29 Ağustos 2015 Cumartesi

HUNGRY HEARTS: MANTIĞIN DİKTATÖRLÜĞÜ


 Saverio Costanzo tarafından, Marco Franzoso'nun imzasını taşıyan Il Bambino Indaco adlı romandan beyazperdeye uyarlanan Hungry Hearts filmi, 34. İstanbul Film Festivali’nde görücüye çıkmıştı. Birçok festivalde gösterilen film, Venedik Film Festivali’nden bolca ödülle ayrıldı. İtalyan yönetmen Costanzo, filmine mekan olarak New York’u seçer. Fakat filmin Amerika’da çekilmesi akıllara klasik bir Hollywood tarzı getirmesin; aksine oldukça bağımsız bir film var karşımızda.
Hungry Hearts, daha filmin ilk sahnesinden ilgiyi çekmeyi başarır. Küçücük bir mekanda sıkışıp kalan Mina(Alba Rohrwacher) ile Jude(Adam Driver) ilk etapta biraz gerilseler dahi yavaş yavaş keyifli bir tanışma sohbetine girişirler. Oldukça samimi ve eğlenceli bu konuşma izleyicide ne sıkışmışlık hissini, ne de kasvet duygusunu bırakır. Ve elbette ki bu planlanamaz tanışma, ardından aşkı getirir. Daha sonra hızlıca gelişen hamilelik, evlilik vs… Buraya kadar her şey tam da bir romantik komedi tarzında ilerler. Ne zaman ki aşkın meyvesi olan bebek aileye katılır işte o zaman film psikolojik bir drama dönüşür.
Hamileyken bir medyumdan çocuğunun seçilmiş çocuk olduğunu öğrenen Mina, bunu fazlasıyla önemser. Zira Mina, duygularıyla hareket eden, hislerine her şeyden daha çok güvenen bir kişilik sergiler. Jude ise tam tersi yaşadığımız çağın insanlarından; tıbbın her söylediğine gözü kapalı inanan, duygularının sesine kulaklarını tıkamış her şeyi akıl ve mantık sınırlarında yorumlayan biri. Bir de bu kişilik farklılıkları yetmezmiş gibi beslenme farklılıkları da üstüne eklenir; Mina, vegandır. Bu kadar büyük farklılıklar eşler arasında problemlerin yaşanması için yeterli bir sebepken bir de bebeğin bu zıt kutupların arasına düşmesi çatışmayı daha da güçlendirir.

Her ne kadar yönetmen Costanzo, Mina ile Jude’a eşit mesafede dursa da, seyircilerin büyük bir kısmının Jude’u kendilerine yakın hissedecekleri, Mina’yı da yargılayacakları bir gerçek. Mina’yı derinlemesine algılayıp, anlamaya çalışmadıkça böyle olması çok normal. Fakat vegan bir annenin kendi canından bir parça olan varlığı bildiği doğrular yönünde büyütmesi kadar normal ne olabilir? Ki Mina, bebeğini vegan olarak beslerken bunu gelişigüzel de yapmaz; evinin çatısında bir sera oluşturur, işinden ayrılır, tüm zamanını bebeğinin bakımını daha iyi yapabilmek adına araştırarak geçirir, uygun zaman olduğunu düşündüğünde(ilk yedi ay uygun zaman hissetmez) onu gezintiye de çıkarır, güneşin ve denizin keyfini de sürerler birlikte. Jude ise bebeği doktora götürmek ve doktorun söylediklerini uygulamak dışında hiçbir şey yapmaz. Elbette biri anne, biri de baba olarak çocuklarını önemser ve onun için en doğru olanını isterler. Fakat arada tarz olarak çok büyük farklılıklar vardır.
Birçoklarının düşündüğü gibi Mina, ne doğum sonrası depresyonuna girmiş ne de akıl sağlığını yitirmiştir. Bu yakıştırmalar tamamen düz bir bakış açısının görüşleri olmaktan öteye gidemez. Mina, fazlasıyla özverili, fedakâr, duygulu ve en önemlisi akıllı bir kadındır; Jude’nun bebeğin sadece yüzde yedi gelişme gösterdiğini söylemesi üzerine: “Bu bir yarış mı?” sorusunu sorması genel geçer toplum görüşüne atılan bir tokat niteliğinde olur. Özellikle çocuğunu bir yarış atı gibi gören anne ve babalara sorulacak ibretlik bir sorudur.

Eşler arasındaki çatışmayı bebek üzerinden sürekli besleyerek harmanlayan Hungry Hearts, filmin sonunda çatışmayı çok daha farklı bir noktada sonlandırması ile de başarısını devam ettirir. Giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin hepsi farklı bir türe hizmet eden film, kullandığı tekniklerle de seyirciyi hayranlık içerisinde bırakır. Özellikle balıkgözü lens kullandığı sahneler yaşananların çetrefilliği ile çok güzel uyum sağlar. Birçok biçim denemesi yapan Costanzo, hepsini birbiri ile öyle güzel harmanlayıp, öyle nefis bir iş çıkarmış ki anlatmak yetmez, izlemek lazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder