2. Dünya Savaşı yıllardır nice kitaba, filmde işlenmiş
bitmek tükenmek bilmez bir konu olagelmiştir. Yaklaşık altı yıl süren, elli
milyon insanın hayatına mal olan tarihin en kanlı savaşı, unutulmaz anları ile
adeta filmlerde yaşamaya devam ediyor.
En çok da Adolf Hitler öncülüğünde savaşa katılan Nazi Almanya’sının
işgalleri, katliamları, soykırımları ile konuk oluyor sinemaya. Dünya tarifi
mümkünsüz bu acıların gelecek nesillere sinema ile aktarılmasına şahit oluyor
yetmiş yıldan bu yana. Bazen cephedeki çatışmalar, bazen Yahudi soykırımı
olarak bazen de savaşın gölgesinde yaşanan aşkları ile beyazperdeye taşınıyor.
İşte İrene Nemirovsky’nin bir türlü tamamlanamayan romanından Saul Dibb’in Matt
Cahrman ile birlikte senaryolaştırıp çektiği Suite Française savaşın gölgesinde
yaşanılan nice aşk filmlerinin en iyilerinden biri.
Suite Française sadece bir aşk filmi değil elbette. Odağına
aşkı alan ama aynı zamanda Nazi Almanya’sının işgal ve Yahudi politikası, sınıf
meselesi, yurttaşlık sorunları gibi nice konu ile beslenen bir yapım. İşin can
alıcı noktası ise tüm bu toplumsal meseleleri aşk gibi bireysel bir duyguya
olabildiğince naifçe ve ustalıkla yedirilmesi. Kocası askere gittiği için kayınvalidesi(Kristin
Scott Thomas) ile birlikte aynı evi paylaşmak zorunda kalan Luice(Michelle
Williams) hiçbir şeyden habersiz, ona çizilmiş olan hayatı sessiz bir
kabulleniş ile yaşar. Ne var ki bu sakin hayat çok sürmez. Fransa’nın Naziler
tarafından işgal edilmesinden sonra her eve yerleştirilen Nazi askerlerinden
teğmen Bruno von Falk’ın (Matthias Schoenaert) Angellier malikanesine
gelmesiyle Luice başta olmak üzere herkesin yaşadığı hayat değişmeye başlar.
Gizlenmiş, örtbas edilmiş her şey su yüzüne çıkmaya, geri dönüşü olmayan
değişimler yaşanmaya başlar. Filmin asıl kızı Luice tıpkı bir kelebek gibi sarıp sarmalandığı kozasını yavaş yavaş da
olsa çatırdatarak gerçek dünyaya ve onun acılarına kanat çırpar.
Film karakterleri ırk üzerinden değil insanlık üzerinden
değerlendiriyor: Yönetmen Fransızları melek olarak yansıtmıyor. Her ne kadar
Naziler tarafından işgale uğramış esirler olsalar da onları da tıpkı Naziler
gibi olumsuz yanları ile var ediyor. Kimi zaman her gün yüz yüze baktığı
komşularını gammazlayan ispiyoncuları kimi zaman da yoksulları iliğine kadar
sömüren akbabaları ile tanıyoruz bazı Fransızları. Bunun yanında tıpkı Luice
gibi kendisine çizilmiş hayatı yaşayan teğmen Bruno ise bir Nazi askerinden çok
farklı yanlarıyla tanınıyor; eli silah tutmaktansa piyano çalmaya, savaş
stratejilerinden daha çok beste yapmaya uygun biri.
Merkezine aşk hikayesini alan filmler gibi her an melodrama
dönüşebilecekken bu tuzağa düşmüyor Suite Française. Ne ağlak sahnelere ne de
karamsarlığa umut bağlıyor. Aynı şekilde kimseyi melankolik ya da zavallı hale
düşürmüyor. Aksine yaşadığı her olumsuzluk da bile umudunu kaybetmeyen, hatta
hedeflerini büyüten kararlı bireyler filmi omuzluyor.
Genelde kapalı mekanlarda geçen film az da olsa var olan dış
mekan çekimlerinde ise oldukça karanlık bir atmosfer sunuyor. Luice’nin giydiği
birkaç kıyafet haricinde hiçbir renk görünmüyor. Bruno’nun bestelediği
etkileyici tınıların haricinde huzur duyup nefes alınabilecek hiçbir an
yaşanamıyor. Yaşanılanlar yokluk, hayal kırıklığı, korku, nefret, ümitsizlik
duygularından öteye gitmiyor. Sinematografisi,
atmosferi, müziği ve en önemlisi oyunculukları ile bu yılın sık sık
adını duyacağımız Suite Française, şimdiden Oscar yarışının adayları arasından
kendine yer kapmış gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder