17 Şubat 2016 Çarşamba

O AN : Amour



Michael Haneke, kendi deyimiyle ‘’Kimsenin kolayca, içi rahat seyredemeyeceği’’ filmler yapan, üst-orta sınıf ile problemleri olan bir yönetmendir. Filmografisinin ilk filminden itibaren hiçbir şekilde irtifa kaybetmez. Arı kovanına çomak sokar gibi burjuvazinin hayatının tam orta yerine kamerasını konumlandırır. Zira onların iznine de ihtiyacı yoktur, istediği gibi bu zavallı hayatları ifşa etme hakkını kendinde ziyadesiyle görür. Haneke son filmi Amour’da bugüne kadar hedef haline getirdiği sınıftan hayatlarının son baharını yaşayan bir çifti kadrajına alır. Bu tek mekânda geçen ve şiddetin aslında reel olarak yaşanmadığı film, izleyici üzerinde en derin izler bırakan, hazmedilmesi en zor filmidir. Şimdi dilerseniz Amour’un yüreklere bıçak gibi saplanan, insanın kanını donduran, Georges’in hayatının en önemli kararını uyguladığı anlara doğru uzanalım.

Sahne Georges’in, Anne’nin inleme seslerini duyarak odaya girmesi ile başlar. Daha bu andan yani Georges’in yürüyüşünden, yüzündeki anlamı görünce bile seyirci olarak boğazımız düğümlenir. Yol arkadaşı Anne, acı çekerek yavaş yavaş ölmektedir ve George’nin elinden hiç bir şey gelmez. George, Anne’ye ne olduğunu sorar, bezini kontrol eder. Daha sonra spesifik bir problemin olmadığını anlayarak Anne’nin yatağının ucuna ilişir. Ellerini eline alarak tıpkı bir babanın hasta kızını uyutmak için ona masal anlatması gibi çocukken yaşadığı kötü bir hatırasını anlatmaya başlar. Her ne kadar Anne ilk anlarda inlemeye devam etse de sonrasında susarak ve bizim gibi o da anlatılanların rüzgârına kaptırır kendini. Georges, Anne’nin yatağına oturduğundan beri kamera aynı yerde mıhlanmış durumdadır. Asla sahnenin sonuna kadar da kıpırdamayacaktır. Ne bir müzik ne de alçalıp yükselen bir anlatıcı sesi vardır. Haneke, bu sahnede kamerasını uygun yere yerleştirerek yönetmenlik koltuğundan bir süre firar etmiştir. Zira bu sahnenin yükü tamamıyla Georges’in omuzlarındadır. Jean-Louis Trintignant’ın usta oyunculuğunun konuştuğu, başka da hiçbir şeyin öneminin olmadığı anlardır yaşananlar. Georges’in anlattıkları öncesinde öylesine bir anı olarak gelse de kulak verdiğimizde Georges’in hayatına giren ilk önemli kadının yani annesinin onun için önemini ve ondan ayrı kalmanın kendisine yaşattığı acıyı anlatması açısından önemlidir. Zira Georges, şimdi de annesi kadar onun için önemli olan hayat arkadaşından ayrı kalmak üzeredir. Ve artık bu acıyı yaşayacak ne hali ne de gücü kalmıştır. Sevdiği kadının gözlerinin önünde acı çekmesine dayanamamaktadır. Anne’nin yaşadığı acıları dindirmek için elinden hiçbir şeyin gelmemesi artık onu tüketmiştir. Tanrı bu acıyı verdiyse bile acının son bulması için onun kararını beklemeye gerek yoktur. Haneke karakterlerini özellikle de Der Siebente Kontinent filminden tanırız; istedikleri anda anlamsız buldukları kendi hayatlarını sonlandırabilirler. İşte Georges de artık tıpkı anlattığı anısında olduğu gibi güneşin olmadığı sadece yıldızların gözüktüğü bu hayatları daha fazla sürdürmenin anlamının kalmadığını düşünür. Hikayeyi dinlerken uykuya dalan Anne, çok kısa bir süre sonra Georges, daha doğrusu ölüm meleği tarafından yüzüne bastırılan yastığın onu oksijensiz bırakmasıyla tekrar uyanır. Lakin bu kez bağırma ya da inleme seslerini duymayız. Tek şahit olduğumuz Anne’nin ayaklarını hareket ettirerek çırpınması olur. O zayıf vücudu ile bir süre direnen Anne sonsuzluğa gitmemekte çok da ısrarcı olmaz. Sevdiğine karşı son ama en zor görevini yerine getiren Georges’i ise ekranda yorgun ve yıkılmış bir şekilde bırakırız.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder