Gillian Flynn’nin Gone Girl romanı geçen yıl David Fıncher
tarafından sinemaya uyarlanmış ve oldukça sevilmişti. Gone Girl’in bu kadar
sevilmesi üzerine yazarın bir diğer romanı Dark Places, Gilles Paquet- Brenner tarafından
neredeyse Gone Girl kadar başarılı bir şekilde uyarlanmış. Bu her iki yapımın
da başarısının ilk sırrının çok iyi kurguya sahip Flynn romanları olduğunu
söylemek gerekiyor. Romanların kalitesine
ihanet etmeyen özenli yönetmenler ve başarılı oyunculukları da unutmamak lazım.
Belli aralıklarla gazetelerin üçüncü sayfalarında cinnet
getirme sonucunda tüm ailesini katleden aile bireylerinin kan dondurucu
haberlerini okuruz. İnanılır gibi değildir bu duyduklarımız. Fakat bu tüyler
ürpertici cinayetleri gerçekleştiren kişi suçunu itiraf eder, cezasını alır ve
çok kısa süre sonra her şey unutulur. Bu cinnet vakaları sinemaya da sık sık
konu olur geçmişten bu yana. Dark Places filminin ilk başlangıcı tam da böyle
bir olay ile başlar. Katledilen bir aile
ve katliamdan kurtulanlar üzerinden ilerleyen bir hikaye vardır perdede.
Tesadüf eseri kurtulan kız çocuğunu(Libby) ve ondan üstünkörü alınan ifade
sonucu suçlu kabul edilen abisini (Ben) ana karakter olarak izleriz. Kağıt
üzerinde, Ben, 25 yıl hapiste yatmış, suçlular cezasını çekmiş, adalet yerini
bulmuştur? Peki her şey bu kadar basit
midir? En azından bu film için bu sorunun sorulması gerekecek. Zira Flynn’nin
tarzını az çok tanıyorsanız hiç bir şeyin o kadar basit olmayacağını tahmin
etmeniz gerekir. Dark Places’de unutulmaz cinayet vakaları ile ilgilenen
gizemli bir grup olan Kill Club ile Libby’nin yolları kesişir. Ve asıl
yaşananlar bilinçaltından, gizli mektuplardan, sahte adreslerden kurtularak gün
yüzüne çıkar.
2003-2010 yılları arasında yayınlanmış Cold Case tv dizisinde
yıllar önce çözülememiş ve rafa kaldırılmış dosyaları yeniden açıp çözmeye
çalışıyorlardı. Ve çoğu zamanda suçlu olduğu sanılan kişinin aslında masum
olduğu, olayın sanılanın tam da aksi bir seyir izlediği anlaşılıyordu. İşte
Kill Club’nın yönlendirmesi ve ısrarı ile Libby’nin araştırmaları esnasında bu
dizi aklıma geldi. Tıpkı bir matruşka gibi sır perdesi kat kat aralanıyor.
Flashbackler ile geçmiş Libby’nin hafızsında tekrar yaşanıyor. 28 yıl sonra hukuken olmasa da tekrardan bir
cinayet araştırması yapılıyor.
Satanizm, sınıf meselesi,
aile kurumu gibi konulardan da beslenen film aynı zamanda Amerika’nın
adalet sistemini de inceden sorgular. Her ne kadar bunu açık açık dile
getirmese de hukukun, büyük bir sansasyona neden olan cinayeti aydınlatmak için
gereken hassasiyeti göstermemesi yeterince durumu açıklar. Neyse ki bu tarz konularda kanun adamlarından
daha özverili bir kamuoyu vardır. Libby yaşadığı ağır travmadan sonra aradan
yıllar geçmesine rağmen hala hayatla barışamayan, kendine ait düzenli bir hayat
yaratamayan biridir. Çünkü kafasında aslında hiç bir şey tam çözülmemiş,
yanıtsız sorular olarak bekler. Ne zaman
ki sorular cevaplarını bulmaya başlayıp olay çorap söküğü gibi çözülür Lippy
kendi ile barışmaya o zaman başlar. Tıpkı doktorun hastasını hipnoz yapması
gibi Kill Clup üyeleri de Libby’i bir nevi hipnoza tabii tutarlar. Libby’e
sorular sorarak onu yönlendiren club üyeleri onun unutmak istediği gerçekleri
hatırlamasına ve olayı çözmesine vesile olurlar. Ve Libby tedaviye olumlu cevabı
verir. Hayata umutlu bakan, yeni bir yolda ilerlemeye karar alır. Tabii Libby
ile birlikte izleyici olarak bizler de onunla kurduğumuz katharsis sonucu
rahatlar, huzura ereriz.
Önceki filmlerine göre çok daha başarılı bir iş çıkaran
Gilles Paquet-Brenner geliştiğini bu filmle ispat ediyor. Mükemmel bir atmosfer, başarılı oyunculuklar,
sağlam bir hikaye ve senaryo Dark Places’i hakkı asla yenmemesi gereken bir
filme dönüştürüyor. Cinayet filmlerini, bulmaca çözmeyi seviyorsanız bu film
tam size göre.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder