Saverio Costanzo tarafından, Marco
Franzoso'nun imzasını taşıyan Il Bambino Indaco adlı romandan beyazperdeye
uyarlanan Hungry Hearts filmi, 34. İstanbul Film Festivali’nde görücüye
çıkmıştı. Birçok festivalde gösterilen film, Venedik Film Festivali’nden bolca
ödülle ayrıldı. İtalyan yönetmen Costanzo, filmine mekan olarak New York’u
seçer. Fakat filmin Amerika’da çekilmesi akıllara klasik bir Hollywood tarzı
getirmesin; aksine oldukça bağımsız bir film var karşımızda.
Hungry Hearts, daha filmin ilk
sahnesinden ilgiyi çekmeyi başarır. Küçücük bir mekanda sıkışıp kalan Mina(Alba Rohrwacher) ile Jude(Adam Driver)
ilk etapta biraz gerilseler dahi yavaş yavaş keyifli bir tanışma sohbetine
girişirler. Oldukça samimi ve eğlenceli bu konuşma izleyicide ne sıkışmışlık
hissini, ne de kasvet duygusunu bırakır. Ve elbette ki bu planlanamaz tanışma,
ardından aşkı getirir. Daha sonra hızlıca gelişen hamilelik, evlilik vs… Buraya
kadar her şey tam da bir romantik komedi tarzında ilerler. Ne zaman ki aşkın
meyvesi olan bebek aileye katılır işte o zaman film psikolojik bir drama
dönüşür.
Hamileyken bir
medyumdan çocuğunun seçilmiş çocuk olduğunu öğrenen Mina, bunu fazlasıyla
önemser. Zira Mina, duygularıyla hareket eden, hislerine her şeyden daha çok
güvenen bir kişilik sergiler. Jude ise tam tersi yaşadığımız çağın
insanlarından; tıbbın her söylediğine gözü kapalı inanan, duygularının sesine
kulaklarını tıkamış her şeyi akıl ve mantık sınırlarında yorumlayan biri. Bir
de bu kişilik farklılıkları yetmezmiş gibi beslenme farklılıkları da üstüne
eklenir; Mina, vegandır. Bu kadar büyük farklılıklar eşler arasında
problemlerin yaşanması için yeterli bir sebepken bir de bebeğin bu zıt
kutupların arasına düşmesi çatışmayı daha da güçlendirir.
Her ne kadar
yönetmen Costanzo, Mina ile Jude’a eşit mesafede dursa da, seyircilerin büyük
bir kısmının Jude’u kendilerine yakın hissedecekleri, Mina’yı da yargılayacakları
bir gerçek. Mina’yı derinlemesine algılayıp, anlamaya çalışmadıkça böyle olması
çok normal. Fakat vegan bir annenin kendi canından bir parça olan varlığı
bildiği doğrular yönünde büyütmesi kadar normal ne olabilir? Ki Mina, bebeğini
vegan olarak beslerken bunu gelişigüzel de yapmaz; evinin çatısında bir sera
oluşturur, işinden ayrılır, tüm zamanını bebeğinin bakımını daha iyi yapabilmek
adına araştırarak geçirir, uygun zaman olduğunu düşündüğünde(ilk yedi ay uygun
zaman hissetmez) onu gezintiye de çıkarır, güneşin ve denizin keyfini de
sürerler birlikte. Jude ise bebeği doktora götürmek ve doktorun söylediklerini
uygulamak dışında hiçbir şey yapmaz. Elbette biri anne, biri de baba olarak
çocuklarını önemser ve onun için en doğru olanını isterler. Fakat arada tarz
olarak çok büyük farklılıklar vardır.
Birçoklarının
düşündüğü gibi Mina, ne doğum sonrası depresyonuna girmiş ne de akıl sağlığını
yitirmiştir. Bu yakıştırmalar tamamen düz bir bakış açısının görüşleri olmaktan
öteye gidemez. Mina, fazlasıyla özverili, fedakâr, duygulu ve en önemlisi
akıllı bir kadındır; Jude’nun bebeğin sadece yüzde yedi gelişme gösterdiğini
söylemesi üzerine: “Bu bir yarış mı?” sorusunu sorması genel geçer toplum
görüşüne atılan bir tokat niteliğinde olur. Özellikle çocuğunu bir yarış atı
gibi gören anne ve babalara sorulacak ibretlik bir sorudur.
Eşler arasındaki
çatışmayı bebek üzerinden sürekli besleyerek harmanlayan Hungry Hearts, filmin
sonunda çatışmayı çok daha farklı bir noktada sonlandırması ile de başarısını
devam ettirir. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin hepsi farklı bir türe
hizmet eden film, kullandığı tekniklerle de seyirciyi hayranlık içerisinde
bırakır. Özellikle balıkgözü lens kullandığı sahneler yaşananların çetrefilliği
ile çok güzel uyum sağlar. Birçok biçim denemesi yapan Costanzo, hepsini
birbiri ile öyle güzel harmanlayıp, öyle nefis bir iş çıkarmış ki anlatmak
yetmez, izlemek lazım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder