Sinema sanatının kendine seçtiği konulardan biri de zorlu
doğa koşullarında hayatta kalma maceralarıdır.
Bu türde çekilen Into The Wild, Gerry, 127 Hours, Alıve, Cast Away, The
Grey, Life Of Pi, Wild benim hafızama kazınan, unutamadığım filmlerin başında
gelir. Bu filmlerde ıssız bir ada, sarp dağ zirveleri, okyanusun ortası, balta
girmemiş orman, uçsuz bucaksız çöl tüm ihtişamı ile insan denen varlığın
korkulu rüyası olur. Genelde bir romandan ya da gerçek hayatın ta kendisinden
uyarlanırlar. Özellikle gerçekten yaşanmış olan hikayeler izleyiciyi çok daha
fazla etkiler. Çünkü gerçek olay olmaları filmde yaşanan her olumsuzluğun bizim
de başımıza geleceğini düşündürür. İşte bu filmlerin, şu an için son örneği
olan Backcountry gerçek hayattan esinlenerek çekilmiş etkileyici bir survival
filmi.
Bir çiftin kamp yapmak için ormana gitmelerini ve kamp
yapmaya başladıkları andan itibaren gerilimin artarak devam etmesini izliyoruz
Backcountry’de. Yönetmen Adam MacDonald
gerilimi sadece doğa üzerinden kurmuyor.
Çiftin arasındaki gerilimli ilişki, ormanda rastlayıp birlikte yemek
yedikleri esrarengiz adam, her an birileri tarafından izleniyorlar hissiyatı
gibi etkenler tekinsiz doğanın gerilimli havasına eşlik ediyor. Belanın
nereden, kimden, ne zaman geleceği hiç kestirilemiyor çok uzun bir süre.
Genelde iki kişi üzerinden aynı mekanda ilerleyen bir hikayenin insanı
karmakarışık duygulara kaptırması seyirciyi oldukça şaşırtıyor.
Az çok film izleyen bir seyirci, bu tarz hikayelerde kimin
öleceği ya da hangisinin daha önce öleceği gibi mevzuları tahmin edebilir.
Yaşadığımız yüzyılda dikkat çekici, yeni bir şey yapmak isteyen bir yönetmenin
merak, gerilim, korku gibi duyguları daha başka unsurlar üzerinden yaratması
gerekir. Zira bugüne kadar sinemada tüm konular işlenip tüketilmiş durumda.
Şimdiden sonrakiler yeni senaryolar üretemeyecekleri için üretilmiş olanları
biçim olarak renklendirmeliler. İşte Backcountry, bunu fazlasıyla yapıyor.
Muhtemelen dijital bir el kamerası ile çekilen filmin en güçlü unsuru ise
görüntüler. Karakterlerini adım adım
izleyen kamera, her şeyi tüm çıplaklığı ile göstermekten de asla çekinmiyor.
Tüm ihtişamı ile insanoğlunu kendine çeken orman maalesef
gizli kalmış can alıcı noktalarını sevgilisine göstererek ifşa etmek isteyen
Alex’e izin vermiyor. Sanki mahreminin
gözler önene serilmesini bir saldırı olarak niteliyor. Kendisine ve kendisini
korunak olarak seçen hayvanların özeline izinsiz girilmesine tepkisiz kalmıyor.
Orman, birbirine tıpatıp benzeyen yolları, hayvanlar da –bunu ayı üzerinden
yapıyor- vahşiliğiyle Alex ile Jenn çiftine acımasız bir oyun oynuyor. Ve tabiî
ki Alex’in kibri, kıskançlığı da bu oyunun oynanmasına resmen ön ayak oluyor.
Tüm sadeliğine rağmen hiç dinmeyen temposu ile seyirciyi koltuğa
kilitleyen bu yapım yeni bir şey söylemese de farklı tarzı ile başarıyı
yakalıyor. Uçsuz bucaksız doğada bir su damlacığı kadar etkisiz ve zavallı
olduğumuzu bize sert bir şekilde hatırlatıyor MacDonald. Gerçekten yaşanmış bu olayı tüm çıplaklığı
ile bu filmden sonra izleyenler doğaya karşı daha temkinli olurlar umarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder