Forty Shades Of Blue ve Keep The Lights On filmleriyle
çeşitli ödüller alan yönetmen Ira Sachs’ın son filmi Love is Strange etkileyici
bir minimalist sinema örneği. Amerikan bağımsızlarından olan yönetmen İf İstanbul Film Festivaline son
filmiyle ikinci kez konuk oluyor.
Bugüne kadarki eşcinsel filmlerinde ya karakterlerin
kendilerini keşfetme ya da birbiriyle karşılaşma, tanışma ve aşık olma
süreçlerinin birbirini izlediği hikayeler izlemişizdir. Hatta karakterler genç,
çiçeği burnunda ve eşcinselliği tam
olarak içselleştirememiş kişiler olur. Love is Strange ise bu alışılagelmiş
durumu yerle bir ediyor. Filmde Ben ile George bu söylenen süreçleri çoktan
atlatmış bir çift. İzleyici olarak hiçbir fikrimizin olmadığı 39 yıllık
beraberliklerini evlilikle taçlandırmaya karar verirler. Birçok aşk filminde
evlilik mutlu son olurken, bu kez sorunların başlangıcı oluyor. Sorunların
başlangıcı derken yanlış anlaşılmasın; Ben ile George arasındaki ilişkiden
kaynaklanan sorunlar değil bunlar.
Aksine yaşanılan zorluklar Ben ile George arasındaki bağı güçlendirmeye
yarıyor.
Birlikteliklerini evlenerek devam ettiren karakterlerimizin
karşısına hesaba katmadıkları gerçekler çıkıyor. Her ne kadar yaşadıkları bölge
eşcinsel evliliğin yasal olduğu bir yer olsa da yeterli gelmiyor. Katolik
okulunda öğretmenlik yapan George eşcinsel olduğu bilindiği halde okulda
öğretmenliğine devam ederken bu durumu resmiyete dökünce işinden oluyor. Ve
maddi sıkıntılar evlerini satmalarına, uygun kiralık bir ev bulana kadar
akrabalarında ya da dostlarında kalmalarına kadar devam eden bir krize yol
açıyor. En acısı ise bu süreçte ayrı
kalmak zorunda olmaları…
Bu ayrılık sürecinde tabii ki gün içerisinde birbirlerini
görmeye çalışıyorlar. Ama onlar 40 yıl aynı yastığa baş koymuş kim bilir belki
de tek bir gecelerini ayrı geçirmemişlerdir. Ayrıca yaş olarak da
akrabalarından ve dostlarından büyüklerdir. Yaşayışları, alışkanlıkları,
tarzları çok farklıdır. Bu yaştan sonra kendi yarattıkları habitattan ayrılmak
çok zordur
Özellikle George yaşadığı ortamda tam bir yabancılaşma
yaşıyor. Evde tıpkı bir hayalet gibi dolaşıyor. Evde verilen çılgın partiler ya
da arkadaş toplantılarında bir dekordan farksız oluyor. Ben’in işi ise çok daha
zor. Kendisinden küçük iki farklı nesil ile başa çıkmaya çalışıyor. Bu iki
nesil de bir süre sonra Ben’den rahatsız
oluyor ve hareketleri hatta bazen sözleri ile bunu belli ediyorlar. Ben’in bu
durumu bana Yeşim Ustaoğlu’nun çektiği Pandoranın Kutusu filmini hatırlattı. Orada
da üç farklı nesil var. Anne, çocuklar
ve torun şeklinde. Anneyi çocuklar hiçbir şekilde anlayamazken Torun anneanneyi
anlayan tek kişidir. Ben’in durumunda ise torun konumundaki Joey, Ben’i
anlayamadığı gibi pervasızca hırpalayanlardan biri oluyor. Neyse ki, Ben oldukça
olgun bir kişilik. Bütün olumsuz davranışları büyük bir sükûnetle karşılıyor.
Ayrıca Joey’e yardımcı olmaya da çalışıyor.
Gerçek hayatta da, filmlerde de genelde insanlar yaşlanınca
dünya nimetlerinden elini eteğini çekerler. “Bu yaştan sonra ne isterim ki!”, diye
başlayan cümleler kurarlar. Ama son yıllarda çekilen ve çok da başarılı olan
bazı filmler bu genel geçer mantık ile resmen oyun oynuyor. Muhteşem Güzellik
filminde ki Jep ya da Gloria filmindeki Gloria ilerleyen yaşlarına rağmen
partilerden, gece kulüplerinden çıkmayan seksi de gönüllerince yaşayan
karakterler. İşte bu cesur, hayata umutla bakan karakterlerin arasına Ben ile
George da katılıyor. Çünkü onlar son günlerine kadar hayata büyük bir umut ile
bakar, aşklarını, mutluluklarını, üzüntülerini de diledikleri gibi açık ve
samimi yaşarlar. Yeri gelir kimseden çekinmeden birbirlerine özlemle sarılıp
hüngür hüngür ağlar, yeri gelir o kocaman bedenlerini küçücük bir ranza yatağa
sığdırırlar. Kocaman bedenlerinde kocaman yürekler taşıyan Ben ile George,
umudu sürekli diri tutmamız gerektiğini bize gösteriyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder