2000’lerin başında çektiği Wilbur Wants to Kill Himself ve
Italienks for Begyndere ile başarıyı yakalayan Lone Scherfig daha sonra üst
üste çektiği An Education ve One Day ile edebiyat uyarlamalarında da çok
yetenekli olduğunu göstermiş, birçoğumuzun ilgisine mazhar olmuştu. Son filmi
The Rio Club ile yönetmen, bu kez bir tiyatro uyarlaması ile yoluna devam
etmiş.
Oxford Üniversitesinde okuyan kalburüstü öğrenciler tarafından
geçmişte kurulmuş ve geleneği hala sürdürülen The Riot Club’a yeni üyelerin
dahil edilmesi ve sezonun ilk akşam yemeğinin yenilmesi filmin çerçevesini
oluşturuyor. Kendilerini Oxford’u kazandıkları için zeka ve zengin oldukları
için sınıf olarak üstün gören kulüp üyeleri devletin(yazılı) ya da
toplumun(sözlü) onlara vermediği haklara sahip olduklarını düşünüyorlar. Hayatın her anında haz alma peşinde olan bu kişiler gittikçe daha da hedonistleşiyorlar. Zekâlarının
ve ceplerinin sahip olamayacağı, başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı konusunda
fazlasıyla emin davranıyorlar.
Bu kendini beğenmiş, üstenci, elitist tavırlar gösteren on
erkeğin maceralarını izlerken bir kadın olarak Lone Scherfig neden bunları bize
izlettiriyor diye düşünüyor insan. Karakterlerin hazmetmesi zor davranışlarıyla
da uzadıkça uzayan ilk bölüm ziyadesiyle sıkıntı veriyor izleyene. Ama ne var
ki akşam yemeği ile başlayan filmin ikinci yarısında Scherfig tabiri caizse
karakterlerini bombardımana tutuyor. Genel olarak kötü kahraman olan
karakterleri aşağılanıyor, yerden yere vuruluyor. Yer yer eşcinsel olan
karakterin kendini gizlemesi ile yer yer de ailesinin namı üzerinden kulübe üye
olanların içten içe rahatsızlığı ezikliklerini gözler önüne seriyor. Tabii
izlerken seyirci de, olayların gelişimine kendini çok kaptırmayıp, detayları
takip ederse yönetmenin karakterlerine ne mesafede olduğunu anlıyor. Bu da bir
nebze olsun izlediği olaylar karşısında ifrit olan seyirciyi rahatlatıyor.
Scherfig karakterlerini sadece eleştirmek ile kalmıyor.
Filmin akşam yemeği kısmında onların karşısına hala değer yargılarına, yasalara
sıkı sıkıya bağlı alt sınıfı koyuyor. Film daha çok çatışmasını bu zıtlıklar
üzerinden yapıyor. Restoranın mutfak kapısının açılması ile görünen siyahi
çalışan, Oxford’un yoksul öğrencilerinden kulüp üyesi Milles’in de sevgilisi
Lauren, babasının iş yerinde ona yardım eden üniversite öğrencisi kız, kızının
okul taksitlerini ödemek için gururunu bile ayaklar altına almak zorunda kalan
baba çatışmanın en güçlü öğeleri oluyor.
İkinci yarının neredeyse tümünün tek mekânda geçtiği film,
hiç düşmeyen temposu ve tahmin edilenden çok daha sert çıkışları ile dikkati
sürekli diri tutmayı başarıyor. Sonunda insanlık adına çok büyük vaatler
sunmayan film gerçekçilik anlamında da sınıfı geçiyor. Geleceğin bürokratlarını tüm çıplaklıkları
ile bize gösteren film nasıl bir sistemin kurbanı olduğumuzu suratımıza
çarpıyor. Ve en önemlisi film suç nedir, suçlu gerçekte kimdir, eyleme geçen
ile izleyen arasında ne fark vardır gibi bir dolu soru ile bizi baş başa
bırakıyor. Mükemmel bir şekilde örülmüş bir burjuva eleştirisi olan bu filmi
festivalde izleme şansınız hala devam ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder