10 Temmuz 2020 Cuma

CANO



Bir nevi gerilla tarzı çekilen, özgün dilinde ama bulunduğu coğrafyanın derdinden sıyrılıp daha evrensel meselelere odaklanan Cano, Mehmet Salih Demir’in ilk uzun metrajı. Cano, büyük sorunlarla boğuşan bir kentte(Diyarbakır)  varoluşsal sıkıntılarının pençesine düşmüş karakterlerle buluşturur bizi.

Film, isminin işaret ettiğinin tam aksine Cano adlı karakterin değil Cano’nun arkadaşı İbrahim’in peşine takmakta bizleri. Ortadan bir anda kaybolan Cano’yu aramaya başlayan İbrahim’in amacı aslında kendini aramaktır. Zira tıpkı Cano gibi İbrahim de dayanılmaz sıkıntılarla boğuşmaktadır. Fakat İbrahim, Cano gibi harekete geçememiş, sorunlarıyla yüzleşmeyi becerememiş arafta yaşayan biridir. Cano’nun kaybolması, İbrahim’i aslında bir keşif yolculuğuna çıkarır. İbrahim, Cano’nun izini sürerek bakmaya korktuğu aynanın karşısına geçip benliğiyle yüzleşir.


İbrahim’in Cano’yu arayışında onu kafelere, kıraathanelere, birahanelere giderken, sokaklarda yürürken görüyoruz. Gittiği yerlerde özellikle gözlem yapması, zaman hesabı yapmadan, modern hayatın kuşatılmışlığına (iş, aile, sevgili…) aldırmadan aylak aylak dolaşması akıllara Walter Benjamin’in pasajlar üzerine denemelerinde bahsettiği flâneur kavramını ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanının kahramanı C.’yi getirmekte. Fakat bu kent insanlarının aksine filmde takip ettiğimiz karakterimiz İbrahim’in yolu kırsaldan da geçiyor. Her ne kadar kırsal gelip geçici bir mekân olsa da film ile ilgili önemli bir noktayı içinde barındırıyor. İbrahim’in burada yolunun geçtiği mekânların, sonradan filmde de karşımıza da çıkacak olan Vincent Van Gogh’un ölmeden önce çizdiği Buğday Tarlası ve Kargalar başta olmak üzere birçok eserini akla getirmesi önemli. Zira Van Gogh’un tablolarını (Buğday Tarlası ve Kargalar, Yıldızlı Gece, Kuş Yuvası…) andıran anların içinde hep İbrahim vardır. İbrahim, Cano’yu (kendini) ararken Van Gogh’un eserlerin içinde dolaşan bir özneye dönüşür.


Sanatın her dalıyla naif bir ilişki içerisine giren minimalist bir sinema örneği olan film, ışık, oyunculuk, estetik kaygı ve müzik kullanımında oldukça tasarruflu davranıyor. Fakat filmin tamamına sirayet eden keman tınıları ortadan kaybolan karakterin adeta varlığını diri tutan bir unsur gibi. Cano’nun varlığını ya da yokluğunu her an birkaç tınıyla hatırlatan müzikler İbrahim’in hedeften uzaklaşmasını önlüyor adeta. Müziğin böylesine isabetli kullanıldığı filmin, beslendiği kara mizah damarı da oldukça kıvamında seyrediyor. Özellikle İbrahim’in iç sesinden duyduklarımız hepimize kendimizden tanıdık gelen şeyler olduğu için belki de tebessüm etmemizi sağlıyor.

Bu yazı ilk olarak 2018 yılı Haziran sayısında "Arka Pencere Mecmua"da yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder