Yaz boyunca vizyona giren korku filmlerinde olması gereken
kurguyu geçtim vaat edilen korku unsurlarını bile bulamamış, Visions filmini
izlemeye giderken de beklentilerimizi minimuma indirerek gitmiştik. Seyirci
olarak bizleri salona sokan tek ikna edici etken konsantre süresi(82 dk)
olmuştu. Lakin film çekmeye devam eden korku filmi sektöründen umut kesilmezmiş;
film beklentilerin üzerinde bir seyir zevki sunarak, şaşkınlık yarattı. Hatta oldukça
başarılı kurgusu 2001 yapımı Alejandro Amenabar’ın yönettiği The Others filmini
akıllara getirdi.
Daha önce de iki tanesi Testere serisinden olmak üzere üç
tane korku filminde yönetmen koltuğunda oturan Kevin Greutert son filminde de
türden ayrılmıyor. Ki yönetmenleri ustalığa götüren etmenlerin başında, bir
türe sadık kalmaları gelmiyor mu zaten? Greutert de daha önce tutan bir seride
çalışıp acemiliğini atarak sadık kaldığı türde daha özgün bir eser veriyor.
Film mekan olarak da çok iyi bir seçim yapıyor; birçok romantik filme ev
sahipliği yapan İtalya, muhteşem üzüm bağları ile Visions filmine tüm
güzelliğini sergileyerek oldukça konuksever davranıyor.
Film Eveleigh’in trafik kazası yapmış olduğu an ile başlar.
Anladığımız kadarı ile çarptığı arabada bir anne ve çocuk vardır. Ama bu anne
ve çocuğa ne olduğu hakkında izleyiciye geri dönüş yapılmaz. Zaten Eveleigh ile
David çifti yeni bir hayata yelken açarlar. Kazanın üzerinden bir yıl geçmiş, evlerini,
işlerini değiştirmiş ve çocuk sahibi olmaya karar vermişlerdir; Eveleigh anne
olmayı canı gönülden bekleyen bir kadındır. Filmin ilerlemesi ile kusursuz yeni
hayat planı işlemez; yolunda gitmeyen, tanımlanamayan bir takım şeyler yaşanır.
Ki tahmin edileceği gibi bu açıklanamayan vukuatları hamile olan kadın yaşar;
erkek bu noktada tamamen vasıfsızdır. Zaten Eveleigh ve karnındaki bebek
olayların merkezindedir. Özellikle Eveleigh’in karnındaki bebek sadece anne
karnında var olduğunun bilinmesiyle bile gerilimin en büyük pay sahibi konumundadır.
Rosemary’s Baby başta olmak üzere çocuk ya da bebek üzerinden çatışmasını yaratan
birçok korku filmi çekilir bugüne kadar. Ama sadece anne karnında var olduğunu
bildiğimiz bir bebeğin filmin çatışmasını çok büyük oranda omuzlaması hatta
kilit rol oynaması da etkileyiciliği arttırır.
Film ayrıca Amerika’nın ve son dönem Türkiye’nin de çok sık
kullandığı dini öğelerden hiç mi hiç beslenmeyerek de artı puanı hak eder. Zira ülkemiz sinemasına da yeni yeni yerleşen dine
sırtını yaslama meselesini tabiri caizse kabak tadı vermeye başladı diye düşünmekteyim.
Visions, yaşanılan her şeyi belli bir zemine oturtur. Hamile kadınların
hislerinin daha kuvvetli olduğu kabul edilen bir durumdur. Ayrıca bazı
insanların doğuştan fazladan bir duyuya daha sahip olduğu da bilinir. İnsan
denen varlık sadece üç boyutu görebilmekteyken çok daha fazla boyutun olduğu
iddia edilmektedir. İşte bu fazladan duyuya sahip insanların bizim
göremediğimiz boyutları gördüğü varsayılır. Bu durum birçok korku filminin
konusuna da zemin hazırlamıştır. 1999 yapımı M. Night Shyamalan’ın The Sixty
Sense, altıncı his mevzusunu merkezine oturtan filmlerden ilk akla gelenlerden
biridir.
Filminde Eveleigh ve David’in gelmesinin şerefine 1800’lü
yıllardan kalma yıllanmış bir şişe şarap açılarak içilir. Şarabın kadehlere
konulması, koklanması ve şerefe denilerek içilmesi tam bir ritüel havasında
verilir. Filmin başlarında izlediğimiz bu sahneyi pek önemsemesek de aslında
Eveleigh’in ve onlardan önce yaşayanların şahit olduğu açıklanamayan olayların
da şarabın üretim zamanlarından beri yaşanması çok önemli bir ayrıntıdır. Tıpkı
şarap şişesinin mantarı açıldığında ortaya yayılan koku gibi yıllardır
geleceğini haber veren felaketinde ayak sesleri yaklaşır. Üzüm bağları gibi büyüleyici bir ortamda
geçen filmin kendine metafor olarak şarabı seçmesi de çok yerinde bir seçim
olur. Filmi izlerken koltuğunuzdan çok fazla sıçrama garantisi vermemekle
birlikte sonunda şaşıracağınıza ve bir ’’Vay be!’’ çekeceğinize eminim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder