28 Ağustos 2020 Cuma

BİNA

Seksenli ya da doksanlı yıllarda izlediğimiz distopik filmlerdeki hemen hemen çoğu şeyi hatta bazı açılardan fazlasını bile yaşadığımız bir çağda distopik film çekme fikriyle yola çıkmak hayli iddialı bir arzu aslında. Üstelik çok uzun zamandır aynı hükümet tarafından adeta tekelden yönetilen bir ülkede… Zira özellikle karantina günlerini de düşünürsek her gün bir distopik filmin içinde uyandığımızı ya da bir kâbus gördüğümüzü düşündüğümüz süreçte bu anlamda bir film, biz seyircileri ne kadar şaşırtabilir. Yani farklı olarak ne anlatarak bizi şaşırtabilir?

Bu nedenle yönetmen ve senarist Orçun Behram’ın Toronto Film Festivali’nin Keşif Bölümü’nde dünya prömiyerini yapan daha sonra ise 56. Uluslararası Antalya Film Festivali ve 39.İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma seçkisinde seyirciyle buluşan “Bina”, tüm bu soruların içinde buluyor kendini. Zira Behram, korku öğeleriyle de desteklenmiş distopik bir filmle çıkıyor karşımıza. Filmde otorite, iletişim araçları vesilesiyle toplumun en uç noktalarına kadar sirayet ederek yavaş yavaş zehrini enjekte ediyor. Üstelik bu senaryo için Behram kendine seksenli yılları referans almış. Yani henüz internetin, akıllı telefonların sosyal medyanın hayatımıza girmediği sadece televizyon, radyo ve gazetelerin iletişim aracı olduğu yıllar. Hatta Behram, sadece radyo ile televizyona odaklanıyor. Böylece alanını kısıtlamak istemiş sanırım. Lakin sorun şu ki medyanın tamamen tekelleştiği, oto sansürün ayyuka çıktığı, elimizdeki akıllı telefonlar nedeniyle adeta beynimize çip yerleştirilmiş gibi sürekli takip edildiğimiz, her yazdığımızın, her sözümüzün aleyhimize delil olarak kullanıldığı, sosyal medya mecralarında dile getirdiğimiz iki çift laf için tutuklandığımız, sokaklara adeta milim milim döşenmiş mobese kameraları tarafından takip edildiğimiz bir süreçte otorite tarafından ele geçirilme fikri açıkçası artık çok iyi öğrenilmiş bir çaresizlikten başka bir şey değil. Demem o ki film, referans aldığı yıllarda (seksenler) çekilmiş olsaydı işte o zaman gerçekten ülke sineması için büyük bir keşif sayılabilirdi “Bina”. Tıpkı ismiyle aynı yıl gösterime giren “1984” filmi gibi. Ama Behram, tam da günümüzden seksenlere baktığı için her şey zaten bırak söylenmiş olmasını bizzat yaşanmış durumda. “1984”ten bahsetmişken her evde bulunan ekran sayesinde otoritenin istediği zaman insanların evine adeta fütursuzca girerek egemenliği altındaki insanlara seslenişi ile “Bina”daki uydular sayesinde günün farklı dönemlerinde bülten adı altında yapılan seslenişler oldukça benzer bir yerden yaklaşıyor mevzuya. Zaten biraz sonra da bahsedeceğimiz üzere tüm film, Behram’ın tür sinemasına ait hayranlığından besleniyor.


“Bina” tamamıyla apartman dairesinde geçen bir tek mekân filmi öncelikle. Kendine seksenleri referans olarak alsa da daha çok zamansız ve mekânsız bir film diye tanımlayabileceğimiz “Bina”nın böyle bir tercih yapması elbette işini oldukça kolaylaştırıyor. Zira seksenlerde geçen bir filmin dışarıda gezinmesi işleri oldukça zorlaştırırdı. Çünkü darbe günlerinde ülke sokaklarında gezen bir filmi yapmak dikkat edilmesi gereken birçok farklı detayı da beraberinde getirirdi. Uydunun ülkeye yeni girdiği bu süreçte odağımızdaki apartman, uyduyu sıraya girip de ilk taktıranlardan. Ne var ki başkarakterimiz Mehmet’in (İhsan Önal) gözünden ağırlıklı olarak izlediğimiz filmde, otorite daha ilk andan kurban alarak sarsıcı bir şekilde başlıyor eylemlerine. Ne var ki uyduyu takan kişinin çatıdan düşüp ölmesi neredeyse kimseyi  -Yasemin (Gül Arıcı) ve Mehmet hariç- pek de ilgilendirmiyor açıkçası. Zira herkes deneme yayınlarına başlayan bültenlere odaklanmış durumda. Böylece otorite gerek bültenleri gerek piyasaya sürülen ürünleriyle uyuşturduğu beyinlerin tüm hayatına sinsice sızıyor. Behram bu sızıntıyı da siyah, balçık gibi, yapışkan, tiksinti verici bir sıvı ile yapıyor. Açıkçası bu siyah sıvının etkileyici bir metafor olduğunu düşünüyorum. Bina’yı yani ülkeyi içten içe ele geçirerek, çürüten ama ne yapsan da temizlenemeyeceğin kadar da kalıcı bir sıvı bu. Bulaşan yerden arınması adeta mümkün değil gibi.

Apartmanın en üst katında oturan yönetici, adeta üç maymunu oynayan ve böylece iktidarın bekasını koruyan biri. Kapıcı olan Mehmet ise toplumun her kesimine yayılan tüm bu sürece bire bir şahit olup tüm arta kalan pisliklerle uğraşan ama bir yandan da derhal otoriteyi alaşağı etmek gerektiğini fark eden bir karakter. Fakat diğer taraftan Mehmet’in gerçeklik algısı da bozuluyor bu süreçte. Çünkü bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ederek sarsılıyor. Zira Mehmet bültenlere değil de gerçeğe odaklanan bir karakter. Belki bir şeylerin Mehmet kadar farkında olan bir diğer karakter de Yasemin. İkisi de bülten izlemiyor. Hatta Mehmet bir defasında bülteni dinlemek için radyoyu çalıştırmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Zaten filmde gerçek anlamda birbirleriyle iletişim kurabilen sadece bu iki karakter neredeyse. Onun dışındakilerde derin bir uyku hali çoktan baş göstermiş durumda ne yazık ki. Bina’nın işsiz olan ailesinin en alt katta, devletin bir nevi maşası olan yöneticinin en üst katta oturmasından tut da Mehmet’in Bina’nın içinde bile yaşamaması da önemli detaylar. Bültenleri sıkıca takip eden ve tek kurtuluşun devlet kapısı olduğunu düşünen erkin, ensestten tut da kadın cinayetlerine kadar uzanan portresi diğer dikkat çekici bir ayrıntı. Yine artık sinema tarihinde muazzam örneklerine şahit olduğumuz yemek masası sahnesinde Yasemin karakterinin babası ve annesinden farklı olarak et yememesi bir değer detay. Anlaşılan o ki Behram, birçok detayla Yasemin ve Mehmet’i elinden geldiğince bu dünyaya dâhil etmemeye çalışmış. Elbette burada tek tek bahsedilmeyecek kadar daha birçok detay (Kocasının, kızına yaptıklarına göz yuman annenin varlığı, yalnız yaşayan bekâr kadının ilk kurbanlardan biri olması gibi…) var filmde. Behram, aslında birçok şeyi incelikle düşünmüş. Zaten senaryoyu yazması bir yıl gibi uzun bir sürece yayılmış. Fakat yine de tüm bu detayların senaryodaki gedikleri örttüğü söylenemez ne yazık ki. Zaten bu çok detaylı yapının yanında Behram’ın tür sinemasına olan hayranlığı da film için bir nebze olumsuz bir duruma sebebiyet vermiş kanımca. Behram, bugüne kadar izlediği ve çok sevdiği filmlerden referans almış hep. Öyle ki bir süre sonra seyircinin, ilk filmini yapan bir yönetmenin filmini mi izliyor yoksa tür sineması külliyatından bir kolaj mı izliyor diye kafasının karışması çok mümkün. Hatta bazı sahnelerde doğruyu söylemek gerekirse ben artık kendimi referans filmleri tahmin etme yarışına girmiş bir şekilde buldum. Bu kadar referansın seyirciyi odaktan koparma tehlikesi taşıdığı göz ardı edilmeseydi keşke. Behram da ne yazık ki ilk uzun metrajını yapan birçok yönetmenin düştüğü tuzağa düşerek eteğindeki taşların hepsini eserine nakşetmek istemiş. Birçok röportajında David Cronenberg ve John Carpenter’dan daha çok etkilendiğini söylese de David Lynch, Stanley Kubrick, Dario Argento, Roman Polanski’den de birçok iz görmek mümkün filmde.


Filmin tür sinemasına böylesine hâkim olan birinin elinden çıkması elbette anlamlı fakat dediğim gibi fazlası olumsuz bir etkiye de sebebiyet veriyor. Lakin filmin atmosferi, ses miksajı (Sistematik sesler özellikle filmde oldukça başarılı kullanılıyor. Hatta botoks sahnesindeki sesin boğuk boğuk ve yer yer rahatsız edici tınısı da seksenlerdeki yayınları ya da kasetlerdeki ses kalitesini düşününce çok gerçekçi.) başarılı. Ama sanat tasarımı kısmının daha iyi olmasını dilerdim. Kamera kullanımında ise özellikle uydunun gözünden kurbanlara bakılan sahneler oldukça etkileyici. Tanrısal bakış açısıyla otorite her an kendini anımsatıyor böylece. Behram yine bir röportajında çizgi roman tarzı bir estetik yakalamak istediğini söylemiş. Açıkçası bunu bir nebze de olsa başardığını söylemek mümkün. Filmin karanlık atmosferi, pis ve tiksinti verici hali ve yer yer insanın beynini kemiren sesleriyle tam da filmden beklenen mide bulantısı halini yaratıyor. Behram’ın bu stilize ettiği dünyayı belki çok daha iyi bir bütçeyle bir tık daha yukarı taşıması mümkün olurdu. Fakat biliyoruz ki ülke sineması ne yazık ki genelde kısıtlı bütçelerle şekilleniyor. Bu nedenle teknik anlamdaki çoğu sıkıntıyı görmezden gelmek mümkün zaman zaman. Lakin böyle bir durumda da film, senaryo veya oyunculuk açısından açık kapı bırakmasın ki bu deformasyonlar perdelenebilsin. Daha sağlam bir senaryo ve daha karakterine hâkim oyuncularla çok daha tatmin edici bir film izleyebilirdik belki de.

Her ne olursa olsun Behram’ın ülkemiz sinemasında pek de görmeye alışık olmadığımız bir türü seçmesi bile umut verici. Sonuçta son yıllarda birbirinin tıpkı aynısı ya da başarılı olmuş birkaç filmin taklidi olan yapımları izlediğimiz bir süreçte bambaşka sulara dalan Behram’ı sırf bu sebeple bile takdir etmek mümkün. Kurduğu distopyada, otorite tarafından yönetilen bir alegori sunan Behram’ın bu türden yoluna devam etmesini dilerim.

POKOT

 

”Yasalar katilleri yani avcıları koruyor. Tarihte çok sayıda hayvanın duruşması görüldü ve o hayvanlar cezalandırıldı. Fakat hayvanlara karşı işlenen suçlar yasal hale getirildi.”

Yukarıdaki sözleri ve daha nicesini işiteceğimiz bir film var karşımızda. İsmi “Pokot” (Lehçe ‘av’)…

Son yıllarda insanlığın hayvan hakları konusunda bilinçlenmesi, bilimsel araştırmaların bugüne kadar bilinen beslenme, çevre ve deneyler konusundaki gerçekleri alaşağı etmesi, sosyal medya sayesinde kapalı kapılar ardında yapılan katliamların gizli kalmaması gibi sebeplerle ‘veganizm’ gün geçtikçe daha etkili bir şekilde güçlenmeye devam ediyor. Elbette bu durum, hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da kendine yer bulmakta gecikmedi. Tiyatro, edebiyat, sinema… Örneğin son yıllarda hayvan hakları ile ilgili konuyu her yönüyle masaya yatıran belgesellerden tutalım da alt metninde veganizmi benimseyen kurmaca filmlere kadar hatırı sayılır bir sayıya ulaştı bu alandaki eserler.  İşte Polonyalı usta yönetmen Agnieszka Holland tarafından yönetilen, Olga Tokarczuk’un romanından uyarlanan “Pokot” (Spoor-İz) alışılagelmiş kodları alaşağı eden bir film olarak bu külliyatta yerini aldı. Nobel ödüllü vejetaryen, feminist ve hayvan hakları aktivisti olan Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un romanından uyarlanan “Pokot” için en azından şimdilik sinema sektöründe hayvan hakları konusunda elini taşın altına en çok sokan, hatta taşın altını oymaktan çekinmeyen birkaç filmden biri diyebiliriz rahatlıkla. Zira “Pokot”, alt metnine birkaç nüve iliştirmek ile kalmayıp Polonya hükümetinin hayvan haklarını hiçe sayan ya da var olan ama asla uygulanmayan yasalarından tut da erkek egemen, kokuşmuş düzene, Kilise’ye ve daha nicelerine karşı bugüne kadar zikredilmeyenleri söylüyor. Elbette bugüne kadar sinema, faşist düzenlere, dini kurumlara, erkek egemen toplum anlayışına söylenmesi gerekenleri fazlasıyla söyledi. Peki, o zaman “Pokot” bu konuda neyi farklı yapıyor? “Pokot”,bir hiç sayılan hayvanların açısından bakıyor çünkü her şeye. Bugüne kadar dokunulmaması salık verilen,  görmezlikten gelinen koca bir yarayı kaşımaya cesaret ediyor.

Polonya-Çekya sınırındaki Klodzko Vadisi’nde geçen “Pokot”,uçsuz bucaksız, eşsiz doğası ile biz seyircileri buluşturarak başlıyor hikâyesine. Görüntü yönetiminin olağanüstü başarısı ile perdeye yansıyan vadinin heybeti içerisinde doğanın en önemli ev sahipleri olan hayvanlar gerek sesleri gerek görüntüleri ile arzı endam ediyorlar. Bu prolog sahnesinde en son kadraja giren ise avlanmak için sabahın erken saatlerinde buluşan eli kanlı avcılar oluyor. Aslında bu giriş sahnesi filmin bakış açısını daha ilk andan açık ediyor. Evinde huzurlu bir şekilde yaşayan bir tür ile ev sahibinin huzurunu bozmaya gelen diğer tür…


Bir röportajında “Av, önemli siyasi kararların alındığı alanlardan biri. Bir tür erkekler kulübü denebilir. Filmin araştırması için birçok kez ava gittim ve belki en fazla bir kadına rast geldim. Erkekler bir arada ve özgürce konuşuyorlar, Donald Trump’ın ahbaplarıyla yaptığı gibi. Canlıları öldürerek doğrudan güç uygulayabiliyorlar. Oğullarını da birlikte götürüyorlar ki bayrağı devrettiklerinden emin olsunlar” diyen Holland filminin hedefine temelde bölgede yapılan avcılığı oturtuyor.(Yönetmen filmden önce vejetaryen bile değilken birçok röportajında filmden sonra bilinçlendiğini ve artık değişmesi gerektiğini düşündüğünü söylemiştir.) Hatta ilk etapta mesele sadece yasadışı avcılıkmış gibi görünüyor. Fakat Agnieszka Mandat tarafından oldukça başarılı bir şekilde hayat bulan Janina Duszejko karakterinin mücadelesi adım adım tüm resmi hedef tahtasına yerleştiriyor. Bu mücadeleyi bize aktarmak için “Pokot”, kara film geleneğinden besleniyor daha çok. Zira yaşanılan yerde insanlara karşı adalet kısmen de olsa devam etmekle birlikte hayvanlara karşı esamisi bile okunmamaktadır. Hayvanların gıda, giyim, kozmetik, hizmet ve daha nice sektörde kullanılmaları yetmezmiş gibi bir de avcılık adı altında zevk uğruna katledildikleri bir yerdeyiz. Hatta öyle ki devlet tarafından belirlenmiş av takvimine bile uyulmamaktadır. Zaten tüm film boyunca mücadelesine tanık olacağımız Duszejko, ilk etapta tam da liberal bir noktadan başlatıyor mücadelesini. Yasadışı avcılık yapan komşusu hakkında artık lime lime olmuş adalet sistemine suç duyurusunda bulunuyor. Fakat ortada gerçekten yasalar nezdinde bile suç sayılan yasadışı avcılık ile ilgili bile hiçbir şey yapılmıyor. Çünkü mağdur olan bir insan değil de bir hayvan. Onların deyimiyle ruhu olmayan ve insana hizmet için yaratılmış bir tür… Holland’ın hikâyeye buradan başlaması aslında çok anlamlı. Zira yavaş yavaş türünün üstün olduğuna ve dünyanın asıl sahibi olduğuna inanan insana ve onun yarattığı sisteme karşı kafa tutan bir anarşiste dönüşecek karakterimizin öncesinde yasal yollardan elinden geleni yaptığına bizzat şahit oluyoruz.


Oldukça naif bir tonda başlayan ama yavaş yavaş gerilimi yükselterek seri cinayetlerin -tabii burada tüm canlıları kastetmekteyim- işlendiği polisiye bir filme dönüşüyor “Pokot”. Hatta sürekli yaylıların yükseldiği bol ritimli müzikler de bu atmosfere başarıyla hizmet ediyor. Lakin elbette filmin amacı işlenen cinayetleri çözümlemek değil. Bu nedenle film, her fırsatta odağını hayvanların yaşam hakkına getirmeyi ustalıkla başarıyor. Bir yandan Duszejko ile birlikte yaşayan köpekler (Bialka ve Lea) başta olmak üzere avcıların kimler tarafından öldürüldüğünü sır gibi saklayan film, bir yandan da meselenin sadece avcılıkla sınırlı olmadığının altını da her fırsatta çiziyor. Duszejko’nun hayvan zulmü ile elde edilen ürünlerin satıldığı mağazada söylediklerinden tut da savcıya hayvanların neden intikam almak isteyeceğini anlatırken söyledikleri ya da bir biyolog olan arkadaşı Boros’un kesilen ağaçlarla birlikte yok edilen böceklerle ilgili söyledikleri oldukça çarpıcıdır. Boros’un bu katliam için “Holokost” benzetmesi yapması ise her ne kadar birçok kesimi rahatsız etse de tabiri caizse taşı tam da gediğine oturtur. Filmin devamında da bu soykırım göndermesinin yer yer karşımıza tekrar çıktığını da belirtmek gerek.

Tabii Boros başta olmak üzere Duszejko karakterinin arkadaşları da filmin ana fikrine katkı sağlamaktan geri kalmıyorlar. Mesela kadınların bu avcı adamlar tarafından nasıl muamele gördüğü önemli. Zira bu avlanmaya giden erkeklerin kadına baktıkları yer ile hayvana baktıkları yer neredeyse aynı. Aşağıladığı, şiddet uyguladığı ve sadece bir anlık zevk için kullandığı kadın ile katlettiği hayvanlar aynı yerde durmaktadır. Bu anlamda Pokot’un,Carol J. Adams’ın kaleme aldığı “Etin Cinsel Politikası” ile olan bağı da dikkatlerden kaçmamalı. Bir kadın vücuduna benzetilen hayvan cesetlerinin parçaları ya da sadece bir et parçası olarak görülen kadınlar… Neyse ki tek bildiği öldürmek, şiddet uygulamak ve sömürmek olan erkeğin, sistemin, Kilise’nin karşısına güçlü bir kadın karakter dikiliyor. Hem de var gücüyle… Duszejko, her daim doğru bildiğini söylemesi, cesareti ve bilge duruşu ile akıllara şaman kadınlarını da getiriyor bir nebze. Astroloji ile ilgilenmesi (bir nevi gök ile ilgilenmesi gök tanrı inancına bir referans), insanların geçmişlerinde iz bırakan yaşanmışlıklarını görebilmesi gibi yetenekler onun şamanlığını destekleyen şeylerden birkaçı. Yalnız şunu da eklemek gerek ki; Duszejko, filmin birçok anında hayvanların yaşam hakkını savunduğu için oldukça naif yani bir nevi deli, bunak bir ihtiyar muamelesi görüyor. Holland, seyircinin de bu tuzağa düşmemesi için oldukça donanımlı bir karakter çıkarıyor karşımıza. Örneğin Duszejko, dünyanın birçok yerini gezmiş, yarı zamanlı İngilizce öğretmenliği yapan, astroloji ile ilgili oldukça bilimsel araştırmalar yapan, evinde gerekli teknolojik donanıma ve çok sayıda kitaba sahip, emekli bir mühendistir. Üstelik bir dindar olmasa da kutsal kitaplarda ne yazdığını bilen, cinselliğini de dilediği gibi -adeta bir çiçek çocuk gibi- yaşayan, özgür ve bilge bir kadın. Bir nevi dibe batmış bu ataerkil toplumu tekrar ayağa kaldıracak, anaerkil, yeni bir dünya düzenini yaratacak bir kurtarıcı gibidir. Zira yaşadığımız dünyaya can veren kadınlar değil midir zaten? Doğuran, bir nevi yaratıcı olan dişi değil midir? Yine sözü Adams’ın kitabına getirecek olursak ana karakterimizin bir hayvan hakları savunucusu olması onun aynı zamanda bir feminist olmasını zaten doğalında ortaya çıkarıyor.(Ne yazık ki Duszejko’ya tam anlamıyla bir vegan diyemeyiz. Çünkü kendisi maalesef kaz tüyü mont giyiyor.) Zira hemcinsinin haklarını savunmak sadece kendi türünü savunup diğer türün haklarını görmezden gelmek olmamalı değil mi?

Tüm bu detayların yanında filmin yaptığı en çarpıcı şeylerden biri de masallara yaptığı referanslar olmalı. “Gece Avcısı” ve “Kırmızı Başlıklı Kız” masallarına yaptığı atıflar oldukça etkileyici zira. Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurt ile birlik olduğu günler çok yakın değil belki ama en azından “Pokot” bunun olabilirliğini kimilerine göre oldukça sorunlu bir yerden de olsa dillendiriyor. Elbette filmde karakterimizin kendine çizdiği yolda yaptığı kimi şeyleri onaylayıp onaylamamak seyircinin takdiri. Ama yeri geldiğinde katledilmiş bir hayvana sarılarak ağlayıp onun yasını tutan, yeri geldiğinde ise onlar için cansiperane bir şekilde bir nevi Don Kişot gibi mücadele etmekten çekinmeyen bir kadın ile bizi buluşturan “Pokot” mutlaka izlenmeli. Hakkında yapılan tüm olumsuz eleştirilere rağmen 2017 yılında prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldığını da belirtmeden geçmeyelim. Temelini hayvan hakları üzerine inşa etmiş bir filmin ödüle kadar ulaşabilmesi gelecek adına elbette umut verici. Dileriz beyazperdede nice Duszejkolar daha hayat bulur.