ABD’de elli yaş altı ölümlerin büyük bir kısmının nedeninin
aşırı doza bağlı ölümler olduğunu biliyor muydunuz? Bağımlılıktan kurtulup
hayata dönenlerin oranı ise çok az. Zira devletin bağımlılara ve ailelerine
verdiği destek yok denecek düzeyde. Özellikle son dönem yaygınlaşan daha ucuz
ve daha ölümcül olan uyuşturucu türlerinin de bunda payı var elbette. En bilinenlerinden biri isse kristal meth (metamfetamin).
İşte Toronto Film Festivali’nde prömiyerini yapan “Güzel Oğlum” Nic Sheff’in
kristal meth’in pençesine düşmesiyle başlıyor.
Nic Sheff, beyaz, üst orta sınıfa tâbi, annesi ile babası
boşanmış olsa da sevgi eksikliği çekmemiş, gazeteci olan babası David Sheff
gibi yazmaya eğilimli, iyi bir müzik zevkine sahip, zeki, yetenekli ve oldukça
hoş bir genç. Lakin tüm bu artılar, Nic’i yaşadığımız yüzyılın büyük boşluğunda
salınmaktan kurtaramaz. Nic, her şeyin mükemmel işlediği, kaygı ve sorunun
neredeyse hiç olmadığı –ya da bizim öyle gördüğümüz- bir hayatın içerisinde
kaybolanlardan. Zira Nick, böyle bir yaşantının içerisinde henüz on bir
yaşındayken alkol kullanmaya başlayıp on sekiz yaşına geldiğinde neredeyse her
türlü maddeyi denemiş ve metamfetamin isimli maddenin kontrolü altına çoktan
girmiş bir genç.
“Güzel Oğlum” Nic’in 2000 yılında adımlamaya başladığı bu
bağımlılık yıllarını perdeye yansıtıyor. Lakin bu süreçte Nic’in mücadelesini değil
de daha çok babası David’in mücadelesini izliyoruz demek daha doğru. Zira Nic, her defasında kendini düşmanın kollarına
bıraktıkça David, bir o kadar savaşıyor. Zaten Nic, babasının ne kadar büyük
sınavlardan geçtiğini ya da çevresindeki yakınlarının onun bu sürecinden ne
kadar etkilendiğini en net şekilde David’in bu sancılı döneme dair anılarını
yazdığı romanını okuyunca anladığını dile getirmekte. Evet, Nic de David de yaşadıkları
bu cehennem gibi yılları en iyi bildikleri şeyi yaparak atlatmaya
çalışmışlardır. Nic Sheff’in yazdığı “Tweak: Growing up on Methamphetamines” ve David Sheff’in yazdığı “Beautiful Boy: A
Father’s Journey Through His Son’s Addiction” aynı yıl yayınlanır. Her ikisi de
New York Times çok satanlar listesinde yer alır. Ve şu işe bakın ki; aynı yıl
Paramount Pictures ve B Plan Entertainment iki kitabın da haklarını satın alır.
Bir tarafta bağımlı olan kişinin birinci ağızdan aktardığı itirafları, bir
yanda ise onu “her şeyi” olarak gören babanın yaşadığı çetrefilli sürecin
detayları…
Her ne kadar senaryo yazılırken babanın mücadelesine daha
çok meylediliyor ve sık sık flashback’ler ile geçmiş ile şimdiyi mükemmel bir
ustalıkla paralel kurguda buluşturan filmde daha çok David’in anılarına uzanılıyor
olsa da Nic’in hatırlayışlarına da ortak olmuyor değiliz. Yine de terazinin
David’den yana daha ağır bastığı bir gerçek. Belki de daha steril ve ahlakçı
bir film istenildiği için böyle bir tercih yapılmıştır. Zira Nic’in uyuşturucu
satıcılığı ve seks işçiliği yaptığı sürecin bile filmde kendine yer bulamaması
başka nasıl açıklanabilir?
Yapımcıları arasında Brad Pitt’in de bulunduğu “Güzel Oğlum”,
birçok yönetmen ismi arasından son tahlilde aile hikâyelerine odaklanan “Çölde
Kutup Ayısı”, “Kırık Çember”, “Belgica” adlı filmleriyle tanıdığımız Belçikalı
Felix Van Groeningen’e emanet edilirken senaryoyu ise iki kitaptan yola çıkarak
Groningen ile Luke Davies birlikte kaleme alırlar. Groningen’in, Hollywood’a geçiş
yaptığı bu ilk İngilizce filmindeki en büyük şansı ise kalıplara sığmayacak bir
yeteneğe sahip Steve Carell gibi bir usta ve Timothée Chalamet gibi parlayan
bir genç yıldız ile çalışmasıdır. Bu şansına karşılık da Groningen, aşırı titiz
davranarak yaklaşık yedi ay süren çekimler sırasında tüm hikâyeyi baştan sona
birkaç kez çeker. Lakin zıplamalı ve sürekli geçmiş ile şimdi arasında salınıp
duran kurgu mükemmel işlese de müzik konusunda ne yazık ki aynı şeyi söylemek
pek mümkün değil. Zira filmin yer yer adeta kamu spotu gibi işleyen didaktik
yapısı ve hiç susmayan, olur olmaz yerde devreye giren John Lennon, Massive
Attack, Nirvana, David Bowie gibi müzisyenlerin parçalarını dinlemek can sıkıcı
olabiliyor. Bu efsane parçaları dinlemek büyük bir zevk olsa da filmin duygusal
anlarının etkisini arttırarak seyirciyi manipüle etmek amaçlı kullanılmaları pek
de aynı keyfi vermiyor. Bu efsane müzisyenlerin yanında edebiyat dünyasından Charles
Bukowski ve F. Scott Fitzgerald gibi ustalara selam göndermeyi de ihmal etmeyen
“Güzel Oğlum” her ne kadar sinemadaki bağımlılık ile mücadele konusundaki büyük
açığı bir nebze olsa kapatsa da tam anlamıyla yeterli olamıyor. Zira mevzu
bağımlılık olduğunda çerçeve çok daha büyük ne de olsa. Nic’in renginde ve
sınıfında olmayan ve en önemlisi de onunki gibi bir aileye sahip olmayan
binlercesi için sonuç hep hüsran ne yazık ki. Ne diyor Joh Lennon, filme ismini
veren şarkısının ilk nakaratında:
“Kapat gözlerini.
Hiç korkun olmasın.
Canavar artık gitti.
O artık yok ve babacığın burada.”
Peki ya babası yanında olmayanlar?
Bu yazı ilk olarak 2019 yılı Mart sayısında "Sinema Se7en"da yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder