”Yasalar katilleri yani avcıları koruyor. Tarihte çok sayıda hayvanın
duruşması görüldü ve o hayvanlar cezalandırıldı. Fakat hayvanlara karşı işlenen
suçlar yasal hale getirildi.”
Yukarıdaki sözleri ve daha nicesini işiteceğimiz bir film var karşımızda. İsmi “Pokot” (Lehçe ‘av’)…
Son yıllarda insanlığın hayvan hakları konusunda bilinçlenmesi, bilimsel araştırmaların bugüne kadar bilinen beslenme, çevre ve deneyler konusundaki gerçekleri alaşağı etmesi, sosyal medya sayesinde kapalı kapılar ardında yapılan katliamların gizli kalmaması gibi sebeplerle ‘veganizm’ gün geçtikçe daha etkili bir şekilde güçlenmeye devam ediyor. Elbette bu durum, hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da kendine yer bulmakta gecikmedi. Tiyatro, edebiyat, sinema… Örneğin son yıllarda hayvan hakları ile ilgili konuyu her yönüyle masaya yatıran belgesellerden tutalım da alt metninde veganizmi benimseyen kurmaca filmlere kadar hatırı sayılır bir sayıya ulaştı bu alandaki eserler. İşte Polonyalı usta yönetmen Agnieszka Holland tarafından yönetilen, Olga Tokarczuk’un romanından uyarlanan “Pokot” (Spoor-İz) alışılagelmiş kodları alaşağı eden bir film olarak bu külliyatta yerini aldı. Nobel ödüllü vejetaryen, feminist ve hayvan hakları aktivisti olan Polonyalı yazar Olga Tokarczuk’un romanından uyarlanan “Pokot” için en azından şimdilik sinema sektöründe hayvan hakları konusunda elini taşın altına en çok sokan, hatta taşın altını oymaktan çekinmeyen birkaç filmden biri diyebiliriz rahatlıkla. Zira “Pokot”, alt metnine birkaç nüve iliştirmek ile kalmayıp Polonya hükümetinin hayvan haklarını hiçe sayan ya da var olan ama asla uygulanmayan yasalarından tut da erkek egemen, kokuşmuş düzene, Kilise’ye ve daha nicelerine karşı bugüne kadar zikredilmeyenleri söylüyor. Elbette bugüne kadar sinema, faşist düzenlere, dini kurumlara, erkek egemen toplum anlayışına söylenmesi gerekenleri fazlasıyla söyledi. Peki, o zaman “Pokot” bu konuda neyi farklı yapıyor? “Pokot”,bir hiç sayılan hayvanların açısından bakıyor çünkü her şeye. Bugüne kadar dokunulmaması salık verilen, görmezlikten gelinen koca bir yarayı kaşımaya cesaret ediyor.
Polonya-Çekya sınırındaki Klodzko Vadisi’nde geçen “Pokot”,uçsuz bucaksız, eşsiz doğası ile biz seyircileri buluşturarak başlıyor hikâyesine. Görüntü yönetiminin olağanüstü başarısı ile perdeye yansıyan vadinin heybeti içerisinde doğanın en önemli ev sahipleri olan hayvanlar gerek sesleri gerek görüntüleri ile arzı endam ediyorlar. Bu prolog sahnesinde en son kadraja giren ise avlanmak için sabahın erken saatlerinde buluşan eli kanlı avcılar oluyor. Aslında bu giriş sahnesi filmin bakış açısını daha ilk andan açık ediyor. Evinde huzurlu bir şekilde yaşayan bir tür ile ev sahibinin huzurunu bozmaya gelen diğer tür…
Bir röportajında “Av, önemli siyasi kararların alındığı alanlardan biri. Bir tür erkekler kulübü denebilir. Filmin araştırması için birçok kez ava gittim ve belki en fazla bir kadına rast geldim. Erkekler bir arada ve özgürce konuşuyorlar, Donald Trump’ın ahbaplarıyla yaptığı gibi. Canlıları öldürerek doğrudan güç uygulayabiliyorlar. Oğullarını da birlikte götürüyorlar ki bayrağı devrettiklerinden emin olsunlar” diyen Holland filminin hedefine temelde bölgede yapılan avcılığı oturtuyor.(Yönetmen filmden önce vejetaryen bile değilken birçok röportajında filmden sonra bilinçlendiğini ve artık değişmesi gerektiğini düşündüğünü söylemiştir.) Hatta ilk etapta mesele sadece yasadışı avcılıkmış gibi görünüyor. Fakat Agnieszka Mandat tarafından oldukça başarılı bir şekilde hayat bulan Janina Duszejko karakterinin mücadelesi adım adım tüm resmi hedef tahtasına yerleştiriyor. Bu mücadeleyi bize aktarmak için “Pokot”, kara film geleneğinden besleniyor daha çok. Zira yaşanılan yerde insanlara karşı adalet kısmen de olsa devam etmekle birlikte hayvanlara karşı esamisi bile okunmamaktadır. Hayvanların gıda, giyim, kozmetik, hizmet ve daha nice sektörde kullanılmaları yetmezmiş gibi bir de avcılık adı altında zevk uğruna katledildikleri bir yerdeyiz. Hatta öyle ki devlet tarafından belirlenmiş av takvimine bile uyulmamaktadır. Zaten tüm film boyunca mücadelesine tanık olacağımız Duszejko, ilk etapta tam da liberal bir noktadan başlatıyor mücadelesini. Yasadışı avcılık yapan komşusu hakkında artık lime lime olmuş adalet sistemine suç duyurusunda bulunuyor. Fakat ortada gerçekten yasalar nezdinde bile suç sayılan yasadışı avcılık ile ilgili bile hiçbir şey yapılmıyor. Çünkü mağdur olan bir insan değil de bir hayvan. Onların deyimiyle ruhu olmayan ve insana hizmet için yaratılmış bir tür… Holland’ın hikâyeye buradan başlaması aslında çok anlamlı. Zira yavaş yavaş türünün üstün olduğuna ve dünyanın asıl sahibi olduğuna inanan insana ve onun yarattığı sisteme karşı kafa tutan bir anarşiste dönüşecek karakterimizin öncesinde yasal yollardan elinden geleni yaptığına bizzat şahit oluyoruz.
Oldukça naif bir tonda başlayan ama yavaş yavaş gerilimi yükselterek seri cinayetlerin -tabii burada tüm canlıları kastetmekteyim- işlendiği polisiye bir filme dönüşüyor “Pokot”. Hatta sürekli yaylıların yükseldiği bol ritimli müzikler de bu atmosfere başarıyla hizmet ediyor. Lakin elbette filmin amacı işlenen cinayetleri çözümlemek değil. Bu nedenle film, her fırsatta odağını hayvanların yaşam hakkına getirmeyi ustalıkla başarıyor. Bir yandan Duszejko ile birlikte yaşayan köpekler (Bialka ve Lea) başta olmak üzere avcıların kimler tarafından öldürüldüğünü sır gibi saklayan film, bir yandan da meselenin sadece avcılıkla sınırlı olmadığının altını da her fırsatta çiziyor. Duszejko’nun hayvan zulmü ile elde edilen ürünlerin satıldığı mağazada söylediklerinden tut da savcıya hayvanların neden intikam almak isteyeceğini anlatırken söyledikleri ya da bir biyolog olan arkadaşı Boros’un kesilen ağaçlarla birlikte yok edilen böceklerle ilgili söyledikleri oldukça çarpıcıdır. Boros’un bu katliam için “Holokost” benzetmesi yapması ise her ne kadar birçok kesimi rahatsız etse de tabiri caizse taşı tam da gediğine oturtur. Filmin devamında da bu soykırım göndermesinin yer yer karşımıza tekrar çıktığını da belirtmek gerek.
Tabii Boros başta olmak üzere Duszejko karakterinin arkadaşları da filmin ana fikrine katkı sağlamaktan geri kalmıyorlar. Mesela kadınların bu avcı adamlar tarafından nasıl muamele gördüğü önemli. Zira bu avlanmaya giden erkeklerin kadına baktıkları yer ile hayvana baktıkları yer neredeyse aynı. Aşağıladığı, şiddet uyguladığı ve sadece bir anlık zevk için kullandığı kadın ile katlettiği hayvanlar aynı yerde durmaktadır. Bu anlamda Pokot’un,Carol J. Adams’ın kaleme aldığı “Etin Cinsel Politikası” ile olan bağı da dikkatlerden kaçmamalı. Bir kadın vücuduna benzetilen hayvan cesetlerinin parçaları ya da sadece bir et parçası olarak görülen kadınlar… Neyse ki tek bildiği öldürmek, şiddet uygulamak ve sömürmek olan erkeğin, sistemin, Kilise’nin karşısına güçlü bir kadın karakter dikiliyor. Hem de var gücüyle… Duszejko, her daim doğru bildiğini söylemesi, cesareti ve bilge duruşu ile akıllara şaman kadınlarını da getiriyor bir nebze. Astroloji ile ilgilenmesi (bir nevi gök ile ilgilenmesi gök tanrı inancına bir referans), insanların geçmişlerinde iz bırakan yaşanmışlıklarını görebilmesi gibi yetenekler onun şamanlığını destekleyen şeylerden birkaçı. Yalnız şunu da eklemek gerek ki; Duszejko, filmin birçok anında hayvanların yaşam hakkını savunduğu için oldukça naif yani bir nevi deli, bunak bir ihtiyar muamelesi görüyor. Holland, seyircinin de bu tuzağa düşmemesi için oldukça donanımlı bir karakter çıkarıyor karşımıza. Örneğin Duszejko, dünyanın birçok yerini gezmiş, yarı zamanlı İngilizce öğretmenliği yapan, astroloji ile ilgili oldukça bilimsel araştırmalar yapan, evinde gerekli teknolojik donanıma ve çok sayıda kitaba sahip, emekli bir mühendistir. Üstelik bir dindar olmasa da kutsal kitaplarda ne yazdığını bilen, cinselliğini de dilediği gibi -adeta bir çiçek çocuk gibi- yaşayan, özgür ve bilge bir kadın. Bir nevi dibe batmış bu ataerkil toplumu tekrar ayağa kaldıracak, anaerkil, yeni bir dünya düzenini yaratacak bir kurtarıcı gibidir. Zira yaşadığımız dünyaya can veren kadınlar değil midir zaten? Doğuran, bir nevi yaratıcı olan dişi değil midir? Yine sözü Adams’ın kitabına getirecek olursak ana karakterimizin bir hayvan hakları savunucusu olması onun aynı zamanda bir feminist olmasını zaten doğalında ortaya çıkarıyor.(Ne yazık ki Duszejko’ya tam anlamıyla bir vegan diyemeyiz. Çünkü kendisi maalesef kaz tüyü mont giyiyor.) Zira hemcinsinin haklarını savunmak sadece kendi türünü savunup diğer türün haklarını görmezden gelmek olmamalı değil mi?
Tüm bu detayların yanında filmin yaptığı en çarpıcı şeylerden biri de masallara yaptığı referanslar olmalı. “Gece Avcısı” ve “Kırmızı Başlıklı Kız” masallarına yaptığı atıflar oldukça etkileyici zira. Kırmızı Başlıklı Kız’ın kurt ile birlik olduğu günler çok yakın değil belki ama en azından “Pokot” bunun olabilirliğini kimilerine göre oldukça sorunlu bir yerden de olsa dillendiriyor. Elbette filmde karakterimizin kendine çizdiği yolda yaptığı kimi şeyleri onaylayıp onaylamamak seyircinin takdiri. Ama yeri geldiğinde katledilmiş bir hayvana sarılarak ağlayıp onun yasını tutan, yeri geldiğinde ise onlar için cansiperane bir şekilde bir nevi Don Kişot gibi mücadele etmekten çekinmeyen bir kadın ile bizi buluşturan “Pokot” mutlaka izlenmeli. Hakkında yapılan tüm olumsuz eleştirilere rağmen 2017 yılında prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü aldığını da belirtmeden geçmeyelim. Temelini hayvan hakları üzerine inşa etmiş bir filmin ödüle kadar ulaşabilmesi gelecek adına elbette umut verici. Dileriz beyazperdede nice Duszejkolar daha hayat bulur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder