120 yıllık bir geçmişi olan sinema bugüne kadar birbirinden
farklı birçok yönetmenin sevdalandığı bir sanat dalıdır. Bu yönetmenlerin
kimisi elde olan imkânlar sayesinde çok iyi yerlerde eğitim görüp hiç
zorlanmadan bol bütçeli filmler çekerken kimileri ise hayata bir sıfır yenik
başlar. Ne var ki başarı refahın ve rahatlığın olduğu yerlerde kendini çok
fazla göstermez. Kısıtlı imkânlarla, yokluk içerisinde yapılan üretim ise
beklenenin aksine büyük bir başarı yakalar.
İşte Kütahya’nın
Tavşanlı ilçesinin Tepecik köyünde Dünya’ya gelen Ahmet Uluçay bunlardan
biridir; ilkokul mezunu olan Uluçay, hiçbir sinema eğitimi almamış ve
filmlerini çekmek için herhangi bir destek görmemiş biri. Ama Uluçay yaşadığı
tüm olumsuzluklara rağmen yılmayan, her zaman başaracağına inanan bir yönetmen
olur. Kısa yaşamına dokuz kısa, bir uzun metraj ve birçok ödül sığdıran
Uluçay’ın belgeseli Tepecik Hayal Okulu onu anlatmaya yetmese de dikkate değer
bir yapım.
Güliz Sağlam’ın yönettiği Tepecik Hayal Okulu, Uluçay’ın hastalık dönemine ve sinema hayatına,
kendisiyle birlikte yakınlarının anlatımıyla ışık tutulması üzerinden ilerleyen
bir belgesel. Documentarist 7. İstanbul Günleri’nde FIBRESCI (Uluslararası Film
Eleştirmenleri Federasyonu) ödülü, 47. SİYAD ödüllerinde en iyi belgesel film
ödülü başta olmak üzere Ankara, Malatya ve Boston Türkiye Festivallerinden de
en iyi belgesel ödülünü alan Tepecik Hayal Okulu, uzun yıllara yayılan bir
çalışma. Uluçay’ın beynindeki tümörün hayatını oldukça zorladığı, bu nedenle
ameliyat olduğu dönemde çekimlerine başlanır belgeselin. Fakat birçok nedenden
dolayı tamamlanamayan bu yapım, Uluçay’ın hayatını kaybetmesi üzerine tekrar
ele alınarak bitirilir. Hatta Uluçay’ın tutuculuğu nedeniyle o yaşarken eşi ile
yapılamayan röportaj, sonradan eklenen bölümlerden biridir. Uluçay’ın ameliyat
olduğu hastane koridorları ve tüm filmlerine de ev sahipliği yapmış olan köyü
Tepecik Hayal Okulu’nun iki mekanı olur.
Film Uluçay’ın tıpkı içinde bulunduğu şartlara kafa tutması
gibi rayların üzerinde hızla gelen trene de aynı raconu kestiği sahne ile
başlıyor. Zaten bu tren Uluçay’ın takıntılı olduğu bir imge filmlerinde...
Nerdeyse tüm filmlerinde tren var oluyor. Bir film şeridi olarak düşündüğü
tren, her vagonunda farklı insanlar ve bambaşka hayatlar ile onun için bir
karnaval gibi. Uluçay’ın ‘Çocukluğa
takılıp kalmış bir sinemacıyım, yaşadığımız çağı sevmiyorum’ sözleri, çektiği tüm filmlerde anlattıklarının
kendi çocukluğunun eseri olduğunu ifade ediyor.
Kimi zaman ‘İnci Deniz Dibinde’ adlı kısa filmindeki duvarda görülen
cinlerin, kimi zaman da ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ filmindeki sokak
aralarında çocukların koştururken gördükleri gölgelerin Uluçay’ın düşlerle dolu
çocukluğuna yaptığı göndermeler olduğu açığa çıkıyor.
Çocukluğunu unutamayan, o dönemde yaşadıkları tatları,
ilerleyen yıllarda bulamayan yönetmenler geçmişte de var oldu ve var olmaya
sanırım hep devam edecek. Federico Fellini’nin Sekiz Buçuk filmi kendi
çocukluğuna bir saygı duruşu, Andrey Tarkovsky’nin İvan’ın Çocukluğu filmi yine
kendi çocukluğuna göndermelerle dolu bir anma değil midir? Maalesef ki bu büyük
yönetmenler ömürleri izin verdiği için eserlerini insanlığa armağan etmeye
devam etmişken Uluçay çağın vebasına direnemeyerek çok erken aramızdan ayrılır.
Babasının ‘Bu işlerde para yok’ diyerek onu destelemediği,
evliliğinde evin geçimine hiç katkı sağlamayarak tüm yükü karısının üzerine
yıktığı, çocuklarıyla ilişkisi onları filmlerinde oynatmakla sınırlı bir hayat
Uluçay’ınki. Bulunduğu çağı sevmeyen, sürekli çocukluğundaki zamanlarda kalmak
isteyen Uluçay’ın filmlerini ve onu anlatan tek kaynak olan Tepecik Hayal
Okulu’nu izleyin, izlettirin…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder