Adeta epik bir savaş filmi izliyormuş hissiyatı yaratan sahne
ile başlar Alfa Kurt: İnsan türünün, hayvan türüne saldırısını izleriz hem de
en vahşisinden. Var olduğundan bu yana insanlık tarafından soykırıma uğrayan
hayvan türünün, hayatta kalma içgüdüsüyle yaptığı hamlelerden birine başkarakterimiz
Keda karşılık ver(e)mez. Fakat Keda’nın bu hamlesi ilerleyen anlarda
anlayacağımız üzere tüm hayvanlara yönelik değildir. Yine Keda’nın kurda gösterdiği
barışçıl tavrın yanında gücünün yettiği tavşana, böceklere, solucanlara
yaptıkları arasında elbette bir tutarlılık yok. Bu anlamda Keda’nın hayvanlarla
arasında bir dostluk ilişkisi olduğu gibi bir yanılgıya düşmemek gerek. Film,
insan türü ile hayvan türü arasındaki dostluk ilişkisine değil insan ile kurt
arasındaki ilişkiye odaklanmakta. Ki bu ilişki de bir dostluk ilişkisinden daha
çok kurdun –böylelikle köpeğin- evcilleştirilmesine yani bir nevi
köleleştirilmesine dayanır.
Bugüne kadar kardeşiyle birlikte yönetmenlik kariyerini
çizen Albert Hughes’in ilk bireysel işi olan Alfa Kurt, günümüzden yirmi bin yıl
öncesinde (üst paleolitik dönemde) Avrupa’da geçiyor. Keda isimli gencin, bir
kurdun yardımıyla evine dönüşü yansıyor perdeye. Bu yolculuk bir nevi Keda’nın büyümesinin de
zeminini oluşturuyor. Bu zorluklarla dolu büyüme sürecinde onun her daim
yanında olan, koruyup kollayan, canını uğruna ortaya koyan ise Alfa isimli kurt
oluyor hep. Aslında film, birçok açıdan Keda ile Alfa’yı eşitleme gayretine
girmiyor değil. Öldü sanılan yaralı Keda’nın kaderine terk edilmesiyle yine
yaralanan (Keda tarafından) Alfa’nın düşmanın önünde kaderine bırakılması gibi.
Bu iki yaralı can, birbirine destek olup yaralarını sarıyor ama genelde emri
veren, rotayı çizen, üstünlük taslayan Keda oluyor. Ve zaten kurt, insanın
hayatına dâhil oluyor son tahlilde. Yani türünün köleleşmesinin ilk adımını
atıyor.
Filmin tahmin edilebilir olan senaryosunun yaşattığı sıkıntıyı
telafi edecek belki tek etken görüntü yönetimindeki başarı olabilir. Onun
dışında ne nefes kesen sahnelerin varlığından ne de sürpriz gelişmelerden
bahsetmek maalesef mümkün değil. Heyecanın yükseldiği birkaç sahne ise
yeterince ikna edici olamıyor. Fakat tüm bunlar görmezden gelinse de günümüzden
yirmi bin yıl önceye dair bir hikâye izlenildiğine ikna olamamak en büyük
sıkıntı. Film için yaratılan alternatif dil dışında insan türünün giydiği
kıyafetler, saçları, davranışları arada yirmi bin yıl olduğuna ikna edemiyor. Özellikle Keda’nın pürüzsüz cildi, kokudan
rahatsız olacak kadar steril olması ise film ile özdeşlik kurmayı imkansız hale
getiriyor adeta.
*Güya insan ile hayvan dostluğunu işleyen filmin, ne yazık ki
çekimler esnasında bizonların ölümüne sebep olması ise kabul edilebilir gibi
değil. Sette yaşanılanlara dair PETA’nın yaptığı açıklamayı okumak isteyenler
için:
Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Ekim sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder