19 Nisan 2015 Pazar

THE RİOT CLUB: FİLLER VE ÇİMEN


2000’lerin başında çektiği Wilbur Wants to Kill Himself ve Italienks for Begyndere ile başarıyı yakalayan Lone Scherfig daha sonra üst üste çektiği An Education ve One Day ile edebiyat uyarlamalarında da çok yetenekli olduğunu göstermiş, birçoğumuzun ilgisine mazhar olmuştu. Son filmi The Rio Club ile yönetmen, bu kez bir tiyatro uyarlaması ile yoluna devam etmiş.
Oxford Üniversitesinde okuyan kalburüstü öğrenciler tarafından geçmişte kurulmuş ve geleneği hala sürdürülen The Riot Club’a yeni üyelerin dahil edilmesi ve sezonun ilk akşam yemeğinin yenilmesi filmin çerçevesini oluşturuyor. Kendilerini Oxford’u kazandıkları için zeka ve zengin oldukları için sınıf olarak üstün gören kulüp üyeleri devletin(yazılı) ya da toplumun(sözlü) onlara vermediği haklara sahip olduklarını düşünüyorlar.  Hayatın her anında haz alma peşinde olan bu  kişiler gittikçe daha da hedonistleşiyorlar. Zekâlarının ve ceplerinin sahip olamayacağı, başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı konusunda fazlasıyla emin davranıyorlar.

Bu kendini beğenmiş, üstenci, elitist tavırlar gösteren on erkeğin maceralarını izlerken bir kadın olarak Lone Scherfig neden bunları bize izlettiriyor diye düşünüyor insan. Karakterlerin hazmetmesi zor davranışlarıyla da uzadıkça uzayan ilk bölüm ziyadesiyle sıkıntı veriyor izleyene. Ama ne var ki akşam yemeği ile başlayan filmin ikinci yarısında Scherfig tabiri caizse karakterlerini bombardımana tutuyor. Genel olarak kötü kahraman olan karakterleri aşağılanıyor, yerden yere vuruluyor. Yer yer eşcinsel olan karakterin kendini gizlemesi ile yer yer de ailesinin namı üzerinden kulübe üye olanların içten içe rahatsızlığı ezikliklerini gözler önüne seriyor. Tabii izlerken seyirci de, olayların gelişimine kendini çok kaptırmayıp, detayları takip ederse yönetmenin karakterlerine ne mesafede olduğunu anlıyor. Bu da bir nebze olsun izlediği olaylar karşısında ifrit olan seyirciyi rahatlatıyor.
Scherfig karakterlerini sadece eleştirmek ile kalmıyor. Filmin akşam yemeği kısmında onların karşısına hala değer yargılarına, yasalara sıkı sıkıya bağlı alt sınıfı koyuyor. Film daha çok çatışmasını bu zıtlıklar üzerinden yapıyor. Restoranın mutfak kapısının açılması ile görünen siyahi çalışan, Oxford’un yoksul öğrencilerinden kulüp üyesi Milles’in de sevgilisi Lauren, babasının iş yerinde ona yardım eden üniversite öğrencisi kız, kızının okul taksitlerini ödemek için gururunu bile ayaklar altına almak zorunda kalan baba çatışmanın en güçlü öğeleri oluyor.

İkinci yarının neredeyse tümünün tek mekânda geçtiği film, hiç düşmeyen temposu ve tahmin edilenden çok daha sert çıkışları ile dikkati sürekli diri tutmayı başarıyor. Sonunda insanlık adına çok büyük vaatler sunmayan film gerçekçilik anlamında da sınıfı geçiyor.  Geleceğin bürokratlarını tüm çıplaklıkları ile bize gösteren film nasıl bir sistemin kurbanı olduğumuzu suratımıza çarpıyor. Ve en önemlisi film suç nedir, suçlu gerçekte kimdir, eyleme geçen ile izleyen arasında ne fark vardır gibi bir dolu soru ile bizi baş başa bırakıyor. Mükemmel bir şekilde örülmüş bir burjuva eleştirisi olan bu filmi festivalde izleme şansınız hala devam ediyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder