Kanadalı yönetmen Jean-Marc Vallée, henüz ülkemizde vizyona girmeyen son
filmi Demolition olmak üzere dokuz uzun metrajlı filme sahip, kendine kemik bir
hayran kitlesi toplamış bir isim. Fakat kendisini yakından takip eden birçok
kişi için bile o, dördüncü filmi C.R.A.Z.Y. ile var olmaya başlamıştır. Zira Marc
Vallée, C.R.A.Z.Y. ile çok büyük bir başarı yakalamış ve neredeyse tüm dünyada
tanınmıştır. Bu, C.R.A.Z.Y. ile zirveye tırmanan adam, aradan geçen dört
filminden sonra Demolition ile o zirveye tekrar oturmakta. Ne diyelim, her yönetmene nasip olmayacak
zirve noktasını tekrar görme şansına erişmiş bu müzik hayranı (özellikle Pink
Floyd) güzel adamı enleri ile koltuğumuzda ağırlayalım. Ne dersiniz?
1)Demolition – 2015
Bir insanın, amaçsız hayatına tepkisiz kalmasını ya da etmesini beyazperdede
sıkça izliyoruz. Peki, o beğenmediği hayatı kendi elleriyle yıkanı… Marc
Vallée, Demolition’da bunu, yarattığı Davis (Jake
Gyllenhaal) karakteri ile mükemmel bir şekilde başarıyor. Yönetmenin bana
kalırsa en ustalıklı işi olan Demolition, oldukça hesaplı kitaplı olarak
kurulan hayatlara Davis vasıtasıyla koca koca balyoz darbeleri indiriyor. Zaten
çok güçlü bir karakter olan Davis’in yanına bir de cinsel kimliğini bulma
aşamasındaki Chris’i de ekleyince film tam olarak bir şenliğe dönüşüyor.
Birbirleriyle inanılmaz bir uyum yakalayan bu ikilinin amacı oldukça ortak
aslında. Biri ona kurdurulan mutsuz olduğu hayata darbeler indirirken diğeri
ise yaşamak istediği, mutlu olacağı hayatın önündeki engellere indirir
darbeleri. Bu çılgın ikilinin oldukça eğlenceli, bir o kadar da hüzünlü ama en
önemlisi ise güldürürken düşündürmesiyle takdiri hak edecek yıkım eylemleri
ayakta alkışlanacak cinsten tartışmasız.
2)C. R.A.Z.Y. – 2005
Jean-Marc Vallée’nin neredeyse tüm filmlerinde değindiği
eşcinsellik mevzusu bu filmde tamamen odağa alınıyor. Eşcinsel bir oğul ile
homofobik bir baba arasında yıllara yayılan ilişki masaya yatırılıyor. Film
yarattığı, birbirinden renkli karakterlerden oluşan ailesi, Pink Floyd’dan
David Bowie’ye kadar muhteşem sanatçıların müziklerinin filme mükemmel nakşedilmesi
ve verdiği anlamlı mesajlarla birçok yönetmenin kıskançlıkla bakacağı bir yapım
kuşkusuz. Eşcinsel bir bireyin kendini fark etmesi ve durumunu kabul edip,
çevresindekilere kabul ettirmesi gibi uzun, zorlu ve sancılı süreci ilmik ilmik
dokuyor Jean-Marc Vallée filme. Hristiyanlığı da işin içine
dâhil ederek oldukça cesur söylemleri art ardına sıralayan film, özellikle
önceleri kuşku ile yaklaşsak bile sonradan gönlümüzü fazlasıyla kazanan baba
karakteriyle unutulmayacak asla.
3)Dallas Buyers Club – 2013
Dallas Buyers Club, bugüne kadar ilaç sanayini karşısına
alan belki de en cesur kurmaca filmlerden biri. Gerçek olaylardan esinlenilen
filmde ilaç sanayisinin itinayla saklanan tüm pislikleri bir bir ortaya
dökülüyor. Matthew McConaughey’in hayat
verdiği Ron Woodroof gibi renkli bir karakterin – Woodroof elektrikçi, rodeo
binicisi, maço, homofobik, alkolik vs…gibi birçok şey ile anılabilir- HIV
virüsü taşıdığını öğrenmesiyle hayatının tamamen değişmesini mükemmel bir yaşam
mücadelesi tadında izliyoruz. McConaughey’e
Oscar getiren performansın yavaş yavaş hayata ve insanlara, sisteme daha farklı
bakan bir insana evrildiği süreç gerçekten izlenilmeyi hak ediyor.
4)Cafe De Flore-2011
Cafe De Flore, ruh
eşine getirdiği yorum ile oldukça sevilen bir film oluyor. Down sedromlu
çocuğuna takıntı derecesinde bağlı anne ve âşık olduğu adama ona ruhsal olarak
zarar verecek denli bağlı bir kadın. Biri 1950’lerde, diğeri günümüzde yaşayan
bu iki kadının yolları yönetmenin yaptığı çok güzel bir ustalıkla kesişiyor.
Sonrası mı? Sonrası yapılan ve yapmaktan vazgeçilen hatalar, affetmek, hoşgörü
vs… Özellikle down sedromlu çocuk oyuncuların performansı için bile izlemeye
değecek Cafe De Flore, sevgiye, fedakârlığa, hoşgörüye, annelik ve babalığa o
kadar güzel yorumlar getiriyor ki… Tek kelime ile izlenilesi bir film.
5)Wild – 2014
Cheryl Strayed’in anılarından oluşan Wild From Lost To Found
On The Pacific Crest kitabından beyazperdeye uyarlanan bir kendini bulma,
hayatta kalma, yaralarını sarma, doğayı kutsayış ve feminizm gibi öğeleri
barından oldukça çok yönlü bir film Wild. Hayatı tamamen çöküş evresine girmiş
bir kadının Pasific’de çıktığı çetin yolculuk sırasında yönetmen, kamerasıyla
bizi hep onun peşinden koşturuyor. Bu zorlu yolculuk sırasında flashbacklerle Cheryl
Strayed’i tanıyor ve yaşadığı travmalarını öğreniyoruz. Yolda yaşadığı tüm
güçlükler ve olumsuzluklar bir süre sonra direk bize yansıdığı için bir nevi
Strayed biz oluyoruz sanki. Bir kadının vahşi doğaya, tüm geçmişine,
yaşanmışlıklarına kafa tutarak zoru başarması, onunla tam bir özdeşlik yaşayan
seyirciyi de şahlandırıyor adeta. Into
The Wild, Gerry, 127 Hours, Alıve, Cast Away, The Grey, Life Of Pi gibi
filmlerin yanına adını gururla yazdıran Wild aynı zamanda Reese Witherspoon’un ona
Oscar adaylığı getiren müthiş oyunculuğuyla da hatırlanacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder