16 Mart 2016 Çarşamba

Jean-Marc Vallée Sineması


Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée, henüz ülkemizde vizyona girmeyen son filmi Demolition olmak üzere dokuz uzun metrajlı filme sahip, kendine kemik bir hayran kitlesi toplamış bir isim. Fakat kendisini yakından takip eden birçok kişi için bile o, dördüncü filmi C.R.A.Z.Y. ile var olmaya başlamıştır. Zira Marc Vallée, C.R.A.Z.Y. ile çok büyük bir başarı yakalamış ve neredeyse tüm dünyada tanınmıştır. Bu, C.R.A.Z.Y. ile zirveye tırmanan adam, aradan geçen dört filminden sonra Demolition ile o zirveye tekrar oturmakta.  Ne diyelim, her yönetmene nasip olmayacak zirve noktasını tekrar görme şansına erişmiş bu müzik hayranı (özellikle Pink Floyd) güzel adamı enleri ile koltuğumuzda ağırlayalım. Ne dersiniz?


1)Demolition – 2015


Bir insanın, amaçsız hayatına tepkisiz kalmasını ya da etmesini beyazperdede sıkça izliyoruz. Peki, o beğenmediği hayatı kendi elleriyle yıkanı… Marc Vallée, Demolition’da bunu, yarattığı Davis (Jake Gyllenhaal) karakteri ile mükemmel bir şekilde başarıyor. Yönetmenin bana kalırsa en ustalıklı işi olan Demolition, oldukça hesaplı kitaplı olarak kurulan hayatlara Davis vasıtasıyla koca koca balyoz darbeleri indiriyor. Zaten çok güçlü bir karakter olan Davis’in yanına bir de cinsel kimliğini bulma aşamasındaki Chris’i de ekleyince film tam olarak bir şenliğe dönüşüyor. Birbirleriyle inanılmaz bir uyum yakalayan bu ikilinin amacı oldukça ortak aslında. Biri ona kurdurulan mutsuz olduğu hayata darbeler indirirken diğeri ise yaşamak istediği, mutlu olacağı hayatın önündeki engellere indirir darbeleri. Bu çılgın ikilinin oldukça eğlenceli, bir o kadar da hüzünlü ama en önemlisi ise güldürürken düşündürmesiyle takdiri hak edecek yıkım eylemleri ayakta alkışlanacak cinsten tartışmasız.


2)C. R.A.Z.Y. – 2005


Jean-Marc Vallée’nin neredeyse tüm filmlerinde değindiği eşcinsellik mevzusu bu filmde tamamen odağa alınıyor. Eşcinsel bir oğul ile homofobik bir baba arasında yıllara yayılan ilişki masaya yatırılıyor. Film yarattığı, birbirinden renkli karakterlerden oluşan ailesi, Pink Floyd’dan David Bowie’ye kadar muhteşem sanatçıların müziklerinin filme mükemmel nakşedilmesi ve verdiği anlamlı mesajlarla birçok yönetmenin kıskançlıkla bakacağı bir yapım kuşkusuz. Eşcinsel bir bireyin kendini fark etmesi ve durumunu kabul edip, çevresindekilere kabul ettirmesi gibi uzun, zorlu ve sancılı süreci ilmik ilmik dokuyor Jean-Marc Vallée filme. Hristiyanlığı da işin içine dâhil ederek oldukça cesur söylemleri art ardına sıralayan film, özellikle önceleri kuşku ile yaklaşsak bile sonradan gönlümüzü fazlasıyla kazanan baba karakteriyle unutulmayacak asla.


3)Dallas Buyers Club – 2013


Dallas Buyers Club, bugüne kadar ilaç sanayini karşısına alan belki de en cesur kurmaca filmlerden biri. Gerçek olaylardan esinlenilen filmde ilaç sanayisinin itinayla saklanan tüm pislikleri bir bir ortaya dökülüyor. Matthew  McConaughey’in hayat verdiği Ron Woodroof gibi renkli bir karakterin – Woodroof elektrikçi, rodeo binicisi, maço, homofobik, alkolik vs…gibi birçok şey ile anılabilir- HIV virüsü taşıdığını öğrenmesiyle hayatının tamamen değişmesini mükemmel bir yaşam mücadelesi tadında izliyoruz.  McConaughey’e Oscar getiren performansın yavaş yavaş hayata ve insanlara, sisteme daha farklı bakan bir insana evrildiği süreç gerçekten izlenilmeyi hak ediyor.


4)Cafe De Flore-2011


Cafe De Flore,  ruh eşine getirdiği yorum ile oldukça sevilen bir film oluyor. Down sedromlu çocuğuna takıntı derecesinde bağlı anne ve âşık olduğu adama ona ruhsal olarak zarar verecek denli bağlı bir kadın. Biri 1950’lerde, diğeri günümüzde yaşayan bu iki kadının yolları yönetmenin yaptığı çok güzel bir ustalıkla kesişiyor. Sonrası mı? Sonrası yapılan ve yapmaktan vazgeçilen hatalar, affetmek, hoşgörü vs… Özellikle down sedromlu çocuk oyuncuların performansı için bile izlemeye değecek Cafe De Flore, sevgiye, fedakârlığa, hoşgörüye, annelik ve babalığa o kadar güzel yorumlar getiriyor ki… Tek kelime ile izlenilesi bir film.

 5)Wild – 2014


Cheryl Strayed’in anılarından oluşan Wild From Lost To Found On The Pacific Crest kitabından beyazperdeye uyarlanan bir kendini bulma, hayatta kalma, yaralarını sarma, doğayı kutsayış ve feminizm gibi öğeleri barından oldukça çok yönlü bir film Wild. Hayatı tamamen çöküş evresine girmiş bir kadının Pasific’de çıktığı çetin yolculuk sırasında yönetmen, kamerasıyla bizi hep onun peşinden koşturuyor. Bu zorlu yolculuk sırasında flashbacklerle Cheryl Strayed’i tanıyor ve yaşadığı travmalarını öğreniyoruz. Yolda yaşadığı tüm güçlükler ve olumsuzluklar bir süre sonra direk bize yansıdığı için bir nevi Strayed biz oluyoruz sanki. Bir kadının vahşi doğaya, tüm geçmişine, yaşanmışlıklarına kafa tutarak zoru başarması, onunla tam bir özdeşlik yaşayan seyirciyi de şahlandırıyor adeta.  Into The Wild, Gerry, 127 Hours, Alıve, Cast Away, The Grey, Life Of Pi gibi filmlerin yanına adını gururla yazdıran Wild aynı zamanda Reese Witherspoon’un ona Oscar adaylığı getiren müthiş oyunculuğuyla da hatırlanacak.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder