Sean Baker 2000
yılında çıktığı yönetmenlik yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. O günden bu
yana çektiği beş uzun metraj filmi ile başarısını artarak devam ettirir.
Özellikle 2012 yapımı Take Out filmi ile adını duyuran Baker, Amerikan bağımsız
sinemasının önemli temsilcileri arasına gururla adını yazdırır. Baker filmlerine hep kaybedenleri konuk eder;
özellikle göçmenler ve fahişeler Baker’in filmlerinde vazgeçemediklerindendir.
Filmlerinde eğildiği mevzular, yoğunlaştığı kesim ve en önemlisi de kullandığı
tekniklerle her zaman festivallerinde görmekten kaçınmadığı bir isim olur. Son
filmi Tangerine ile kariyerinin her açıdan en cesur ve elbette en başarılı
işine imza atar. Yalnızca üç tane İphone 5s ile çektiği ve travestilerin
hayatına konuk olduğu bu film, denediği yenilikler ve seyirciyi taşıdığı dünya
olarak da tam bir zirveye taşınma işi olur.
Pink Flamingos, The Rocky Horror Show, Todo Sobre Mi Madre,
Transamerica, Laurence Anyways ve son olarak çok yakında vizyona giren The
Danish Girl trans hayatları odağına alan en önemli yapımlar olarak ilk akla
gelenlerdir. Hatta The Danish Girl tarihin ilk transeksüeli Lili Elbe’nin hayatını
perdeye yansıtan 2015’in en başarılı filmlerinden biridir. Bu filmlerin
neredeyse çoğu da ya kültleşmiş ya da ödüllere boğulan yapımlar olmuştur. İşte
bu oldukça başarılı filmlerin arasına Tangerine’de hiç kuşkusuz girmektedir.
Tangerine, Noel arifesinde hapisten çıkan Sin-Dee ve onun en
yakın arkadaşı Alexandra’nın tabiri caizse gün boyu hiç durmadan koşturdukları
bir günlerine şahit eder bizi. Bu iki karakterin yolları gün içerisinde zaman
zaman çatallaşsa da genelde bir arada devam eder. İkilinin bazen yürüyüp bazen
de koşturdukları yol hikayelerine Razmik’in hikâyesi de bir süre sonra
eklemlenir. İki travesti bir de Amerika’da yaşayan evli Ermeni bir taksi
şoförünün iç içe geçmiş hikayesi yer yer birbirleri ile çakışır. Bu hiç dur
durak bilmeyen koşturmaya fahişeler, pezevenkler, sarhoşlar, yalnızlar da konuk
olur. Hepsinin ortak paydası ise kaybeden olmalarıdır. Film boyunca aşık olduğu
adam tarafından aldatılan Sin-Dee’ye mi, sanatını yaparken anlaşılamayan
Alexandra’ya mı, farklı cinsel tercihleri olduğu için dışlanan Razmik’e mi
yoksa fahişelik yaptığı evden bile atılan Dinah’a mı dertleneceğini
bilememektesin seyirci olarak. Hepsinin bir çok insanın maalesef anlayamadığı
tercihleri vardır. Ve tek istedikleri farklı olarak ama her insan gibi hayata
tutunmaktır aslında.
Filmin aldatılmak üzerine-hem Chester’in Sin-Dee’yi hem de
Razmik’in karısını- kurduğu çatışma aslında tüm hayatları boyunca dışlanıp, hor
görülen, kaybetmeye mahkum bırakılan kesimin dertlerine değinmek için
kullanılan bir araç sadece. Aldatılma mevzusu hikâyeye dahil olan karakterlerin
hepsinin az ya da çok pandorasını açmak için kullanılır. Baker, öyle ya da
böyle hikâyeye dâhil ettiği herkesi Donut Time adlı kafede buluşturarak filmin
zirve noktasını yaşatır. Bu sahnede herkes birbiriyle yüzleşir, konuşur ama
hiçbir şey sonuca ulaşmaz, hiçbir problem çözülemez. Zaten filmin böyle de bir
derdi yoktur. Baker’in derdi sadece sorunları perdeye taşımaktır. Ki, bağımsız
sinema da zaten bunu yapmaz mı?
Tangerine, Sunset Bulvarı’nı taksiyle, otobüsle, yürüyerek,
koşturarak dolaştıran, bunu yaparken de kamerasını filmin başı hariç hiç
sabitlemeyen bir film olur. Bu durmak bilmeyen, sürekli sallanan kamera, her
zaman seyircilerine de bir film izliyormuş duygusunu hatırlatır. Asla seyirciyi
bir masalın içine sokmaz. Turuncu ve sarı renklerin hakim olduğu film sıkıntılı
duruma çok iyi uyum sağlar. Gerçek trans aktrislerin oyunculuğu da filmi çok
daha başarılı kılar. Duygu sömürüsü yapmayan, odağına aldığı hayatları
kesinlikle aşağılamayan hatta ve hatta tam olarak onların yanında durarak
konuşan bir film Tangerine. Aynı zamanda bu yıl İf İstanbul Bağımsız Filmler
Festivali’nin takipçileri için yaptığı en büyük sürprizlerden biridir kuşkusuz.
Ne diyeyim, şiddetle tavsiye etmekten başka.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder