Yılanı Öldürseler
Uruguaylı yönetmen Rodrigo Plá, filmografisine eklediği dördüncü film, Bin Başlı Canavar ile yoluna emin adımlarla devam ediyor. Doğduğu ve yaşadığı coğrafyanın tıpkı bizim ülkemiz gibi sorunlarla dolu olmasından dolayı belki de Plá, hep toplumsal meselelerin peşinden koşmaktadır. İlk uzun metrajı La Zona’da Mexico City’deki sınıf çatışmasına kentsel dönüşüm üzerinden, La Demora’da ise yine ekonomik sıkıntılardan dolayı hayatın zorluklarına tutunamayan bir kadının çaresizliğine ortak etmişti bizleri. Son filmi Bin Başlı Canavar’da ise kocası hasta olan bir kadının sağlık sistemine karşı verdiği mücadeleye odaklanıyor.
Kanser olan kocasının durumu ağırlaşınca kolları sıvayan Sonia, oğluyla birlikte doktorlara, sağlık sistemine, sigorta şirketlerine, ilaç firması hissedarlarına ve daha nicesine savaş açıyor. Öncesinde gayet masum bir şekilde çıktığı yol, onu gördüğü muamele ve prosedür saçmalıkları ile çileden çıkarıyor. Asla yolundan şaşmayan, bir an bile tereddüde düşmeyen Sonia, peşinden ayrılamayan oğlunu da bu zorlu mücadeleye ortak etmek zorunda kalıyor. Tabii tüm bu mücadelenin olumlu ya da olumsuz anlamda nihayete erip ermediği film izlenince öğrenilecek elbet.
Özellikle az gelişmiş ülkeler,içinden çıkılmaz prosedür işleri, kraldan daha çok kralcı insancıkları, çürümüş, revize edilmeyen devlet aygıtları ile bilinirler. Ülkemizde de çokça filme konu olmuş bu problem elbette Meksika’nın da baş sorunlarından biridir. ‘’Bugün git yarın gel’’ minvalinde bir anlayışın zavallı kurumlarından en önemlisi ise sağlık kurumudur hiç kuşkusuz. Kurtarılacak hastaların ya yanlış tedavi, tanı konulmasından ya da ekonomik sorunlardan (masrafları karşılamayan sigorta gibi…) dolayı kaybedilmesi gibi bir gerçeğin yaşandığı utanç dolu bir yüzyılda yaşıyoruz maalesef hala. Hatta kanser gibi çağın vebası dediğimiz bir hastalığın tedavisi bulunmasına rağmen eldeki ilaçlar üzerinden yeterince nemalanmadan piyasaya sürülmemesi gibi insanlık dışı durumlar yaşanıyor. Aslında geçmiş yıllarda ya da yüzyıllarda yapılan toplu katliamların yerini çürümüş sağlık sistemi, büyük ilaç tekelleri almış durumda. İşte Bin Başlı Canavar, mükemmel bir dille, derdini dolandırmadan, gevelemeden tüm bu meselelere odaklanıyor.
Bin Başlı Canavar’ın en çekici yanlarından birisi bir kadının hiç korku duymadan, tereddüt etmeden, asla duygusallığa kendini kaptırmadan amaca odaklanması kuşkusuz. Beyazperdede kadın denilince genelde çok daha farklı yönde kadınlar çiziliyor oysaki. Sonia’ya eşlik eden oğlu ise hiçbir zaman annesine kafa tutmuyor, ona müdahale etmiyor. Her zaman annesini takip edip, gerektiğinde ona yardımcı oluyor. Hatta aralarındaki iletişim şekli, ilişkileri oldukça gerçek ve eğlenceli. Film boyunca karşımıza çıkan ve özdeşlik kurabileceğimiz karakterlerde zaten sadece anne ve oğlu oluyor. Onun dışında doktorun karısı hariç hepsi vicdan denilen duygudan nasibini almamış, duygusuz mahluklar olarak çiziliyor.
Filmin yaptığı en büyük ters köşelerden biri bunca zahmete, zorluğa girilen hastanın uğruna neredeyse hiç kadraja girmemesidir. Evin babası olan bu hasta adamı sadece bir kere karanlık bir ortamda kısacık görüyoruz o kadar. Yani uğruna yapılanları izlediğimiz adamın ağrılarına, acılarına şahit olmak bir yana görmüyoruz bile. Plá, adamın karısını ve çocuğunu ağlatmadığı ya da adamın acılarından bahsettirmediği gibi hasta üzerinden de duygu sömürüsü yapmaya gerek duymuyor. Hastanın durumunun ne kadar ciddi olduğunu Sonia’nın oğlu ile verdiği mücadeleden fazlasıyla bize anlatıyor yönetmen. Plá’nin bir diğer güzel hamlesi ise tüm filme sadece ses olarak yerleştirdiği mahkeme konuşmaları oluyor. Her şey yaşandıktan sonra yapılan mahkemeye filmin çok önemli anlarına yerleştirilen diyalogların sesleri ile hakim oluyoruz. Bu da seyirci olarak bizleri mahkemede karar verecek bir jüri konumuna koyuyor.
Hiç durmayan temposu, tökezlemeyen senaryosu, başarılı kurgusu ve doğal oyunculukları ile zevkle izlenilen Bin Başlı Canavar, haksızlığa tahammülü olmayan, mücadeleci kişiliklere sahip olanlar için kaçırılmaması gereken bir film. Oldukça makul süresi ile de meselenin lafı dolandırmak değil, açık açık ifade etmek olduğunu bir kez daha ispatlıyor Plá.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder