Film, denizin bir koltuk, otoyolun rüzgâr, tüfeğin bir kuş,
seyahatin ise bir zemin kaplama malzemesi olduğunu işitmemiz ile başlar.
Çocukların, evden uzaklaşınca tanıyabilecekleri kelimeler, evdeyken karşılarına
çıkabilecek şeylerle anlamlandırılır kasetteki sesin sahibi olan anne
tarafından. Yine filmin ilerleyen sahnelerinin birinde aile, Frank Sinatra’nın
Fly Me to the Moon parçasını dinler. Başka bir dilde söylenilen şarkıyı baba,
çocuklarına tamamen farklı bir şekilde tercüme edip dilin gücünü yıkarak, dil
üzerinde kendi hegomanyasını kurar. Uçmaktan, özgür olmaktan bahseden şarkının
sözleri yerine aileye ve eve duyulan sevgiyi, sadakati belirten sözleri koyar
baba. Hatta son cümle her şeyi özetler: “Seni (evi) asla terk etmeyeceğiz.” Ludwig
Wittgenstein, kaleme aldığı Tractatus Logico-Philosophicus’da “Dilimin sınırları benim dünyamın sınırlarıdır.”
der. Filmdeki ebeveynler dile müdahale
ederek çocuklarına sundukları dünyanın alanını ellerinden geldiğince
daraltırlar. Bırak başka bir dil bilmeyi kendi dillerini bile sınırlı bir
şekilde öğrenen çocukların, hayatı algılayış şekilleri de buna göre çok kısıtlı
olur.
Üst sınıf bir ailenin
hayatına konuk olduğumuz Yorgos Lanthimos’un yönettiği Köpek Dişi’nde baba
hariç diğer bireyler evden dışarıya çıkmaz. Ev, bu filmde asla bir beton yığını
ya da sadece bir ülkenin alegorisi değildir. Lanthimos, çizdiği çerçeveye çok
daha geniş bir perspektiften bakarak yerleştirir portresini. İnsanlığın
başlangıcından kurar anlatı yapısını. Geniş bir arazi içerisine kurulu malikâne
cennet, tüm kuralları koyan baba Tanrı ya da Âdem, anne ise Melek ya da
Havva’dır. Gelelim çocuklara. Evden kaçtığını anladığımız çocuğun misyonu çok
önemli. Bu çocuğun, evdeki Büyük Kız’ın ikizi olması yüksek ihtimal. Tıpkı
evdeki Erkek Çocuk ile Küçük Kız gibi. Ayrıca annenin yine bir ikiz beklemesi
ve yine birinin erkek, birinin de kız olduğuna adı gibi emin olması, bu
varsayımı daha da güçlendirir. Zira Havva, hayatı boyunca bir defa hariç biri
kız biri de erkek olmak üzere hep ikiz doğurmuştur. Çünkü insanlık soyunun
devam edebilmesi için kardeşlerin birbiriyle evlenmesi gerekmekteydi. Tabii tek
bir şartla: İkizler birbiriyle evlenemezdi. Kabil ise bu kuralı tanımayarak kendi
ikizi ile evlenmek ister. Fakat iktidar Habil’den yana tavır aldığı için
Habil’i öldüren Kabil, ailesini terk eder. Kabil, aslında insanlık tarihinin
ilk başkaldıranıdır. Tanrı’ya, dine, aileye yani bir insanı özgürlüğünden alı
koyacak olan en büyük engellere sırtını döner Kabil. İşte Büyük Erkek Çocuk,
tam da Kabil gibi özgürlüğünü elinden alan aileyi terk edebilmiştir. Lanthimos,
hiç tanımadığımız bir karakter üzerinden aileyi (Tanrı, din, aile) hedef
tahtasına oturtur. Ona inandırıldığı üzere köpek dişinin düşmesini bekleyen
Büyük Kız ise evdeki Erkek Çocuk ile birlikte olmaya zorlanınca tam olarak
gitmeyi kafasına koyar.
Filmde bu Kabil ile Habil meselesinin altını dolduran yine
en önemli şeylerden biri; çocuklar arasında yaratılan rekabet duygusudur. Çocukların
tek aktivitesi sonunda ödül ya da ceza olan yarışmalardır. Çocuklar sürekli bu
yarışmalar nedeniyle birbirleriyle çekişme halindedirler. Bu durum bir süre
sonra çocukların birbirlerine şiddet göstermelerine neden olur. Bu şiddet
anları filmin seyrini oldukça güçleştiren anlar olurken bir de Lanthimos’un
kamera kullanış tercihi bu durumu adeta katmerler. Kimi zaman yerine mıhlanan
kamera nedeniyle vücudun gövdeden veya baştan kesilmesi, ortam seslerinin
baskınlığının dışarıdan her an gelebilecek bir tehdit unsuru olarak
kullanılması filmin sert tonunu besler adeta. Ebeveynlerin rekabeti körüklemesi
sadece bu kadar ile de kalmaz. Anne “Yeterince
çabalarsanız belki yeni çocuk doğurmama gerek kalmaz.” diyerek henüz
doğmamış çocukları bile rekabet malzemesine dönüştürür. İşte bu şekilde sürekli
bitmek bilmez bir yarışın içerisinde olan çocukların, ebeveynlerinin, özellikle
de Baba’nın(Tanrı’nın) gözüne girmek için gösterdikleri çaba, Tanrı tarafından
sürekli sınav olan kulların durumunun tıpa tıp aynısı değil de nedir? Lanthimos,
Baba üzerinden kullarına kural koyan, onları bir yarışın içine sokup başarısız
olduklarında cezalandıran Tanrı olgusunu toptan karşısına alır aslında.
Yine Baba’ya köpek eğitim merkezin sahibinin söyledikleri
tam da Tanrıların, diktatörlerin, babaların insanlara yaptığına bir nevi ayna
tutuyor. Köpeklerin hamura benzediğini ve onların zamanla tabii ödül ve ceza
yöntemiyle şekillendirilip kusursuz bir köleye dönüştürüleceğini anlatıyor.
Köpeğinizin evcil bir hayvan, bir arkadaş mı? Bir yoldaş mı? Yoksa sahibine
saygı duyup emirlerine uyan bir bekçi köpeği mi olmasını istersiniz? diye
soruyor adam. Tabii ki Baba’nın isteği tıpkı çocuklarında tercih ettiği gibi
emirlere uyan bir bekçi köpeğidir. Tıpkı hayvansever olduğunu iddia eden birçok
insan gibi: Hayvan sahiplenen birçok insanın o hayvanlardan tek beklediği şey
kendilerine itaat etmeleri değil midir? Gücü elinde bulunduranın beklentisi hep
aynıdır. Baba, hayvan sahibi ya da Tanrı, ne fark eder?
İşte kullarından bu sorgusuz itaat bekleyen Baba’nın,
oğlunun cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için –sadece erkeğin cinsel ihtiyaçları
olurmuş gibi- dışarıdan bir yabancıyı, korunaklı cennetine kendi elleriyle
soktuğunu görürüz. Christina’yı (filmde ismi olan tek karakter) para karşılığı
eve getirir. Christina, yaratılan bu evrende Şeytan’a karşılık gelir. Çünkü
Christina, tıpkı Cennet’te yasak ama cezp edici şeylerle Havva’yı ve Âdem’i
tanıştıran Şeytan gibi Büyük Kız’ı baştan çıkarır –yoksa aydınlatır mı
demeliyiz?- . Büyük Kız’ın aydınlanmasının mimarı iki filmin videokasetidir
aslında: Rock 4 ile Jaws. Amerika’nın büyük bir tehdit
olarak gördüğü, düşmanı sosyalizme verdiği savaşı alt metnine yedirmiş
filmlerdir her ikisi de. Rocky, Rus boksörü yener. Jaws filminde de yine
köpekbalığı (sosyalizm tehlikesi) yani kasaba halkının deyişiyle Bruce,
öldürülür. Oral seks karşılığı
Christina’dan aldığı bu iki filmi izleyen Büyük Kız, köpekbalığı olmayı
kafasına koyar. Filmlerdeki replikleri ezberleyen hatta Rocky filmindeki dövüş
sahnelerini tek başına canlandıran Bruce’un tıpkı ikizi gibi sorgulama,
başkaldırma zamanı gelmiştir. Ne de olsa içinde, sonunda ölüm olsa da pes
etmeden can verene kadar mücadele eden bir köpek balığının ruhunu taşır. Ki köpek
balığı ile ne kadar özdeşlik kurduğunu ona verilen ismi benimseyip kendine isim
addetmesinden bellidir.
Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Ağustos sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder