Kariyerinde çok fazla filme sahip olmayan Tom Hooper, 2010
yılında çektiği The King’s Speech ile henüz üçüncü filminde zirveyi görmüştü. Oscar’da
En İyi Film Ödülü olmak üzere birçok festivalde sayısız ödül alan The King’s
Speech’den sonraki filmi Les
Misérables ile de başarısını devam ettiren Hooper, daha ne yapabilir ki diye
düşünenlere The Danish Girl gibi yine muhteşem bir yapımla cevap verdi.
Bu kez tarihin ilk transeksüeli olan Lili Elbe’nin hayatını
perdeye taşıyan Tom Hooper, gerçek hayat hikâyelerini filme aktarmak
konusundaki iddiasını devam ettirdiğini ispatlama niyetinde. Hooper, daha önce
İngiliz Kraliyet ailesinden VI.George’nin kekemeliği yenme sürecine odaklanan
bir filmde ne kadar samimiyse yine aynı derecede içten davranır son filminde de.
Zira oldukça hassas bir meseleyi bünyesinde barındıran Lili Elbe’nin hayatını
anlatırken aksi bir durumun yaşanması çok büyük talihsizlik olurdu değil mi? David Ebershoff’un 2000 tarihli Lili Elbe’yi
anlatan romanından uyarlanan The Danish Girl için büyük oranda gerçeğe bağlı
kalan bir film diyebiliriz.
Film, Elbe’nin transeksüel olmadan önceki hayatında başlar.
Einar’ın evliliğinde de kariyerinde de oldukça mutlu ve verimli olduğu
yıllardır. Einar karısının resimleri için kadın kıyafetleri giyerek poz
vermeleri sırasında bedeninde daha baskın olan kadını hisseder. Ve bu hisler sonrasında
Einar’ın transeksüel hayatını tüm önemli dönemeçlerini adımlayarak takip eder
film. Einar’ın Lili’ye dönüşme sürecini, Lili olma kararını oldukça sağlam
temellendirir. Filmin hiçbir anında bu söylediğinin ya da yaptığının temeli
nedir sorusunu sorma gereği duymaz seyirci. Zira Hooper bir süre sonra
söylediklerinin altını incelikle doldurur. Lili’nin traseksüel olma sürecinde o
dönemki transeksüellerin durumunu ya da toplum içerisindeki konumlarını ise pek
göremeyiz. Film boyunca gördüğümüz tek transeksüel Lili’dir. Belki film ile
ilgili yapılabilecek nadir eleştirilerden biri bu olabilir. Çünkü film Lili’nin
hikâyesini kapalı bir sınır içerisinde anlatır sanki. Zaten çok az olan dışarı
çekimlerinde de başka translar görmeyiz. Lili de hiç kendisi gibi translarla
bir araya gelmez, böyle bir arayış içerisine girmez. Zira bu dönüşüm sürecinde
en büyük dostu, sırdaşı yine karısı Gerda Gottlieb olur. Lakin The Danish Girl,
o dönemde Danimarka’ da tıbbın transeksüelliğe bakışını çok iyi verir.
Translığın bir sapkınlık ya da şizofreni olarak görüldüğünü üstüne basa basa
anlatır Hooper.
The Danish Girl elbette tam bir proje filmdir. Üstelik
Hooper son üç filminde yaptığı gibi bunu da Oscar için yapmıştır. Akademinin
sevdiği ne varsa fazlasıyla uygular. İlk olarak Hooper, oyuncu seçiminde zaten
ayağını sağlam basar; başrolü geçen yıl en iyi erkek oyuncu dalında ödülü
kucaklayan Eddie Redmayne’ye emanet ederek en büyük hamlesini yapmıştır.
Redmayne, The Theory Everything’deki performansı ile vücut deformasyonu olan
bir rolün altından gayet başarılı kalktığını göstermişti. Erkek vücudunda kadın
gibi davranmanın zorluğunu da ancak Redmayne gibi ustalıklı bir oyuncu
başarabilirdi. Filmin bir diğer Oscar’lık yönü ise hikâyeyi ağdalı bir dille
anlatmasıdır. Bu da Akademi’yi tam kalbinden vurabilecek bir hareket elbette. Belki
tarihin ilk transeksüelinin hikâyesi bağımsız bir yapım tarafından çok daha
naif anlatılabilirdi bilemeyiz.
The Danish Girl, Hooper’in oldukça sıra dışı kamera
kullanımıyla farklı bir seyir zevki sunar. Hooper, kamerasıyla bir çocuğun
oyuncağı ile çok farklı şekillerde oynaması gibi oynar sürekli. Kimi zaman
olanları gizli bir köşeden ya da ufak bir aralıktan gözlüyormuşçasına yaparken
hemen arkasından geniş ekran çekimi getirerek adeta seyirciye şok etkisi
yaşatır. 1900’lü yıllarda yaşanan hikâye için seçilen mekânlar tam anlamıyla
muhteşemdir. İnsanın dilini uçuklatacak denli büyüleyici binalar, eşyalar
filmin görüntü ve sanat yönetiminin ustalığıyla resmen bir ziyafet sunmaktadır
seyirciye. İlmik ilmik dokunmuş senaryosu, zaman atlamalarını başarılı kılan
kurgusu ile takdiri hak eden bir yapım The Dansih Girl.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder