Dae-Su’nun dört dakikalık tek çekimden oluşan dövüş sahnesi hem oyunculuk hem kameramanlık hem de yönetmenlik harikasıdır. Bir felsefesi, söylemek istediği önemli meseleleri var filmin. En önemlisi ise çoğu film gibi meselesini aktarmakta da sorun yaşamaz; her şeyi o kadar incelikli bir şekilde yerleştirir ki film izleyenleri bittikten sonra da bu meseleler üzerine kafa patlatmaya zorlar. İntikam içerisinde bir intikam hikayesi barındırır film. İntikam hikayesi denilince ilk akla gelen Alexander Dumas’ın roman kahramanı Monte Kristo Kontu’nun ismi de duyulur filmde.  Monte Kristo Kontu da on dört yıl boyunca tutsak kalır, özgür kaldığında ise aklında olan tek şey intikam almak olur. Gerçi intikam arzusu ile yanıp tutuşan biri ne kadar özgür olabilir? İşte Dae-Su da serbest bırakıldıktan sonra aslında yine özgür olamaz; Woo-jin Lee, Dae-Su’ya sürekli şimdi de büyük hapishanede olduğunu söyler. Gerçekten de Dae-Su tek odalı bir hapishaneden kocaman bir hapishaneye düşer. Elbette ki bu büyük hapishane insanı iyice çileden çıkarır. Dae-Su tutsakken izlediği televizyonda Frankestein’in canavar sahnesi görünür. Dae-Su intikam arzusu ile büyük hapishanede sürüklendikçe tıpkı Frankestein gibi canavarlaşır. İşte Frankestein ve Monte Kristo Kontu Dae-Su’yu anlatmak için kullanılan güçlü metaforlardır. Filmin en büyük metaforu ise hipnozdur; Dae-Su’nun tutsak olduğu odanın duvarları, şemsiyenin desenleri, Woo-jin Lee’nin Dae-Su’ya verdiği mendilin deseni, sürekli açılmayı bekleyen kutuların deseni mandala şekillerinden oluşur. Mandala bir mediyasyon aracıdır; hipnoz yapılma aşamasında oldukça etken olduğu bilinir. Birçok defa hipnoz edilen Dae-Su’nun etrafı bu desenlerle doludur. Yaşadıklarını unutturmak için ya da yaptırmak istediklerini yaptırmak için hipnoz yapılır Dae-Su’ya. Lakin o hayatı için en önemli olayı hiçbir hipnoza tabi olmadan unutur. Filmin de asıl meselesi olan bu mevzuyu Lee’nin de söylediği gibi Dae-Su yeterince önemsemediği için unutur. Dae-Su hatırladığında ise her şey çok geç olmuştur. Ama Dae-Su’nun bu hatırlama sahnesi hem onun için hem de biz izleyiciler için filmin en etkileyici anlarıdır. Dae-Su bazı şeyleri tam da bu hatırlama anında anladığı ve tüm düğümlerin çözüm noktasını bulduğu için çok önemlidir. İzleyiciler için de düğümün çözüldüğü hem de sinematografinin konuştuğu anlar olması nedeniyle önemlidir; Dae-Su o anları hatırlarken kimi zaman gençliğine kimi zaman şimdiki haline döner, tabiri caizse şimdiki hali gençlik halini kovalar.
Filmin finalinde ise düğümlerin çoğu çözülmüş ama asıl intikam planının son hamlesini daha yapmamıştır. Dae-Su’yu bekleyen bir kutu vardır. Kutu açıldığında tıpkı Pandora’nın Kutusu gibi her şey ortaya dökülür. Dae-Su için geriye kalan her şey önemini yitirir. Kutu açıldıktan sonra Dae-Su’nun yaşadıkları tam bir oyunculuk harikasıdır; çoğu doğaçlama çekilen bu sahnelerde oyunculuk tüm yükü sırtlar. Park’ın suçlu suçsuz belirtmediği, taraf tutmadığı filmde kişilere değil de en büyük cezayı bir organa keser. Dae-Su vesilesiyle bu organı iğdiş ettirir zaten.

Şekillerin(mandala), renklerin(özellikle mor), müziklerin, şiddetin ve erotizmin kol gezdiği Oldboy, izlenmeye, konuşulmaya, sorgulanmaya değecek bir filmdir. Ensest mevzusunu tıpkı bir tıp hocası gibi sedyeye yatırıp ameliyat eder Park. Amacı ise ders vermek değil öğrencilerine(izleyicisine) sorgulatmak, düşündürtmektir. Kaçmak isteyip, göz ardı ettiklerimizi, tabiri caizse arkamızdan kovalayarak, elimizle tıkadığımız kulaklarımıza var gücü ile bağırarak yapar bunu. İyi de yapar.

Nefesim Kesilene Kadar: Serap’ın Gördüğü ‘’Serap’’


2012 yılında kadınlarla ilgili Gönül Kadınları adlı bir belgesel film çeken Emine Emel Balcı yönetmenlik yolculuğuna ilk uzun metraj filmi Nefesim Kesilene Kadar ile devam ediyor. Ülkemizde ilk olarak 34. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkan film bu hafta vizyona giriyor. Emine Emel Balcı bir kadın olarak yine bir kadının çetrefilli hayatına odaklanıyor.
Film, Serap (Esme Madra)adlı genç kızın çok erken yaşta gerçek hayatla tanışması ve hayalini gerçekleştirmek adına onunla tabiri caizse bir savaşçı gibi mücadele etmesini anlatır. Üstelik Serap’ın öyle zannedileceği gibi büyük büyük hayalleri yoktur. Tek istediği hiçbir zaman yaşamadığı sıcak aile yuvasına kavuşmaktır. Bu yuva özlemini babası ile kurmak isteyen Serap önceleri oldukça saf ve temiz duygularla didinirken zamanla çevresindekiler onu savaşta hile yapmaya zorlar. Şayet ne yaparsa yapsın, Serap’ı zamanla tanıdıkça her yaptığına seyirci olarak hak vermemek elde değildir.
Nefesim Kesilene Kadar’ı izlerken ülkemizde son dönemde izlediğimiz ve oldukça başarılı olmuş birkaç yapımın akla gelmemesi mümkün değil. Öncelikle Zeynep adlı karakterin hayata tutunma mücadelesini anlatan ve izleyicilerin suratına tokat gibi çarpan hikâyesini konu alan Zerre ilk anımsadığımız film olur kuşkusuz. Yine çevresindekilerin ona yardım etmekten çok köstek olduğu, hayatta kaldıramayacağı görevleri üstlenmek zorunda kalan Feride’nin öyküsü olan Köksüz filmi de hatırlanan bir diğer yapım olur. Gelgelelim tanıdıklık hissini en çok 2012 İran yapımı Wadjda filmini izleyenler yaşayacaktır. Zira Serap’ın da tıpkı Wadjda’nın ki gibi çok küçük masum bir hayali vardır. Lakin birçoğumuza göre oldukça mütevazı hayaller Wadjda ve Serap gibiler için Everest’in tepesine tırmanmak kadar zorlu bir yolculuktur. Hayallerindeki bisikleti almak için niyeti çizdiren Wadjda gibi Serap da sadece aile sıcaklığını hissedeceği bir ev için çevresindekileri basamak gibi kullanmaktan çekinmez. Bu iki kahramanımızın ‘’Amaca giden her yol mubahtır’’ anlayışı seyirci olarak onları yargılamamıza sebep de olmaz. Olsa olsa onlarla tam bir özdeşlik kurmamızın önüne geçer. Ki bu da seyircinin duygularını kullanmadığı için çok yerinde bir tercihtir. Şunu da unutmamak lazım ki Serap’ın bir nevi de büyüme hikâyesi diyebileceğimiz Nefesim Kesilene Kadar, bizi referans gösterdiğim diğer filmlerdeki gibi yan karakterlerin hikâyelerine de bulaştırmaz; filmin merkezinde tam olarak Serap vardır. Diğerleri Serap’ın hayatında var oldukları kadar vardırlar.
Geçmişten bu yana Yeşilçam ile şimdi de ucuz romanslarla ya da dizilerle sunulan yalan hayatlardan beslenmez Emine Emel Balcı. Gerçek hayatın zengin bir koca bulup mutlu olmak ile alakasının olmadığını bildiği kadar seyircisinin de tıpkı kendisi kadar akıllı olduğunu düşünür. Masallardaki hayatları yaşamayanlara yönlendirir kamerasını. Birçoğumuzun görmediği hatta görmek, bilmek istemediği mekânları yansıtır perdeye. Her akşam dizilerde izlediğimiz yalıların, fabrikaların yerine merdiven altı atölyeleri, ucuz otel odalarını sokar gözümüze. En önemlisi de iyilik timsali Külkedisi, Hansel ve Gretel gibi ancak masallarda dinlendiğinde inanılacak kahramanlar yerine Serap gibi gerçekçi bir karakter çıkarır karşımıza.


Serap’ın peşi sıra sürüklendiğimiz, yapmacıklık hissini asla yaşatmayan tam da hayatın ortasından bir film Nefesim Kesilene Kadar. Esme Madra’nın mükemmel oyunculuğu, bire bir gerçek mekânların yarattığı gerçekçilik hissi çok etkileyici. Her şeyin görmezden gelindiği, yoksulluğa, açlığa ve en önemlisi ölümlere bile kayıtsız kalınan ülkemizde Serap’ın hikâyesi ne kadar görülür ya da ne kadar etkili olur bilenmez ama en azından hala insanlığını kaybetmemiş, sinemaya tutunan kesime iyi gelecektir. 

O AN: Lost Highway


Videodaki Cinnet Anları
Sinemanın aykırı ismi David Lynch, yaptığı filmlerle anlaşılamayan hatta anlaşılmak istenmeyen yönetmenlerden biridir. Özellikle Mulholland Drive ve Lost Highway, izleyicileri oldukça zorlayan filmlerindendir. Hatta Lost Highway sinefillerin defalarca izleyip kafa patlattığı, felsefecilerin kafa yorduğu, üzerine belgeseller çekilen ender bir yapımdır. Lynch ise filminin anlaşılması için yapılan bu çabalardan hiç hoşnut olmadığı gibi bu gayreti de her zaman küçümsemiştir. İşte böyle bir filmden yine çok etkileyici bir sahneyi yorumlamak isterim.  
Sahne David ile Renee’nin evlerinin salonunda başlar. David elinde üçüncü kez aynısından gelen sarı zarf ile salona gelir. İçerisinden her zamanki gibi çıkan videokaseti oynatıcıya yerleştirir. David fazlasıyla tedirgin bir durumda videoyu izlemek için koltuğa oturur. Yalnız yolunda gitmeyen bir şey vardır; daha önce gelen iki videoyu Renee ile birlikte izlemişken bu kez Renee’yi çağırmadan izler. Bu durum çok önemli bir ayrıntıdır. Videodaki görüntü daha öncekilerde olduğu gibi Davidlerin evinin dış görüntüsü ile başlar. Daha sonra evin içinden görüntülere devam eder. Görüntü yatak odasına doğru yöneldikçe David’in daha da gerginleştiğini araya giren yüz ifadesinden anlarız. İşte sahnenin en can alıcı, şok edici anı devreye girer. Görüntü tam olarak yatak odasına geldiğinde görüp görülebilecek en vahşet dolu görüntü karşımızdadır; güzeller güzeli Renee’yi (sinemanın görüp görebileceği en etkileyici Femme Fatelelerinden biri) yerde kanlar içinde, paramparça bir durumda görürüz. Renee bu haldeyken David’i de onun başında elleri kan içinde buluruz. Zira Renee’ye bunu yapan tam olarak David’dir. Video görüntüsü ile izlediğimiz bu anlar tek bir karede gerçek görüntü olarak netleşir. İşte o karede vaziyetin ciddiyeti daha net görülür. Her tarafa yayılan kan, insanın içinin kaldırmayacağı noktadadır. David’in ise o anlarda tüm bunları kaydeden kameraya doğru bakması oldukça ilginçtir. Sanki bir nevi kameraya tüm bu görünenlerin marifetinin sahibi olarak poz verir. Bu kareden sonra tekrar video görüntüsü devreye girer ve kurbanın yüzüne odaklanarak sonlanır. David sanki bunları kendisi yapmamış da ilk kez görüyormuşçasına şok olmuş durumdadır. David’in evde kendini gösterecek kimse yokken böyle davranması gerçekten de hiçbir şeyi hatırlamadığını, muhtemelen tüm bunları bilinçsiz şekilde yaptığını ispatlar. Sarsılmış bir durumda ayağa kalkarak ‘’Renee’’ diye bağırmaya başlar. Daha bağırması ile birlikte David’i sorgu odasında sandalyede sorgu polislerinden biri tarafından suratının tam orta yerine okkalı bir tokat yerken buluruz. Ve aynı anda da polisin ağzından büyük bir tiksinti ile çıkan ‘’KATİL’’sözü dökülür. David’in burnundan kan gelir. Dağılmış durumdadır, elleri titrer bir halde hala inanamayarak polislere; bana mı katil diyorsunuz diye sorar. İşte bu şok edici sahne sadece Lost Highway’in değil sinemanın da gelmiş geçmiş en etkileyici sahneleri arasındadır.




FİLMEKİMİ


Me and Early and Dyling Girl – Ben, Early ve Ölen Kız
Bugüne kadar izlediğimiz en iddaalı büyüme hikâyelerinden biri Me and Early and Dyling Girl. Ergenlik çağındaki Greg, az sayıdaki arkadaşı(?) –özellikle lösemi hastası olan Rachel- insanları önemsemeyi, dostluğun ne anlama geldiğini öğreniyor. Bu süreç elbette yer yer hüzünlü oluyor. Fakat yönetmen Alfonso Gomez-Rejan bu hüzünlü hikayeye komediyi öyle bir güzel yerleştiriyor ki, hiçbir zaman filmini duygu sömürüsüne dönüştürmüyor. Özellikle sinema tarihinin vazgeçilmez yapıtlarını bu eğlenceye dâhil olması filmin en büyük artılarından. Bu filmi en başta ergen olmak üzere her yaş grubunun izlemesi gerekiyor.

Mia Madre – My Mother – Annem
Kendi de dahil olmak üzere kimseye hayrı olmayan bir anne, yönetmen,, çocuk, eski eş, kardeş, eski sevgili Margarita. Durum böyleyken aksi gibi çevresindekiler ona inat hayat dolu, fazlasıyla olumlu kişiler. Böyle bir durumda Margarita, kendini yargılamaktan çok fazla kaçamıyor. Mia Madre, Margarita’nın annesinin hastalık sürecine paralel ilerleyen, kendini sorgulama sürecine gözlemci yapıyor biz seyirciyi. Bu sürece Margarita’nın toplumsal içerikli filminin çekimleri de ekleniyor. Böylece Margarita’nın rüyaları, hayalleri, çekilen film sahneleri, flashback ile tanık olduğumuz geçmiş zaman birbirine karışıyor. Seyirci olarak hangisinin gerçek, hangisinin kurmaca, hayal, rüya olduğunu kestiremiyoruz. Bu anları ayırt ederken biraz yoruluyor olsak da emin olun buna değiyor.

Tale of Tales – Bir Varmış Bir Yokmuş
Masalları sever misiniz?
Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler, canavarlar, cadılar, periler… Hepsi fazlasıyla Tale of Tales’de. Pireyi deve yapanların, çirkini güzel, bakireyi anne, güçsüzü galip yapan bir Dünya’nın içine sokuyor yönetmen Matteo Garrane bizi. Çocuklara anlatılan –aslında fazlasıyla korkunç olan masallar- en gerçek halleriyle asıl sahiplerine(yetişkinlere) ulaşıyor bu film sayesinde. Tale of Tales’i izlerken bir yandan çocukluğunuzda dinlediğimiz masalları hatırlayıp güzel günleri yad ediyor bir yandan da bir yandan da küçükken o savunmasız kalbimiz bu dünyayı –gücü elinde bulunduran erkin, kendi menfaati uğruna yaptığı insanlıktan uzak davranışları- nasıl kaldırmış diye sormadan edemiyor insan.

Ex Machina
Tam bir ‘’Boynuz kulağa geçer.’’ Filmi Ex Machina. Sanal zekânın iki erkek tarafından test edildiği ya da sanal zekanın onları alt ettiği bir hikayenin içinde bulacaksınız kendinizi. Ava adlı insanoğlunun duygu dünyasından nasibini almamış sanal zekâ, zekâsı ve sinsiliği ile izleyenleri oldukça şaşırtıyor.

Slow West-Sakin Batı
Bugüne kadar izlediğim yol hikâyelerinden kafası en dumanlılarından biri Slow West. Western türüne yeni bir soluk getiren bu indie western tarzında çekilen Slow West izleyici içine almakta hiç sorun yaşamıyor. Amaçsız bir şekilde yollarda yaşayan Silas ile ne istediğine adı gibi emin olan ve tam gaz ilerleyen Jay’in abi kardeş boyutuna kadar taşınan hikâyesi Slow West. Bir o kadar da Amerika’nın tarihine okkalı bir tokat atıyor film.   

The Lobster
Yorgos Lanthimos’un dispotik bir ortamda geçen filmi The Lobster, faşizmin Dünya’da geleceği son noktayı gözler önüne seriyor. Bugün Dünya’yı kasıp kavuran sorunlar önemsizleştiğinde öyle şeyler suç olur ve acımasızca cezalandırılırsa ne olur? Muhteşem atmosfer, absürd espriler, huzursuz edici sekanslarıyla seyirci başkarakter ile birlikte adeta var olan düzene baş kaldırıyor.

Youth-La Gıovınezza-Gençlik
Paolo Sorrentıno Oscar’lı La Grande Bellezza filminde hayattan zevk almaya devam eden yaşlı karakter yerine La Gıovınezza’da kariyerlerini sonlandırma arifesindeki ihtiyarların geçmişleri ile yaptıkları muhakemeyi odağına alıyor. Fellini esintilerini bol bol hissettiğimiz La Gıovınezza, özellikle 8½  filmini akla getiriyor. Hepsi birbirinden renkli karakterlerin muhteşem bir şekilde bir araya gelişini izlediğimiz bu film, Sorrentıno’nun çıtayı daha da yükselttiğini ispatlıyor.    

Carol
Sinematografi anlamında çok iyi bir film Carol. Ama beklediğim heyecanı, etkileyiciliği ne yazık ki bulamadım. Cate Blanchett gibi güçlü bir oyuncunun her zamanki olağanüstü performansı da filmi kurtaramıyor. Zira onun dışındaki oyunculuklar Blanchett’in yanında çok silik kalıyor. Böylesine önem arz eden, toplumsal bir meseleyi filmde izlerken o duyguyu hissedemememin suçlusu ben değilim diye düşünmeden edemiyorum. Filmi izlerken Blanchett gibi taptığım bir oyuncunun muhteşem performansı bile beni olayların içine sokamadı ne yazık ki.

Baskın
Ülkemizde sadece dini motifli korku filmleri (üstelik çoğunluğu kötü)izlemekten dolayı yerli korku filmlerinden neredeyse ümidimizi kesmiştik. Lakin genç yönetmen Can Evrenol, filmiyle sinemamıza olan inancımızı tazeledi. Baskın, B tipi bir korku filmi. Hem de ilk filmini çeken bir yönetmen için gayet başarılı. Sinematografi anlamında kusursuz olan Baskın, cast seçimi ve atmosfer konusunda da takdiri hak ediyor. Birçok kısa filmin uzun metraja dönüştürülürken yaşadığı gibi senaryo anlamında sıkıntılar yaşıyor elbette. Ama bu bol ödüllü, yerli sinema için öncü olan filmi ufak tefek aksaklıklar gölgeleyemiyor. Eğer ki türe meraklıysanız kesinlikle kaçırmamalısınız. Ama türe çok uzaksanız biraz düşünmelisiniz. Zira filmi izlerken kan banyosunda boğulabilirsiniz.

Mistress America

Noah Baumbach ile Greta Gerwig ikilisi Frances Ha’daki başarısını Mistress America’da da devam ettiriyor. Elbette Frances Ha’nın büyüsünü yakalaması mümkün değil. Ama aynı atmosfere, incelikli esprilere ve eleştirel boyuta bu filmde de fazlasıyla tanık oluyoruz. Otuzlu yaşlara gelmesine rağmen hayatına bir yön verememiş Brooke’in yaşadıklarına Tracy’nin gözünden yer yer hayranlık yer yer de acıma duygusu ile şahit oluyoruz. Bu şahitlik sırasında ise bol bol New York havası alıp eğleniyor, bazen de içlenip, sorguluyoruz. Birbirinden dertli iki kadının yaralarına merhem olma durumunu en naif şekilde anlatan Mistress America, kesinlikle övgüye değer.                                                                                                                                                                                    

O AN: Masumiyet


Kaderimse Çekerim…
Türkiye Sinemasının auter yönetmenlerinden en önemlilerinden biri kuşkusuz Zeki Demirkubuz’dur. 1994 yılında C Blok filmi ile başladığı kariyerine 1997 yılında Masumiyet filmi ile devam eder. Daha ilk filminde ödüllere layık görülen Demirkubuz, ikinci filmi ile ise zirveye yerleşir. Masumiyet, Yeşilçam sonrası ülke sinemasının üzerine serpilen ölü toprağını silkeleyen, yerli sinemaya olan umudu tazeleyen filmlerden biri olmuştur. Haluk Bilginer, Derya Alabora, Güven Kıraç gibi başarılı oyuncularıyla da bilinen filmi yönetmenin son filmi yakın zamanda vizyona girmişken hatırlayalım. Üç başkarakterin birlikte var olduğu, filmin en vurucu sahnelerinden biri dersem sanırım herkesin aklına gelmiştir hangi anlardan bahsedeceğim.
Sahne Bekir’in körkütük sarhoş bir şekilde otele gelmesi ile başlar. Zira Bekir, Uğur’un fahişelik yapmasına yıllar geçse de alışamamış, yine kendini rakının ve cigaralığın merhametine bırakmıştır. Bekir’in ayakta duramayan halini gören Yusuf hemen yardıma koşsa da Bekir’in küfür ve hakaretlerine hemencecik maruz kalır. Lakin Yusuf bunlardan alınıp, gücenecek değildir. Bekir abisini otel sahibinin de yardımıyla yukarı çıkarır. Yalnız daha yukarıya çıkmadan Demirkubuz kamerasını merdivenlerin yukarısına çıkarır; böylece daha o anlardan Bekir’e seyirci olarak baktığımız konumdan dolayı onu aşağılanmış, zavallı olarak görürüz. Yukarıya söylenerek çıkan Bekir, bunca yıldır hazmedemediği meselelerin acısıyla sık sık yaptığı gibi olay çıkarmaya kararlıdır. Uğur’un odasına yönelerek bağırmaya başlar. ‘’Nerdesin ulan orospu!’’ nidaları yükselir otelde. Bekir bağırırken bu kez de kamera öyle bir yerdedir ki Bekir kapıyı tekmeleyip, küfür ettikçe aslında seyirci olarak bizlere yapıyormuş gibi hissederiz. Neyse ki bizim için oldukça zorlu bu anlar çok uzun sürmez; kamera Bekir’in arkasına geçer ve bu esnada Uğur kapıya çıkar. Bekir’in yeri göğü ayağa kaldıran haykırmalarına karşılık Uğur fazlasıyla sakindir. Zira Uğur bu yaşananların kat be kat fazlasını yaşamıştır yıllardır. Zaten Masumiyet filmindeki hikâyenin, başlangıcını anlatan Kader filmini izlemiş olan seyirci de bilmektedir bunu. Ne çok kavga etmiş, ne çok hakaret işitmiş, intihara kalkışmış, ayrılık yaşamışlardır onlar. Lakin Bekir bu kez susmamakta, direnmekte kararlıdır. ‘’Herkese verdin, bana da vereceksin’’ diye tutturur. Binlerce kez yaptığı bu teklifin geri çevrileceğini bile bile yine de ister. İşte bu anlarda tansiyon iyice yükselir. Şayet artık Uğur da kopmuş o da bağırmaya isyan etmeye başlamıştır. Kararlıdır Uğur, asla ve asla Bekir ile birlikte olmayacaktır. Her ne kadar kara sevdaya tutulduğu hayatındaki tek aşkı Zagor için fahişelik yapıp, oradan oraya savrulsa da Bekir ile birlikte olmayacaktır. Sanmayın ki Bekir’den nefret ettiği için birlikte olmuyordur. Aslında Zagor’dan sonra hayatında en çok sevdiği birkaç kişiden biridir o. Lakin Bekir’i de bu pisliğine karıştırmamak için yıllarca reddetmiş, kovmuş, aşağılamıştır onu. Ama ne fayda. Uğur Zagor’un peşinden, Bekir de Uğur’un peşinden yıllarca sürüklenmiş sonunda bu kokuşmuş otel odasında aynı teraneleri yaşamaya devam ederken bulurlar kendilerini. Uğur, Bekir’in isyanından artık o kadar bunalmıştır ki odasına gidip silahını alarak Bekir’e doğrultur. Bu ana kadar olanları sadece izleyen Yusuf, önce Bekir’e sonra da Uğur’a engel olmaya çalışır. Zaten yapabileceği de sadece odur. Uğur yıllardır ona can yoldaşı, yol arkadaşlığı yapan adamı tabii ki öldüremez. Sonunda üçü de yerde yorgun düşmüş bir şekilde ağlarlar. Kamera odanın en köşesine çekilerek onların bu zavallı halini bizlere tüm çıplaklığı ile gösterir. Hayatın sillesini yemiş üç insan, üç tane asla kaderin onlara gülmeyeceği hayat.



SLOW WEST: Westernin ‘’Bağımsız’’lığı


Sinemanın doğumundan bu yana Amerika’nın Vahşi Batı topraklarında çekilen ve oldukça kapsamlı bir kültürü olan western türü var olmaya devam ediyor. Klasik, spaghetti, epik, neo gibi birçok alt türü olan western hala en sevilen türler arasında. Günümüzde tek başına western türünden ilerleyen filmler pek yapılmıyor belki ama birçok film westernden besleniyor. Western o kadar güçlü bir kaynak ki bütün türlerin yanında asaletiyle yer alıp, kapısını çalan her filmi büyük bir cömertlikle besliyor. Özellikle son yıllarda izlediğimiz The Homesman, The Dark Valley,The Salvatıon gibi filmler oldukça ilgi çekmişti.  Bunlardan The Homesman western türü ile feminist sinemayı buluşturmuştu.Bu filmlere son olarak bu yıl Filmekimi’nde gösterilen Slow West’i eklemek gerekiyor. Slow West de indie kafası ile westerni naif bir şekilde bir araya getiriyor. Western türünün görselliğinden yani Vahşi Batı’nın uçsuz bucaksız kıraç topraklarından değil de daha çok o topraklarda korkunun, şiddetin kol gezmesine odaklanıyor Slow West. İlk uzun metrajını çeken John Machelan’ın (kendisi aynı zamanda İngiliz indie rock grubu Beta Band grubunun müzisyenlerinden biridir)yönetmenliğini yaptığı filmde Michael Fassbender, Ben Mendelsohn ve Kodi Smit-Mcphee oynuyor.
Film, aristokrat bir ailenin daha ağzı süt kokan 16 yaşındaki Jay isimli oğullarının köylü bir ailenin kızına tutulmasıyla başlayan bir yol hikâyesi. Jay’in Rose’a olan sevgisi, Rose’u ailesi ile birlikte evlerini terk edip Batı’ya göç etmek zorunda bırakır. Tabii arkasından da sevdiğinin ardından sürüklenen Jay, Batıya çevirir rotasını. Zorlu yol koşullarında tanıştığı Silas ile birlikte yola devam eden Jan’in tek amacı Rose’a ulaşmaktır. Bu uğurda ilerlediği yolda, karşısına çıkan engellere asla izin vermez Jay. Silas ise Vahşi Batı’nın tüm şartlarını öğrenmiş ve her şeyi soğukkanlılıkla, usulüne uygun şekilde yapar. Silas ile Jay arasında bir abi kardeş ilişkisi gelişir. Burnunun dikine giden inatçı ve beceriksiz küçük kardeş ile fazlasıyla işinin ehli, olgun korumacı abi olarak yerleşirler kafamıza. Bıyıkları bile henüz terlememiş Jay’in her başını belaya soktuğunda Silas tarafından kurtarılması, kötülüklerden korumaya çalışılması çakallar sofrasında çok masum kalır. Bu iki erkeğin yol hikâyesi, çok yakın zamanda izlediğimiz yine westernden beslenen  ‘’Far From Man’’ filmini anımsatmaktadır.
Film en başta sınıf mevzusu olmak üzere, Amerika’nın adalet sistemi, Kızılderililere yapılan muamele gibi mühim meseleleri incelikle işleyerek, kurcalar. Beyaz ırkın sebepsiz yere öldürdüğü Kızılderililer, çocuklarının karnını doyurmak pahasına ölümü göze alabilen ebeveyniler, bir kâğıt parçasındaki -resmiyeti bile bilinemeyen- ilan sebebiyle yok olan hayatlar… Film bunların hepsini taraf belirtmeden sadece göstererek seyirciye derdini açık eder.

Flashbackler ile Jay ve Rose’un karakter derinliğini yaratan Machelan, bu özeni Silas’da göstermez. Jay ile ilgili bildiklerimizin yanında Silas ile ilgili neredeyse hiç bir şey bilmeyiz. Filmin en önemli ikinci karakterini de biraz tanısaydık filme daha iyi yansır diye düşünmemek elde değil.

Konsantre süresi, gece çekimleri, kamerası ile yaptığı şaşırtıcı oyunları ve elbette müzikleriyle Slow West göz doldurmayı başarıyor. Minimal bir western filmi festivalin coşkusuna sizi ortak etmek için salona bekliyor.  Bu arada filmin Sundance Film Festivali’nden de ödüllü olduğunu söylemek gerek.