23 Şubat 2016 Salı

Tangerine: Sunset Bulvarı’nda Sıradan Bir Gün



Sean Baker 2000 yılında çıktığı yönetmenlik yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. O günden bu yana çektiği beş uzun metraj filmi ile başarısını artarak devam ettirir. Özellikle 2012 yapımı Take Out filmi ile adını duyuran Baker, Amerikan bağımsız sinemasının önemli temsilcileri arasına gururla adını yazdırır.  Baker filmlerine hep kaybedenleri konuk eder; özellikle göçmenler ve fahişeler Baker’in filmlerinde vazgeçemediklerindendir. Filmlerinde eğildiği mevzular, yoğunlaştığı kesim ve en önemlisi de kullandığı tekniklerle her zaman festivallerinde görmekten kaçınmadığı bir isim olur. Son filmi Tangerine ile kariyerinin her açıdan en cesur ve elbette en başarılı işine imza atar. Yalnızca üç tane İphone 5s ile çektiği ve travestilerin hayatına konuk olduğu bu film, denediği yenilikler ve seyirciyi taşıdığı dünya olarak da tam bir zirveye taşınma işi olur.

Pink Flamingos, The Rocky Horror Show, Todo Sobre Mi Madre, Transamerica, Laurence Anyways ve son olarak çok yakında vizyona giren The Danish Girl trans hayatları odağına alan en önemli yapımlar olarak ilk akla gelenlerdir. Hatta The Danish Girl tarihin ilk transeksüeli Lili Elbe’nin hayatını perdeye yansıtan 2015’in en başarılı filmlerinden biridir. Bu filmlerin neredeyse çoğu da ya kültleşmiş ya da ödüllere boğulan yapımlar olmuştur. İşte bu oldukça başarılı filmlerin arasına Tangerine’de hiç kuşkusuz girmektedir.

Tangerine, Noel arifesinde hapisten çıkan Sin-Dee ve onun en yakın arkadaşı Alexandra’nın tabiri caizse gün boyu hiç durmadan koşturdukları bir günlerine şahit eder bizi. Bu iki karakterin yolları gün içerisinde zaman zaman çatallaşsa da genelde bir arada devam eder. İkilinin bazen yürüyüp bazen de koşturdukları yol hikayelerine Razmik’in hikâyesi de bir süre sonra eklemlenir. İki travesti bir de Amerika’da yaşayan evli Ermeni bir taksi şoförünün iç içe geçmiş hikayesi yer yer birbirleri ile çakışır. Bu hiç dur durak bilmeyen koşturmaya fahişeler, pezevenkler, sarhoşlar, yalnızlar da konuk olur. Hepsinin ortak paydası ise kaybeden olmalarıdır. Film boyunca aşık olduğu adam tarafından aldatılan Sin-Dee’ye mi, sanatını yaparken anlaşılamayan Alexandra’ya mı, farklı cinsel tercihleri olduğu için dışlanan Razmik’e mi yoksa fahişelik yaptığı evden bile atılan Dinah’a mı dertleneceğini bilememektesin seyirci olarak. Hepsinin bir çok insanın maalesef anlayamadığı tercihleri vardır. Ve tek istedikleri farklı olarak ama her insan gibi hayata tutunmaktır aslında.

Filmin aldatılmak üzerine-hem Chester’in Sin-Dee’yi hem de Razmik’in karısını- kurduğu çatışma aslında tüm hayatları boyunca dışlanıp, hor görülen, kaybetmeye mahkum bırakılan kesimin dertlerine değinmek için kullanılan bir araç sadece. Aldatılma mevzusu hikâyeye dahil olan karakterlerin hepsinin az ya da çok pandorasını açmak için kullanılır. Baker, öyle ya da böyle hikâyeye dâhil ettiği herkesi Donut Time adlı kafede buluşturarak filmin zirve noktasını yaşatır. Bu sahnede herkes birbiriyle yüzleşir, konuşur ama hiçbir şey sonuca ulaşmaz, hiçbir problem çözülemez. Zaten filmin böyle de bir derdi yoktur. Baker’in derdi sadece sorunları perdeye taşımaktır. Ki, bağımsız sinema da zaten bunu yapmaz mı?


Tangerine, Sunset Bulvarı’nı taksiyle, otobüsle, yürüyerek, koşturarak dolaştıran, bunu yaparken de kamerasını filmin başı hariç hiç sabitlemeyen bir film olur. Bu durmak bilmeyen, sürekli sallanan kamera, her zaman seyircilerine de bir film izliyormuş duygusunu hatırlatır. Asla seyirciyi bir masalın içine sokmaz. Turuncu ve sarı renklerin hakim olduğu film sıkıntılı duruma çok iyi uyum sağlar. Gerçek trans aktrislerin oyunculuğu da filmi çok daha başarılı kılar. Duygu sömürüsü yapmayan, odağına aldığı hayatları kesinlikle aşağılamayan hatta ve hatta tam olarak onların yanında durarak konuşan bir film Tangerine. Aynı zamanda bu yıl İf İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin takipçileri için yaptığı en büyük sürprizlerden biridir kuşkusuz. Ne diyeyim, şiddetle tavsiye etmekten başka.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder