23 Mart 2015 Pazartesi

AYKIRI KARAKTERLERİN VAZGEÇİLMEZ OYUNCUSU: GARY OLDMAN


İlk sinema filmi Sid and Nancy ile 1986’da kariyerine başlayan Gary Oldman, o günden beri başarılı çizgisini sürdürmeye devam ediyor. Her canlandırdığı rol ile hayranlarını memnun eden karakter oyuncumuzu doğum gününde en iyi beş performansı ile hatırlamaya ne dersiniz?

TRUE ROMANCE(1993)
Bir Yan karakteri oynamasına rağmen Gary Oldman’ın en iyi performansını sergilediği, akla ilk gelecek filmi kesinlikle True Romance olur. Hem tip olarak, hem de psikopatlık olarak kendini aştığı ender performanslardan birini sergiler bu filmde Oldman. Uyuşturucu ticareti ve kadın pazarlama gibi pis işlerin başında ki Drexl Spivey rolünde izlediğimiz Oldman, uzun örgülü saçları, tek gözü görmeyen yaralı yüzü ve leopar desenli sabahlığı ile rolünü fazlasıyla inandırıcı kılar. Kendisini ikinci ve son kez izlediğimiz sahnede Clarence Worley karakteri ile karşılaştığı ve sanki sorgudaki polismiş edası ile avizeyi Clarence’in yüzüne tutarak söyledikleri tek kelime ile hafızalardan silinemeyecek anlar olur.



LEON:THE PROFESSIONAL(1994)
 Gary Oldman bu kez de kanun dışı işler yapan  Stansfield adlı bir polistir. Açık renk takım elbiseleri, gayet düzgün tipi ve küçük bir kutunun içine özenle dizilmiş hapları ile takıntılı bir manyaktır bu filmde Oldman. Kadın ve çocuk dahil olmak üzere insanların ölmesi hatta kendisinin yaralanması bile umurunda değildir onun. Tek umurunda olan kıyafetinin temizliği olur. Zira her konuda temizliğin kusursuz olması gerektiğini düşünenlerdendir  Stansfield.  Öyle ki temizlik uğruna her şeyi göze alır.



SID AND NANCY(1986)
Punk Rock müziğinin babası sayılan Sex Pixtols grubunun bas gitaristi Sid Vicious’un kısa ama çalkantılı hayatını izleriz perdede. Müzik tarihinde Punk Rock müziğinin Romeo ve Jülliet’i olarak anılacak olan Sid ve Nancy beraberliğinin başlamasından ölümlerine kadar olan süreci mercek altına alır film. Birkaç yıldan ibaret olan bu hayat hikayesi, yer yer insanın içini kaldıran, kanını donduran sahnelere sahiptir. Bu hikaye bir varoluş değil yok oluş hikayesidir. Sid, grubunun ‘No Future’  sloganını filmde sadece dile getirmek ile kalmaz; kendi ve aşkı için geleceksiz bir hayatın zeminini hazırlar. Uyuşturucu kullanır, kendini doğrar, dibe vurur, pisliğe batar, aşağılanır, dayak yer, ölür, öldürür… ‘Hızlı Yaşa Genç Öl’ sözünün bile ötesini gerçekleştirir Sid. 19 yaşında grubunu kurup ünlü olan kahramanımız 21 yaşında aşırı dozdan hayatını kaybeder. Hayatın anlamsızlığı nedeniyle kendini yok eden tüm müzisyenlerinde babasıdır bu nedenle. İşte böyle damardan bir hikayeyi mükemmel fiziki benzerlik ve birebir yaşayan oyunculuğu ile Gary Oldman canlandırır. Hatta Sid Vicious’un öldüğünü bilmesek kendini oynuyor dedirtecek kadar başarılı olmuştur Oldman.


BRAM STOKER’S DRAKULA(1992)
Bram Stolker’in Drakula adlı romanın tamamen birebir uyarlamasıdır Bram Stolker’s Drakula. Ve bugüne kadar çekilmiş vampir filmlerinin en iyilerindendir. Tıpkı Romeo ve Jülliet efsanesindeki gibi aşkını kaybeden Kont’un tanrıyı ve dini reddederek intikam alma hikayesini anlatır film. Hem vampirliği, hem aşkı yer yerde erotizmi izleriz.  Her anlamda tam bir klasik olan film barok dönemi de çok iyi yansıtır. Bir vampir hikayesinde olan tüm klişeleri kullanır film, ama kendi özgünlüğünü teknik anlamda yaratır. Hiçbir bilgisayar efekti kabul etmeyen Coppola basit yöntemlerle ilginç efektler yaratır. Kont Drakula’nın kendinden bağımsız gölgesi ise hafızalardan çıkmayacak bir deneme olmuştur. Kont Drakula’nın gençlik ve yaşlılık hallerini canlandıran oyuncumuz Gary Oldman, bu rolün altından da başarı ile kalkmıştır. Doğal hali ile tam bir yakışıklı beyefendi, makyaj yapılmış hali ile de korkutucu bir vampir olmak ancak Oldman tarafından bu kadar kusursuz canlandırılabilirdi.

TİNKER, TAİLOR, SOLDİER, SPY(2011)
Soğuk savaş döneminde İngiliz Gizli İstihbarat servisine sızdığı sanılan Rus ajanın bulunmaya çalışmasının hikayesidir film. Muhteşem oyuncu kadrosu, İstanbul’da geçen sahneleri, Oscar adaylıkları ile vizyona girdiği yıl çok konuşulan yapımlardan biri olmuştur. Ancak sanıldığı gibi bir aksiyon değil yavaş ilerleyen akıl oyunları yaptıran durgun ve soğuk bir tarzı vardır filmin. Bu nedenle Köstebek adı ile Türkçeye çevrilen diğer filmlerde ki hareketleri bulamayan izleyiciyi hayal kırıklığına uğratmıştır. Lakin hiç şaşmayacak bir gerçek varsa film ile ilgili o da Gary Oldman’ın başarılı oyunculuğudur. Belki de canlandırdığı en aklı başında karakter olan George Smiley, Oldman’ın filmografisine konulan artılardan biri olmuştur.


15 Mart 2015 Pazar

ÇEKMEKÖY UNDERGROUND:MAĞARALARA SAKLANAN UMUTLAR


Daha önce belgeseller çeken (Galata Kulesi Sokak No:23, Selahattin’in İstanbul’u) nadir kadın yönetmenlerimizden Aysim Türkmen, aslında bu projeyi de belgesel olarak çekmek için yola çıkıyor. Ne var ki yolunda gitmeyen sebeplerden dolayı kurmaca olarak çekiyor filmi. Ama filmi izlerken keşke belgesel olarak çekilseymiş dedirttiriyor maalesef. 
Gönül meselesi nedeniyle gençliğini tutsak olarak geçirmek zorunda kalan, müzik yarışmasına katılarak hayatlarını renklendirmeye çalışan, Almanya’dan aileleri tarafından ceza olarak ülkelerine gönderilen, para için sevgisini harcayan gençlerin hayatlarını izliyoruz Çekmeköy Underground’da...
Filmin arka fonunda aslında kentsel dönüşüm meselesi irdeleniyor. Bu nedenle kentsel dönüşümün uygulandığı bu semtte de tıpkı diğerlerinde olduğu gibi gecekondu mahallelerinin dibinde biten yüksek güvenlikli sitemleri ile plazalar boy gösteriyor.  Ama isminin dışında filmde Çekmeköy’ü göremiyoruz neredeyse. Zaten film Çekmeköy’de çekilmiyor, Göktürk semtinde çekiliyor.  Peki ama filmine ismini bile veren bu semti, daha çok görsek, o atmosferi biraz teneffüs etsek, seyirci olarak fena mı olurdu?

Bunun yanında didaktik söylemler bas bas bağırıyor.  Bir de 98 dakika olan filmde son 15-20 dakikasında kendini tekrar eden olaylar, gereksiz diyaloglar izleyeni koltukta kıvrandırıyor ne yazık ki. Hatta film sonlara doğru birkaç tane çok daha mantıklı son barındırmasına rağmen uzadıkça uzayarak en olmadık son ile bitiyor. Tamam, anlatılan hikaye sona ulaşmak zorunda değil. Ama hikaye kurgusunun hiçbir mantıksal zemine dayanmaması düşündürücü.
Birçok karakter üzerinde derinlemesine düşünülmemiş olduğunu görüyoruz filmde. Çoğu karakterin içi boş kalıyor. En derinlikli çizilen Tarık (Can Sipahi) karakteri oluyor. Diğerlerinin çoğu ne karakter derinliği olarak ne de oyunculuk olarak sınıfı geçemiyor. Zaten Fero karakerini canlandıran Barış Gönenen daha önce oynadığı Firak filminde de vasat bir oyunculuk sergilemişti. Almancı gençler çok gerçekçi ama onların da canlandırdıkları karakter çok havada kalıyor. Almanya’nın aykırı sokaklarından gelen zengin gençlerinin Türkiye’nin varoş gençliğini sırf aynı tür müziği dinledikleri için böylesine kucaklayacakları pek inandırıcı değil. Filmdeki en güzel şeylerden biri Tülin Özen ve Selen Uçen gibi başarılı oyuncuları az da olsa görebilmek oluyor.

Bu kadar olumsuz şey sıraladıktan sonra tabii ki söylenecek iyi şeyler de var: Her ne kadar senaryo, karakterler, kurgu sıkıntılı olsa da biçim olarak tatmin edici bir film. Kamera kullanımı gayet başarılı. Bazı karakterlere attırılan tiratlar çok yerinde. Gençlerin ot içtikleri sahnelerde biz seyircilerin de kafası tıpkı onlar gibi oluyor. Onlar gibi duyuyor, onlar gibi görüyoruz. En etkileyici sahneler de bunlar oluyor...  Bir de filme apaçi gençliği olarak tanıdığımız gençlerin icra ettiği arabesk rapi yerleştiriyor yönetmen. Bu film aslında varoşların arabesk kültürünü yeni sosyolojik duruma uyarlayarak kıyafet, internet, eğlence ve müziğin evrimleşerek arabesk rap kültürüne dönüşmesini işliyor aynı zamanda.

Yüksek güvenlikli site duvarında yazan (Çekin Lan Duvarı Teli, İnsan Gibi Yaşayın) bir yazı ile karşılaştıktan sonra yazıyı kimin yazdığını araştırması ile başlayan süreç Aysim Türkmen’i Çekmeköy Underground filmini çekmeye kadar götürmüş. Ve duvarların ardındaki öfkeyi, ihaneti, terk edilmişliği, karşılıksız aşkı, umudu filmine konu etmiş.  Çekmeköy Underground  özgün fikri olan ama bu fikri tam olarak değerlendiremeyen bir film. Yine de fikri için bile izlenmenye değer diye düşünüyorum.














YENİ DÜNYA


Caner Erzincan ilk uzun metrajlı filmi Mar ile dikkat çekmeyi başarmıştı. Haliyle ilk filmin eli yüzü düzgün olunca ikinci filmde beklenti biraz yükselmişti. Ne yazık ki Yeni Dünya beklentileri karşılamak bir yana kocaman bir hayal kırıklığı…
Film, köyden kente göç, kentsel dönüşüm, down sendromu, bürokrasinin çıkmazı, cinsel açlık, az gelişmişlik toplumsal sorunlara değinmek niyetiyle yola çıkıyor. Film elde ettiği gelirlerin bir kısmını down sendromlu çocuklara gideceğini açıklayarak sosyal sorumluluk örneği de gösteriyor. Ama ne bu kadar önemli konuları dile getirme niyeti, ne de sosyal sorumluluk film yapmak için yeterli olamıyor. Zira hepsi başlı başına bir sorun teşkil eden konuları birkaç söz ya da görüntü ile geçiştirmek her şeyi yarım bırakıyor. Çünkü ne köyden kente göç, köprüyü görme isteği ile ne de kentsel dönüşüm, birkaç yıkılmış bina, boşaltılmış ev ile verilemiyor.

 Köyden kente göç eden anne, baba ve çocuktan oluşan bu aile İstanbul’da kentsel dönüşümün olduğu Fikirtepe’de oturmaya başlarlar. Aile down sendromlu çocuklarını özel eğitim okuluna göndermeyi ve devlet tarafından bağlanacak aylığı almayı amaçlar. Buraya kadar her şey anlaşılır. Ama film hikayeyi anlatmaya başladığında klişelerden kurtulamaz ve yolunu hızlıca kaybeder.  
Annenin ve çocuğun yaşlarındaki uyumsuzluk, kırsaldan kente gelen kadının giyim kuşam olarak hızlıca değişip dönüşmesi, anne ile babanın çocuklarına karşı tutarsız anında değişen davranış tarzları, seyirciye aktarılamayan zaman atlamalarını filmdeki mantık hatalarından bazıları. Bu kadar toplumsal sorunlara duyarlı gözüken filmin, kadına erkek egemen toplumun bakış acısıyla bakması ve kadın mağdur olmalıyken suçlu pozisyonuna sokulması ise cabası. Ha, bir de her şeyi tek bir filme sığdırırım, bütün problemleri anlatırım derdi var ki, bir film için en tehlikeli şeylerden biri de bu galiba.

Filmin iyi yanları da var tabii; Erkan Petekkaya’nın gelişmemiş erkek rolünün hakkını fazlasıyla vermesi, Şükran Ovalı’nın canlandırdığı anne karakterinin çocuğunun öğretmenleri ile konuştuğu sahnede çizdiği bilinçsiz veli profili çok gerçekçi. Zaten Ovalı’nın canlandırdığı rolde tek gerçekçi sahne de burası oluyor ne yazık ki. Son olarak, yönetmenin ilk filmi Mar’da başrolü verdiği, benim de çok başarılı bulduğum Volga Sorgu Tekinoğlu’nu neden o kadar vasıfsız bir rolde izliyoruz merak ettim.
Yönetmenin down  sendromlu kardeşi Soner Erzincanlı’nın  kendisini oynadığı Soner rolünü izlemek filmin en keyifli anları. Ama bu da tek başına filmi kurtarmaya yetmiyor. Keşke yönetmen kardeşini de oynattığı bu filme daha çok kafa yorsa, daha çok emek harcasaydı diye düşünmeden edemiyor insan.  

5 Mart 2015 Perşembe

PLEMYA: SESSİZLİĞİN İÇERİSİNDE DOĞMAYAN UMUT



Bahçede tören yapan bir okulu, camın arkasından izleyerek başlıyoruz filme. Fakat bu törende ne yüksek sesle söylenen marşın sesini ,ne de öğrencilerin uğultusunu duyuyoruz. Sadece bir öğrencinin elinde salladığı zilin sesi geliyor. Bu ses film boyunca duyacağımız nadir seslerden biri, hatta duymaya tahammül edeceğimiz tek ses oluyor. Çünkü duyacağımız diğer sesler keşke duymasaydım diyeceğimiz türden. Filmde herkesin işitme engelli olduğunu ve işaret dili ile anlaştığını anlıyoruz. Filmde ki bu sessizlik, seyirin ilk zamanlarında çok rahatsız edici oluyor. Neden işaret dilini bilmiyorum ki ya da altyazı neden yok gibi sorularla kıvranıyorsun.  Bir süre sonra ise bu sorulardan, yaşadığın rahatsızlıktan hiçbir esame kalmıyor. Geriye 130 dakikalık sıkıcı biçimsel deneme değil ustalıkla çevrilmiş bir eseri izlemenin keyfi kalıyor.

Yönetmen Miroslav Slaboshpitsky kısa filmlerinin ardından çektiği ilk uzun metrajlı filminin arka fonuna tüm çıplaklığı ile göreceğimiz ülkesi Ukrayna’yı koyuyor. Ukrayna’nın binalarının yıpranmışlığı ve çürümüşlüğü sistemin durumuna resmen ayna tutuyor. Tıpkı duvardaki boyalar gibi lime lime dökülen eğitim sistemi ya da bozulmuş hiçbir işe yaramayan makineler gibi bir güvenlik sistemi işliyor ülkede. Ve tüm bunlara tıpkı filmdeki karakterlerin sessizliği gibi sessiz kalan bir alışılmışlık eşlik ediyor.

Film boyunca Ukrayna’da ki çürümüş sistemi anlatmak için kullanılan okul bu kadarı da olamaz denilecek yaşantılara ev sahipliği yapar. Bu okulda çeteler, şiddet, hırsızlık, fuhuş, haraç alma hatta kadın ticareti bile yapılır. En dayanılmaz yanı ise tahmin edileceği gibi bu sayılanlara ya okul idaresi ve öğretmenler ses çıkarmaz ya da birebir destek olur. En küçük sakininden en büyüğüne kadar okuldaki herkes bu düzeni benimser görünür. Kimse halinden şikayetçi değildir.  Hatta okula yeni gelen karakterimiz, sanki yıllardır bu okulda okuyormuş gibi anında ayak uydurur düzene. Bu da ülkenin tüm kurumlarının aynı işleyişte olduğunu ispatlar niteliktedir. Bu bozuk çarka itiraz edecek kimse çıkmaz ortaya. Var olan durumu herkes kabullenmiştir.  Var olan durumu herkes kabullenmiştir. Eğitim dışında her şeyin yapıldığı bu kurumda devam eden sistematik bir işleyiş vardır. Hatta okul sakinlerini, topluca izlediğimiz bazı sahnelerde söylenileni koşulsuz yapan zombilere benzetebiliriz. 

Bu kadar olumsuzluğun arasında okula yeni gelen elemanın ilk geldiği zaman onun bir kurtarıcı olduğunu düşünüyoruz. Fakat ilerleyen zamanlarda tamamen ortama adapte oluyor karakterimiz.  Filmi genelde bu karakter üzerinden izliyoruz. Ama film onu hiçbir zaman özdeşlik kuracağımız biri olarak göstermiyor. Yaşanmaya başlayan aşk hikayesi de tüm bu kötülüklerin üstesinden gelemiyor ne yazık ki. Hatta bu ismini bile bilmediğimiz anti kahramanımız filmin sonunda asıl şiddetin nasıl olacağının dersini veriyor bize.



Seyrine doyum olmayan kamera kullanımı, oldukça uzun sahneleri, kuzey ülkelerinin soğuk ve rutin hayatına denk düşen mavi ağırlıklı ortamları, birebir gerçek zamanlı izlenen bazı sahneleri  ve tahmin bile edemeyeceğimiz kadar yüksek dozda şiddet sahneleri ile izlemesi yer yer zor bir film Plemya.  Ayrıca Plemya bu kadar çürümüş sistemde izleyenlerine boş umutlar vaat etmiyor.  Her şeye fazlasıyla gerçekçi yaklaşıyor film. Bu gerçekçi duruş bizi daha da büyülüyor.