Siz hiç beyaz karga gördünüz mü? Görmemiş olma ihtimaliniz
çok yüksek. Zira böyle bir tür aslında yok. Fakat albinizm hastalığından dolayı
nadir sayıda beyaz karga hayata tutunmaya çalışmaktadır. Zira bu kargalar için
hayat her anlamda daha zordur. Hem farklı oldukları için kendi türü tarafından
dışlanır hem de çabucak göze çarpıp avlanırlar. Dışlanmış, yalnız ve korku dolu
bir hayat… Hatta bu durum Rusya’da deyim olarak kullanılmaktadır. İşte bale
tarihine adını altın harflerle yazdırmış, gelmiş geçmiş en başarılı, sitilize
baletlerden biri olan Rudolf Nureyev, aslında beyaz karga deyiminin tam da isim
karşılığıdır.
Henüz çocukken hem yoksullukla hem de Kızıl Ordu siyasi
komiseri olan babası tarafından maruz kaldığı şiddetle hayatı ve Sovyetler
Birliği’ni tanımaya başlayan Nureyev, halk oyunlarıyla başladığı dans hayatını 20
yaşında Kirov Bale Okulu’nda baş balet olmacak kadar ilerletmiştir. Her ne
kadar ayrıksı davranışları, kural tanımaz halleri yönetim nezdinde tehlike olarak
görülse de Paris ile başlayan Avrupa turnesine çıkmasına izin verilir. Ne var
ki Nureyev’in burada da uyulması gereken tüm kuralları çiğnemesi sonucu Londra’ya
devam etmeyip ülkeye dönmesine karar verilince hayatı önemli bir yol ayrımına
sürüklenir.
“Schindler'in Listesi” (Schindler'in List) ve “İngiliz
Hasta” (The English Patient) filmlerindeki performanslarıyla Oscar’a aday
olmuş, deneyimli oyuncu Ralph Fiennes, “Beyaz Karga” ile “Coriolanus” ve
“Görünmeyen Kadın”dan (The Invisible Woman)sonra üçüncü kez kamera arkasına
geçer. Diğer yönettiği filmlerde olduğu gibi başrole değil ama filmin önemli
rollerinden biri olan Pushkin karakterine hayat verir aynı zamanda. Hem usta
oyunculuğu hem de çok iyi Rusça konuşmasıyla filmi kamera önünde de fazlasıyla
destekleyen Fiennes’in yönettiği “Beyaz Karga” Nureyev’in Paris’e gelişini ve ülkesine
dönmeyi reddedip, 1961’de Paris Le Bourget havaalanında Fransa’ya iltica
etmesini odağına alır. Fakat Fiennes, lineer akışa sahip bir filmin aksine üç farklı
zaman üzerinden anlatır Nureyev’in hayatının bu en önemli dönüm noktasını. Her
zaman diliminin kendine has bir türü ve atmosferi vardır üstelik. Bir yandan
soğuk savaş döneminde KGB ajanlarını atlatarak Nureyev’in sığınma talep etmesi
tam anlamıyla bir casusluk hikâyesiyken öte yandan dans sahneleri belgeselvari
bir etkiye sahiptir. Tabii filmin sürekli flashback’ler ile Nureyev’in
çocukluğunun geçtiği Ufa’daki ve gençliğinin geçtiği Leningrad’daki zaman
dilimine geçmesi filmin atmosferinin sürekli değişmesine neden olur. Bu nedenle
her zaman diliminin farklı renk ve ışık tonları, filmin biçiminde güçlü bir
kontrast oluşturur. Bu üç faklı zaman dilimi arasında gidip gelen filmin zorlu
kurgusu ise “Büyük Budapeşte Oteli” ile Oscar’a aday olan Barney Pilling’in hüneridir.
Prömiyerini Telluride Film Festivali’nde yapan ve Tokyo
Uluslararası Film Festivali’nde Ralph Fiennes’e Üstün Sanatsal Katkı ödülü
kazandıran “Beyaz Karga”, “Okuyucu” (The Reader) ve “Saatler” (The Hours) filmlerinin
senaryolarıyla Oscar’a aday gösterilen David Hare tarafından kaleme alınır.
Hare ise senaryoyu, yazarken Julie Kavanagh’ın 2007’de yayınlanan romanı Rudolf
Nureyev: The Life’dan ilham alarak yazar. Zaten filmin çekilme fikrinin
müsebbibi bu kitaptır. Kavanagh, daha kitabını yayına hazırlarken ilk altı
bölümü arkadaşı olan Fiennes’e gönderir. Ve Fiennes’in okumasından sonra zaten
film, o anda perde ile buluşma yolculuğuna başlamış olur. Fakat Nureyev’in tüm
hayatını ele ala bir kitaptan yola çıkan filmin, onu her yönüyle perdeye yansıttığını
söylemek biraz güç. Örneğin Nureyev’in biseksüel olmasının perdede kendine daha
çok yer bulması gerektiği çokça tartışıldı. Filmde Nureyev’in eşcinselliğinin tek
bir sahne ile geçiştirilmesi gerçekten de kafa karıştırıcı. Tabii Fiennes’in
Nureyev’i daha çok dans yönüyle perdeye yansıtmak istemesi buna sebep olmuş
olabilir. Zira Nureyev hayatta ne doğduğu topraklara, ne arkadaşlarına, ne
ailesine ne de ilişkilerine derinden bağlanmış. Bağlanıp da sıkı sıkı sarıldığı
tek şey dans olmuş. Bu nedenle Fiennes, Nureyev’in en iyi temsilinin dans
sahneleri olacağını düşünmüş olmalı ki, filmin hatırı sayılır bir kısmı sadece
dans sahnelerinden oluşur. Hatta öyle ki bu sahneler filmi yarı kurmaca yarı
belgesel bir yerde konumlandırmaktadır. Tabii bunda Nureyev’e hayat veren Ukraynalı,
profesyonel balet Oleg Ivenko’nun rolü yadsınamaz. Hiç oyunculuk tecrübesi
olmayan Ivenko, dansı kadar olmasa da oyunculuğuyla da göz doldurmayı başarır
üstelik.
Birçok ülke gezmiş
(En çok gitmekten zevk aldığı ve kültürüyle Nureyev’e en çok ilham veren
yerlerden biri de Türkiye’dir.), her gittiği yerden başka bir ilham almış,
kendini sürekli geliştirmiş, oyunculuktan yönetmenliğe, koreograflıktan
orkestra şefliğine kadar sanatın birçok alanında var olmuş bir isimdir Nureyev.
İnsan sormadan edemiyor: Gerçekten Le
Bourget havaalanında Clara’ya (Adèle Exarchopoulos) dediği gibi özgür olmaya
karar vermeseydi, nasıl bir kariyeri olurdu acaba? Kim bilir belki de daha iyi
olacaktı. Ya da daha kötü. Bilemeyiz. Ama Nureyev, asla Ömer Hayyam’ın şiirinde
bahsettiği gibi sürüyle uçan bir karga değil de kartallar gibi yalnız uçan bir
karga olacaktı her nerede ve nasıl olursa olsun.
Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Haziran sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder