12 Temmuz 2020 Pazar

ALPHA



Adeta epik bir savaş filmi izliyormuş hissiyatı yaratan sahne ile başlar Alfa Kurt: İnsan türünün, hayvan türüne saldırısını izleriz hem de en vahşisinden. Var olduğundan bu yana insanlık tarafından soykırıma uğrayan hayvan türünün, hayatta kalma içgüdüsüyle yaptığı hamlelerden birine başkarakterimiz Keda karşılık ver(e)mez. Fakat Keda’nın bu hamlesi ilerleyen anlarda anlayacağımız üzere tüm hayvanlara yönelik değildir. Yine Keda’nın kurda gösterdiği barışçıl tavrın yanında gücünün yettiği tavşana, böceklere, solucanlara yaptıkları arasında elbette bir tutarlılık yok. Bu anlamda Keda’nın hayvanlarla arasında bir dostluk ilişkisi olduğu gibi bir yanılgıya düşmemek gerek. Film, insan türü ile hayvan türü arasındaki dostluk ilişkisine değil insan ile kurt arasındaki ilişkiye odaklanmakta. Ki bu ilişki de bir dostluk ilişkisinden daha çok kurdun –böylelikle köpeğin- evcilleştirilmesine yani bir nevi köleleştirilmesine dayanır.


Bugüne kadar kardeşiyle birlikte yönetmenlik kariyerini çizen Albert Hughes’in ilk bireysel işi olan Alfa Kurt, günümüzden yirmi bin yıl öncesinde (üst paleolitik dönemde) Avrupa’da geçiyor. Keda isimli gencin, bir kurdun yardımıyla evine dönüşü yansıyor perdeye.  Bu yolculuk bir nevi Keda’nın büyümesinin de zeminini oluşturuyor. Bu zorluklarla dolu büyüme sürecinde onun her daim yanında olan, koruyup kollayan, canını uğruna ortaya koyan ise Alfa isimli kurt oluyor hep. Aslında film, birçok açıdan Keda ile Alfa’yı eşitleme gayretine girmiyor değil. Öldü sanılan yaralı Keda’nın kaderine terk edilmesiyle yine yaralanan (Keda tarafından) Alfa’nın düşmanın önünde kaderine bırakılması gibi. Bu iki yaralı can, birbirine destek olup yaralarını sarıyor ama genelde emri veren, rotayı çizen, üstünlük taslayan Keda oluyor. Ve zaten kurt, insanın hayatına dâhil oluyor son tahlilde. Yani türünün köleleşmesinin ilk adımını atıyor.


Filmin tahmin edilebilir olan senaryosunun yaşattığı sıkıntıyı telafi edecek belki tek etken görüntü yönetimindeki başarı olabilir. Onun dışında ne nefes kesen sahnelerin varlığından ne de sürpriz gelişmelerden bahsetmek maalesef mümkün değil. Heyecanın yükseldiği birkaç sahne ise yeterince ikna edici olamıyor. Fakat tüm bunlar görmezden gelinse de günümüzden yirmi bin yıl önceye dair bir hikâye izlenildiğine ikna olamamak en büyük sıkıntı. Film için yaratılan alternatif dil dışında insan türünün giydiği kıyafetler, saçları, davranışları arada yirmi bin yıl olduğuna ikna edemiyor.  Özellikle Keda’nın pürüzsüz cildi, kokudan rahatsız olacak kadar steril olması ise film ile özdeşlik kurmayı imkansız hale getiriyor adeta.

*Güya insan ile hayvan dostluğunu işleyen filmin, ne yazık ki çekimler esnasında bizonların ölümüne sebep olması ise kabul edilebilir gibi değil. Sette yaşanılanlara dair PETA’nın yaptığı açıklamayı okumak isteyenler için:



Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Ekim sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder