1999 yılında Alan Ball’ın senaryosunu yazdığı daha önce uzun
metraj deneyimi olmayan Sam Mendes’in yönettiği American Beauty herkesi
şaşırtır. Film Oscar ödüllerinde en önemlilerinden beş tanesini alarak büyük
bir başarıya imza atar. Çekildiği yıldan bugüne değin hakkında çok konuşulan,
unutulmak şöyle dursun sürekli izlenilen filmlerden biri olur American Beauty .
Alan Ball’ın
rüzgârda uçuşan bir poşetten ilham alarak-filmde de bu görüntüler kullanılır-
senaryosunu yazdığı film kusursuz bir olay örgüsüne sahip, gelmiş geçmiş en
mükemmel filmler arasında yer alır. Film içerisinde izlediğimiz bu beyaz poşet
videosu asla özgür olamayan karakterlerimiz karşısına konulan inadına özgür bir
nesnedir. Bir nevi yaşadıkları hayat içerisine hapsolmuş karakterlerimizin tam
zıttını ifade eden bir metafordur poşet. Zira poşet rüzgârda dilediği gibi
özgürce, hesapsızca uçuşur.
Film oldukça iyi koşullara sahip evinde iletişim kuramadığı eşi
ve kızı ile sıkıcı bir hayat yaşayan Burnham’ın kendisinde ve çevresinde
gelişen olaylara odaklanır. Çatışmasını ise neyin ne kadar ahlaki olduğu
üzerinden yapar. Fakat çatışmasını kurduğu meseleler hakkında ahkâm kesmez. Ya
da değindiği meselelerin sonuçlarını önümüze pişirip sunmaz; tıpkı film boyunca
kafamızda soru işaretleri oluşturması gibi bizi filmin sonunda da kör düğüm
olmuş sorularla yüz üstü bırakır.
Film bugüne kadar Hollywood filmlerinde uygulanan tüm
klişeleri yerle bir eder. Üstelik Amerikan’ın birçok değerini kutsamaz hatta ve
hatta tüm açıklarını ifşa eder. Hollywood sinemasının belli bir sınırı ve
sistematiği vardır. Genelde bağımsız bir film çekmiyorsan bu sınırların dışına
çıkamazsın. Peki, nedir bunlar? Hollywood sinemasının daha omurgası
oluşturulurken bir kere Hıristiyanlık ve ailenin kutsallığı en önemli
malzemelerdir. Bu iki öğe bazen açık açık bazen de gizliden filmde var olurlar.
Zira nasıl olurlarsa olsunlar amaç aynıdır; devletin bekası için yurttaşların
dinine ve ailesine bağlı olarak hayatlarını devam ettirmeleri gerektir. Gel
görelim American Beauty ana akım bir Hollywood filmi olarak bu iki güçlü öğeyi
senaryosuna yedirmemiş hatta ve hatta tabiri caizse onları yerden yere
vurmuştur.
Filmde gördüğümüz üç
aileden ikisinin aile ile ilgisi bile kalmamıştır. Sadece eşcinsel çiftin mutlu
bir aile yaşantısına şahit oluruz. Öyle ki bu eşcinsel çiftimiz hariç filmdeki
diğer karakterlerin hiç biri masum değildir.
Başta hikâyeyi kendi ağzından dinlediğimiz, izleyici ile özdeşlik
kurdurulan Lester Burnham olmak üzere herkes fazlasıyla olumsuz özellikleri ile
var olurlar filmde. Lester kızının
arkadaşı ile fantezi hayalleri kuracak kadar değerlerini kaybetmiş, karısı
hırsları için her şeyi yapabilecek derecede insanlıktan çıkmış, kızları ise
ergenliğe de sırtını dayayarak nefretinin kölesi olmuştur. Çok uzağa değil
hemen kapı komşusu olan ailenin ise onlardan kalır yanı yoktur; baba homofobik
bir nazi hayranı, anne katotik depresyon hastası, çocuk ise uyuşturucu satarak
aldığı kamera ile röntgencilik yapan bir gençtir. Bir de Lester’in saplantılı
şekilde düşlediği Angela var ki filmin en acınası karakterlerinden biridir;
toplum tarafından yaratılmış hazır maskelerden birini kendine seçmiş ve o
maskenin kurbanı olmuştur.
Orta sınıf aile hayatı eleştirisi olan American Beauty aynı
zamanda bir banyo dramıdır. Muhteşem görsellikteki hayal ve rüya sahneleri
sinefillerin aklından çıkmayacak eşsiz fotoğraf kareleri barındırır. Ki
Angela’nın banyo küvetindeki gül yaprakları içerisindeki sahnesi hafızalara
kazınmıştır. Angela’yı canlandıran Mena Suvarı de o yıllardan beri sinemanın en
genç ve seksi Femme Fateli olarak akıllarda kalmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder