Sinema türlü türlü başarı hikayelerini anlatan bir sanat
dalı olagelmiştir. Çoğu hikayede kahramanlar en alttan en üste doğru yavaş
yavaş tırmanırlar. Gerçek hayatta nadir olarak yaşanılan bu vaka haliyle
anlatılmayı hak edecek bir mevzu olarak görülür. İster gerçek ister hayal ürünü
olsun izleyenler açısından bu hayat hikayeleri çok sevilir. Çünkü seyirci
izlediği hikayede kendini kahramanın yerine koyarak tam bir özdeşleşme sağlar.
Bu nedenle kahramanın yırtması izleyenin kendsininde sıkışmış dünyasından da
kurtulması, nefes alması anlamına gelir. İşte Kanadalı Ben Ripley’in yazıp
François Girard’ın yönettiği Boychoir bu bahsettiklerimin birçoğunu bünyesinde
barındıran bir film.
Annesi ile birlikte yaşayan Stet ‘in aykırı davranışlar
sergileyen mutsuz bir çocuk olduğunu özetlemesi ile başlıyor film. Ancak annesini
kaybetmesinden sonra başarı merdivenlerini üçer beşer tırmanacağı bir kulvara
giriyor Stet’in hayatı. Stet ülkenin hatta
kıtanın en başarılı müzik okullarından birine sadece biyolojik babası
diyebileceğimiz kişinin para kesesinin ağzını açması ve yeteneği sayesinde
giriyor. Ve bu ana kadar yapmadığı şeyi yapmaya başlıyor; hayatla savaşıyor.
Üstelik bunu yaparken başarıya giden yolda hiçbir davranışı yapmaktan
gocunmuyor; kimi zaman kendisinden küçüklerden yardım istiyor kimi zaman da iki
gözü iki çeşme af diliyor. Zira burjuvazinin emarelerinin buram buram
hissedildiği okulda tutunup başarabilmenin başka yolu olmadığının fazlasıyla
bilincinde karakterimiz.
Stet’in hikayesini izlerken yakın dönemde izlediğimiz
Whiplash filminin akla gelmemesi sanırım mümkün değil. Büyük başarıyı ıskalamış
ve bilgilerini bir sonraki kuşağa aktararak yoluna devam eden hoca, rakiplerini
geride bırakarak zirveye tırmanmaya çalışan öğrenci karakterleri çok benzeşiyor.
En büyük benzerlikleri ise başarıyı dayanışarak değil de rakiplerini alt ederek
kazanma paydası oluyor. Ne var ki
Boychoir’deki öğrenci öğretmen ilişkisi çok daha sevecen.
Kendini filmin her anında mükemmel bir konserin
ortasındaymışçasına hissettiren müzikleri , Dustin Hoffman gibi başarılı
oyuncuların varlığı ve her an yükselen öyküsü ile tam not alabilecek Boychoir
alt metinde verdiği mesajlarla maalesef karın ağrısına neden oluyor. Stet’in
hayata tutunma hikayesi Amerikan kültürünün aileyi kutsama takıntısından
nasibini alıyor. Bir de üstüne sadece başarılı olursan kabul edilirsin mesajı
var ki her şeyi bitiren nokta oluyor. Şayet yetenekli, zeki ya da güzel
olmazsan, zirveye oynamazsan yalnız ve zavallı kalmaya mahkum kalırsın anlayışı
filmin var olan güzelliklerini de gölgeleyerek geriye zifiri bir karanlık
bırakıyor. Hatta çoğu kişi için faşist bir bakış açısı olduğu öne sürülen
Whiplash’den bile zihniyet olarak geriye düşüyor. Geriye zirveye çıkmayı bırak,
tırmanmasına bile izin verilmeyen nicelerinin varlığının yarattığı umutsuzluk
duygusu kalıyor.
Boychoir, her şeye rağmen öğretmen-öğrenci ilişkisini ya da
başarma öykülerini izlemeyi sevenler için kaçırılmaması gereken bir yapım.
‘Uzun süredir kulağımın pası silinmiyor’, ‘Biraz olsun müziğin huzurunu yaşamak
istiyorum’ diyorsanız bu film tam size hitap ediyor. Şayet filmi izlerseniz unutulmaz eserlerden
Alleluia, Adiemus gibi eserleri etkileyici sahneler eşliğinde dinlemenin
huzurunu yaşayacak ve filmden sonra fellik fellik filmin soundtrackını
arayacağınıza bahse girerim. Şimdiden mırıldanarak eşlik edilen müziğin sesini
duyar gibiyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder