11 Temmuz 2020 Cumartesi

THE WHİTE CROW





Siz hiç beyaz karga gördünüz mü? Görmemiş olma ihtimaliniz çok yüksek. Zira böyle bir tür aslında yok. Fakat albinizm hastalığından dolayı nadir sayıda beyaz karga hayata tutunmaya çalışmaktadır. Zira bu kargalar için hayat her anlamda daha zordur. Hem farklı oldukları için kendi türü tarafından dışlanır hem de çabucak göze çarpıp avlanırlar. Dışlanmış, yalnız ve korku dolu bir hayat… Hatta bu durum Rusya’da deyim olarak kullanılmaktadır. İşte bale tarihine adını altın harflerle yazdırmış, gelmiş geçmiş en başarılı, sitilize baletlerden biri olan Rudolf Nureyev, aslında beyaz karga deyiminin tam da isim karşılığıdır.


Henüz çocukken hem yoksullukla hem de Kızıl Ordu siyasi komiseri olan babası tarafından maruz kaldığı şiddetle hayatı ve Sovyetler Birliği’ni tanımaya başlayan Nureyev, halk oyunlarıyla başladığı dans hayatını 20 yaşında Kirov Bale Okulu’nda baş balet olmacak kadar ilerletmiştir. Her ne kadar ayrıksı davranışları, kural tanımaz halleri yönetim nezdinde tehlike olarak görülse de Paris ile başlayan Avrupa turnesine çıkmasına izin verilir. Ne var ki Nureyev’in burada da uyulması gereken tüm kuralları çiğnemesi sonucu Londra’ya devam etmeyip ülkeye dönmesine karar verilince hayatı önemli bir yol ayrımına sürüklenir.


“Schindler'in Listesi” (Schindler'in List) ve “İngiliz Hasta” (The English Patient) filmlerindeki performanslarıyla Oscar’a aday olmuş, deneyimli oyuncu Ralph Fiennes, “Beyaz Karga” ile “Coriolanus” ve “Görünmeyen Kadın”dan (The Invisible Woman)sonra üçüncü kez kamera arkasına geçer. Diğer yönettiği filmlerde olduğu gibi başrole değil ama filmin önemli rollerinden biri olan Pushkin karakterine hayat verir aynı zamanda. Hem usta oyunculuğu hem de çok iyi Rusça konuşmasıyla filmi kamera önünde de fazlasıyla destekleyen Fiennes’in yönettiği “Beyaz Karga” Nureyev’in Paris’e gelişini ve ülkesine dönmeyi reddedip, 1961’de Paris Le Bourget havaalanında Fransa’ya iltica etmesini odağına alır. Fakat Fiennes, lineer akışa sahip bir filmin aksine üç farklı zaman üzerinden anlatır Nureyev’in hayatının bu en önemli dönüm noktasını. Her zaman diliminin kendine has bir türü ve atmosferi vardır üstelik. Bir yandan soğuk savaş döneminde KGB ajanlarını atlatarak Nureyev’in sığınma talep etmesi tam anlamıyla bir casusluk hikâyesiyken öte yandan dans sahneleri belgeselvari bir etkiye sahiptir. Tabii filmin sürekli flashback’ler ile Nureyev’in çocukluğunun geçtiği Ufa’daki ve gençliğinin geçtiği Leningrad’daki zaman dilimine geçmesi filmin atmosferinin sürekli değişmesine neden olur. Bu nedenle her zaman diliminin farklı renk ve ışık tonları, filmin biçiminde güçlü bir kontrast oluşturur. Bu üç faklı zaman dilimi arasında gidip gelen filmin zorlu kurgusu ise “Büyük Budapeşte Oteli” ile Oscar’a aday olan Barney Pilling’in hüneridir.


Prömiyerini Telluride Film Festivali’nde yapan ve Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde Ralph Fiennes’e Üstün Sanatsal Katkı ödülü kazandıran “Beyaz Karga”, “Okuyucu” (The Reader) ve “Saatler” (The Hours) filmlerinin senaryolarıyla Oscar’a aday gösterilen David Hare tarafından kaleme alınır. Hare ise senaryoyu, yazarken Julie Kavanagh’ın 2007’de yayınlanan romanı Rudolf Nureyev: The Life’dan ilham alarak yazar. Zaten filmin çekilme fikrinin müsebbibi bu kitaptır. Kavanagh, daha kitabını yayına hazırlarken ilk altı bölümü arkadaşı olan Fiennes’e gönderir. Ve Fiennes’in okumasından sonra zaten film, o anda perde ile buluşma yolculuğuna başlamış olur. Fakat Nureyev’in tüm hayatını ele ala bir kitaptan yola çıkan filmin, onu her yönüyle perdeye yansıttığını söylemek biraz güç. Örneğin Nureyev’in biseksüel olmasının perdede kendine daha çok yer bulması gerektiği çokça tartışıldı. Filmde Nureyev’in eşcinselliğinin tek bir sahne ile geçiştirilmesi gerçekten de kafa karıştırıcı. Tabii Fiennes’in Nureyev’i daha çok dans yönüyle perdeye yansıtmak istemesi buna sebep olmuş olabilir. Zira Nureyev hayatta ne doğduğu topraklara, ne arkadaşlarına, ne ailesine ne de ilişkilerine derinden bağlanmış. Bağlanıp da sıkı sıkı sarıldığı tek şey dans olmuş. Bu nedenle Fiennes, Nureyev’in en iyi temsilinin dans sahneleri olacağını düşünmüş olmalı ki, filmin hatırı sayılır bir kısmı sadece dans sahnelerinden oluşur. Hatta öyle ki bu sahneler filmi yarı kurmaca yarı belgesel bir yerde konumlandırmaktadır. Tabii bunda Nureyev’e hayat veren Ukraynalı, profesyonel balet Oleg Ivenko’nun rolü yadsınamaz. Hiç oyunculuk tecrübesi olmayan Ivenko, dansı kadar olmasa da oyunculuğuyla da göz doldurmayı başarır üstelik.


 Birçok ülke gezmiş (En çok gitmekten zevk aldığı ve kültürüyle Nureyev’e en çok ilham veren yerlerden biri de Türkiye’dir.), her gittiği yerden başka bir ilham almış, kendini sürekli geliştirmiş, oyunculuktan yönetmenliğe, koreograflıktan orkestra şefliğine kadar sanatın birçok alanında var olmuş bir isimdir Nureyev.  İnsan sormadan edemiyor: Gerçekten Le Bourget havaalanında Clara’ya (Adèle Exarchopoulos) dediği gibi özgür olmaya karar vermeseydi, nasıl bir kariyeri olurdu acaba? Kim bilir belki de daha iyi olacaktı. Ya da daha kötü. Bilemeyiz. Ama Nureyev, asla Ömer Hayyam’ın şiirinde bahsettiği gibi sürüyle uçan bir karga değil de kartallar gibi yalnız uçan bir karga olacaktı her nerede ve nasıl olursa olsun.

Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Haziran sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır. 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder