Ölülerle Yaşayan Bir Adam: River
BBC’nin 2015 yılında yayınladığı altı bölümden oluşan
polisiye dizi River, başrollerinde orta yaş üstü üç cengâver oyuncuyu
buluşturuyor. Öncelikle İsveçli Stellan Skarsgård başta olmak üzere Nicola
Walker ve bu yıl Phantom Thread’daki performansı ile Oscar’a aday gösterilen Lesley
Manville’in performansları dizinin en önemli artısı kesinlikle. Londra’da geçen
bu diziyi direk bir İngiliz polisiyesi diye tanımlamak pek mümkün değil. Zira
dizinin daha çok İskandinav dizilerini andırdığı söylenilebilir. Ülkelerinde yaşanan her sıkıntının müsebbibi
olarak sorgusuz-sualsiz göçmenleri gören Avrupalıları eleştiren yapısı, dizinin
en önemli yönü diyebiliriz. Burnunun dibindekine bakmadan direk uzaktakini
hatta yabancı olanı suçlu olarak görerek birçok kez söküklerini görmeyen ve bu
sökükleri koca yırtıklara vardıran Avrupa’nın durumunu ifşa ediyor dizi.
İlk bölümde birlikte çalıştığı arkadaşını – ki aralarındaki
arkadaşlıktan ötesidir- bir cinayete kurban verdiği anlaşılan River (Stellan
Skarsgård), bir yandan bu cinayeti aydınlatmaya bir yandan da psikolojik
durumunun mesleğini icra etmesine engel teşkil etmediğine doktorunu ve
çevresini ikna etmesi gerekmektedir. Zira River, ölüleri yaşıyormuş gibi
çevresinde gören ve onlarla konuşan biridir. Aslında tam da bu yönünden dolayı
mesleğinde çok başarılıdır. Gördüğü hayaller (River bu gördüklerine hayalet
değil de manifesto demeyi tercih eder.) River’ın suçlularla empati kurmasını
sağlar. Gördüklerinden biri de Stevie’nin manifestosudur. Bu kişilerle
buluştuğu anlar kimi zaman çok öfkelenmesine, duygulanmasına ya da şaşırmasına
neden olduğu gibi büyük bir mutluluk yaşadığı zamanlar da yok değildir. Mesela
sezon finalinin bir sahnesi, tam da böyle bir anlara ev sahipliği yapar.
Tek Dinleyicili, Dev Konser
Altı bölümün sonunda Stevie’nin cinayeti çözülmüş, River ise
hayattaki en büyük dayanağı (iş arkadaşı, yoldaşı, sırdaşı, sevdiği, aşkı…)
olan kadına belki cinayeti çözerek sorumluluğunu yerine getirmiştir. Fakat hâlâ
ona etmesi gereken itirafı edememiştir. River, hâlâ Stevie’ye “seni seviyorum”
diyememiştir. Tıpkı Stevie’nin öldüğü gece de söyleyemediği gibi. Dizi, son
bölüm ile ilk bölümü tekrar buluşturarak cinayet ile ilgili tüm sürprizleri
yetmezmiş gibi biz seyircileri bir kez daha büyük bir sürpriz ile baş başa
bırakıyor. River, Stevie’nin vurulduğu gece yemek yedikleri Çin lokantasına
gider ve orada Stevie’nin manifestosu ile sohbet eder. Konu yine River’ın
Stevie’ye söyleyemediği itirafa gelince River yine söyleyemez ve kötü son bir
kere daha River’ın gözleri önünde canlanır. Sonra mı?
Dizinin tümüne sirayet eden Tina Charles’ın seslendirdiği I
love to love parçası devreye girer. River, tekrar canlanan Stevie’ye itirafını
yapmış, Stevie de “Bana şarkı söyle” demiştir. Söylenecek şarkı ise elbette
bellidir: I love to love…. River’ın dünyasında sokak, bol ışıklı bir sahneye
dönüşür bu anlarda. Film boyunca hâkim olan soğuk renkler, ilk defa yerini
sarı, sıcacık renklere bırakır. River, tek izleyicisi olan bir konser
veriyordur adeta. Stevie ise çığlık çığlığa konseri dinleyen bir dinleyicidir.
Ve dans… Tabii sahnenin büyüsüne çok fazla kapılmamamız için River’in
görüşünden sıyrılıp dışarıdan bir gözün o an orada neler gördüğünü de gösterir.
Fakat emin olun ne River’ın ne de biz seyircilerin umurunda değildir gerçek.
Gerçek nedir ki hem?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder