16 Mayıs 2015 Cumartesi

SUİTE FRANÇAİSE: AŞK OYUNU BUNA DERLER


2. Dünya Savaşı yıllardır nice kitaba, filmde işlenmiş bitmek tükenmek bilmez bir konu olagelmiştir. Yaklaşık altı yıl süren, elli milyon insanın hayatına mal olan tarihin en kanlı savaşı, unutulmaz anları ile adeta filmlerde yaşamaya devam ediyor.  En çok da Adolf Hitler öncülüğünde savaşa katılan Nazi Almanya’sının işgalleri, katliamları, soykırımları ile konuk oluyor sinemaya. Dünya tarifi mümkünsüz bu acıların gelecek nesillere sinema ile aktarılmasına şahit oluyor yetmiş yıldan bu yana. Bazen cephedeki çatışmalar, bazen Yahudi soykırımı olarak bazen de savaşın gölgesinde yaşanan aşkları ile beyazperdeye taşınıyor. İşte İrene Nemirovsky’nin bir türlü tamamlanamayan romanından Saul Dibb’in Matt Cahrman ile birlikte senaryolaştırıp çektiği Suite Française savaşın gölgesinde yaşanılan nice aşk filmlerinin en iyilerinden biri.
Suite Française sadece bir aşk filmi değil elbette. Odağına aşkı alan ama aynı zamanda Nazi Almanya’sının işgal ve Yahudi politikası, sınıf meselesi, yurttaşlık sorunları gibi nice konu ile beslenen bir yapım. İşin can alıcı noktası ise tüm bu toplumsal meseleleri aşk gibi bireysel bir duyguya olabildiğince naifçe ve ustalıkla yedirilmesi.  Kocası askere gittiği için kayınvalidesi(Kristin Scott Thomas) ile birlikte aynı evi paylaşmak zorunda kalan Luice(Michelle Williams) hiçbir şeyden habersiz, ona çizilmiş olan hayatı sessiz bir kabulleniş ile yaşar. Ne var ki bu sakin hayat çok sürmez. Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesinden sonra her eve yerleştirilen Nazi askerlerinden teğmen Bruno von Falk’ın (Matthias Schoenaert) Angellier malikanesine gelmesiyle Luice başta olmak üzere herkesin yaşadığı hayat değişmeye başlar. Gizlenmiş, örtbas edilmiş her şey su yüzüne çıkmaya, geri dönüşü olmayan değişimler yaşanmaya başlar. Filmin asıl kızı Luice tıpkı bir kelebek gibi  sarıp sarmalandığı kozasını yavaş yavaş da olsa çatırdatarak gerçek dünyaya ve onun acılarına kanat çırpar.

Film karakterleri ırk üzerinden değil insanlık üzerinden değerlendiriyor: Yönetmen Fransızları melek olarak yansıtmıyor. Her ne kadar Naziler tarafından işgale uğramış esirler olsalar da onları da tıpkı Naziler gibi olumsuz yanları ile var ediyor. Kimi zaman her gün yüz yüze baktığı komşularını gammazlayan ispiyoncuları kimi zaman da yoksulları iliğine kadar sömüren akbabaları ile tanıyoruz bazı Fransızları. Bunun yanında tıpkı Luice gibi kendisine çizilmiş hayatı yaşayan teğmen Bruno ise bir Nazi askerinden çok farklı yanlarıyla tanınıyor; eli silah tutmaktansa piyano çalmaya, savaş stratejilerinden daha çok beste yapmaya uygun biri.

Merkezine aşk hikayesini alan filmler gibi her an melodrama dönüşebilecekken bu tuzağa düşmüyor Suite Française. Ne ağlak sahnelere ne de karamsarlığa umut bağlıyor. Aynı şekilde kimseyi melankolik ya da zavallı hale düşürmüyor. Aksine yaşadığı her olumsuzluk da bile umudunu kaybetmeyen, hatta hedeflerini büyüten kararlı bireyler filmi omuzluyor.
Genelde kapalı mekanlarda geçen film az da olsa var olan dış mekan çekimlerinde ise oldukça karanlık bir atmosfer sunuyor. Luice’nin giydiği birkaç kıyafet haricinde hiçbir renk görünmüyor. Bruno’nun bestelediği etkileyici tınıların haricinde huzur duyup nefes alınabilecek hiçbir an yaşanamıyor. Yaşanılanlar yokluk, hayal kırıklığı, korku, nefret, ümitsizlik duygularından öteye gitmiyor. Sinematografisi,  atmosferi, müziği ve en önemlisi oyunculukları ile bu yılın sık sık adını duyacağımız Suite Française, şimdiden Oscar yarışının adayları arasından kendine yer kapmış gibi görünüyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder