Hollywood denilince akla ilk gelen şeylerden biri nedir?
Kuşkusuz bağımsız filmler hariç neredeyse hepsinde kilise, haç sembolü, İsa
figürü, peder ya da rahip vardır. Aile kurmak, çocuk yapmak, Hıristiyanlık’ı
sıkı sıkıya benimsemek, vatansever olmak… Bunlar bir Hollywood filminin
seyircisine dikte ettirdikleridir. Bunları dikte ettirmek için her filminde
seyirci olarak gitmemiz gereken bir kilise, dinlememiz gereken kusursuz
derecede iyi bir din adamı muhakkak olur. Eğer ki biraz dikkatli bir
seyirciyseniz yine mi demekten başka yapacak bir şeyiniz yoktur. Seyirciyi bu
kavram, mekân ve kişilerle o kadar hipnotize ederler ki aslında filmleriyle bir
nevi misyonerliğe devam ederler. Peki, bugüne kadar bağımsız filmler hariç
hiçbir Hollywood filminde silah olarak kullanılan Hıristiyanlığın, silahın
hedefi haline geldiğini gördük mü? Sanırım bu sorunun yanıtı, koca bir hayırdı,
ta ki Spotlight filmine kadar.
Spotlight, Boston’da yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkılarak
çekilen kurmaca bir film. Boston’daki sübyancı papaz John Geoghan
hakkındaki bir haberden yola çıkan The Boston Globe gazetesi bünyesinde çalışan
Spotlight adlı ekibin tüm Amerika’yı
–hatta tüm dünyayı- kapsayan bir olayla karşı karşıya kalmalarını anlatır
film. Çok daha öncesinde duyulan papaz John Geoghan haberi gazetenin başına
Yahudi bir editörün gelmesiyle ancak araştırılma konusu olur. Küçük bir taciz
olayından yola çıkan ekip sonunda kendilerinin bile tahmin edemeyeceği derecede
korkunç çaplı bir taciz vakası ile karşılaşırlar. Pis menfaat ilişkileri,
çıkarcı durumlar, adi anlaşmalar araştırma yapıldıkça gün yüzüne çıkar. Film
ilerledikçe açığa çıkan gerçekler Spotlight ekibindekileri ve dolaylı olarak
biz seyircilerin midesini bulandırır. Her şey ekibin pisliği tamamıyla açığa
çıkarmasına, suçluların cezalandırılmasına odaklanır.
Spotlight zaten ele aldığı konu ile o kadar
çarpıcı o kadar gerçektir ki… Bu yönüyle bile izleyiciyi bir şoka uğratır.
İlerleyen dakikalarda Hıristiyanlık ve onun konumlanışı ile ilgili yaptığı
tespitler çok yerindedir. Filmin kendini konumlandırdığı yer çok samimidir.
Asla tüm film süresince oynaklık yapmaz, sağ gösterip sol vurmaya çalışmaz.
Hiçbir şekilde kimseyi kırmayayım kaygısı, korkusu taşımaz. Her yaşanılan
gerçeği olduğu gibi tutarlı bir dille ortaya döker. Spotlight ayaklarını yere sağlam
basan bir metne sahiptir. Gerçekte olan biten ne ise onu tüm açık yüreklilikle
perdeye taşır. Ne var ki filmin tek ve en büyük artısı budur.
Tom McCarthy gibi birkaç kalburüstü filmin yönetmenliğini yapmış, henüz çok
büyük lafların altından kalkamayacak bir yönetmenin eline bırakılmasıyla en
büyük hatayı yapmış sanırım film. Çünkü film tıpkı ebeveynsiz kalmış bir
çocuğun hayata tutunması gibi yönetim konusunda çaresiz ve başıboş. Hatta öyle
ki sevilen, başarılı olduğuna tüm kalbimiz ile inandığımız birçoğumuzun
vazgeçilmezi oyuncular bile yönetim boşluğunda savrulmaktalar. Geçen yıl
Foxcatcher’da izlediğimiz Mark Ruffalo’nun o mükemmel oyunculuğu bile sekteye
uğruyor. Yine de hakkını yemeyelim; Ruffalo da McAdams da ellerinden geleni
yapmaya çalışıyorlar.
Spotlight kusursuz bir dille kaleme alınmış
okuması da dinlemesi de insanı tatmin eden bir makale gibi. Söylenenler çok
güzel ama film olarak izleyince bize ne kadarı ulaşıyor? Emin olun belki makale
olarak okunsa çoğu yerde daha çok heyecan yaratabilirdi. Sinemaseverlere şu
soru hep sorulur: ‘’Bir filmde teknik mi yoksa senaryo mu daha önemlidir?’’ Yanıt
sanırım çoğumuz tarafından da ikisi birbirinden ayrılmaz bir bütündür olur
değil mi? İşte Spotlight maalesef bunu başaramıyor. Çok önemli bir konuyu filme
aktarırken sanki alelade bir şey anlatıyormuş gibi davranıyor. Büyük olmayıp
öyle davranan değil büyük olan ama öyle davranamayan bir film Spotlight. Belgesel
mi kurmaca mı olduğuna tam olarak karar verememiş olması da tüm bu olumsuz
haline katkı sağlıyor kuşkusuz.
Oscar’a birçok dalda Spotlight’ın aday olması
şaşırtıcı bir durum oldu elbette. Ki bu yıl çekilen ama Akademi tarafından
görülmeyen ya da sadece sus payı olarak tek adaylık verilen çok daha iyi
filmlere de haksızlık yapılmış oldu. İşin tek sevindirici yanı, bugüne kadar Hıristiyanlık
kurumunu yücelten filmlerden sonra tam tersi durumdaki bir filmin Oscar’da
olması. Ha, bir de Spotlight’ı izlerken
bu hikâye bizim ülkemizde yaşanabilir miydi diye sormadan edemiyor insan.
Sanırım bizim ülkemizde bu hikâye Silivri’de noktalanırdı. Sizce de öyle değil
mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder