1996 yılında çektiği ilk filmi Pusher ile yönetmenlik
kariyerine adım atan Nicolas Winding Refn, suç filmlerinden oldukça farklı
denemeler yapan cesur işlere doğru seyreden bir yönetmen olarak tanınıyor daha
çok. Şimdiye kadar on tane filme yönetmenlik yapan Refn, gittikçe başarısını
arttıran, adını daha geniş kitlelere duyuran bir isim oldu. Cannes Film
Festivali gibi prestijli bir festivalden En İyi Yönetmen Ödülü’nü sekizinci
filmi Drive ile kucaklayarak rüştünü ispat eden bu hırslı adam, her zaman
farklı olanı denemeyi, kendini bilinmeyen sulara bırakmayı hep çok sevdi.
Filmlerinde şiddeti tüm haliyle göstermekten de, aksiyon sahnelerinin dibine
vurmaktan da imtina etmedi. Fakat tüm bunların yanında muhteşem, estetik, göz
alıcı görüntülerle bezedi filmlerini. Kullandığı müziklerde seyirciyi adeta
eşsiz bir konsere götürmeyi başardı. Renkleri konuşturan, suspus
karakterleriyle bizleri sınayan bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayan bir
adam Refn. Böylesine kelimelerle anlatılmaya çalışılan yönetmenin en sevilen
filmlerinden beş tanesine birlikte göz gezdirelim.
1)The Neon Demon – 2016
The Neon Demon, oldukça klişe olabilecek bir mevzuyu işleyiş
tarzıyla, bambaşka bir yere taşımış, atmosferi ile izleyenleri büyülemiş bir
film. Manken ve model olmak ümidiyle taşradan kalkıp, Los Angelse’a gelen
Jesse, saf ve etkileyici güzelliğiyle üçer beşer şöhret basamaklarını tırmanır.
Bu süreçte gencecik kızımız, kendini de keşfeder. Biz onu tanıdıkça o da
kendisini tanır. Bu süreçler oldukça gerilimli bir şekilde geçer elbette. Lakin
The Neon Demon’u sadece bir korku- gerilim filmi olarak tarif etmek büyük
haksızlık olur. Öncelikle söylemek gerek ki film, kadınların dünyasında geçen,
slasher, yamyam ve vampir filmleri gibi korku türünün sonuna kadar ekmeğini
yemeği de bilen, sembolizmi de oldukça
başarılıyla kotaran bir yapım. Filmin kendine has olan en ayırt edici yanı ise
neon renklerin ve tekno müziğin filme mükemmel bir şekilde sirayet etmesi
olmalı. Zira filmi izlerken birbirinden çarpıcı renklerin içerisinde, kalbinizi
yerinden sökercesine, damarlarınızdaki kanın her bir zerresini hissedercesine
tekno müzikle dans ediyorsunuz adeta.
Damarlarınızın her zerresinde hissedeceğiniz, muazzam bir
film The Neon Demon, Refn’in en kusursuz işi.
2)Drive (Sürücü) – 2011
James Sallis’in aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan
Drive, Refn’in adını tüm dünyaya duyurmasını sağlayan film olmuştur. Zira Refn
Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne layık görülecek denli
kusursuz bir işe imza atmıştır bu filmle. Sürekli filmlerinde yaptığı cesaretli
denemelerini bu eserinde doruğa çıkararak, karşılığını fazlasıyla almayı bilmiştir.
Ray Gosling’in hayat verdiği sürücü karakteri gündüzleri filmlerdeki arabalı
aksiyon sahnelerinde oynar, geceleri ise banka soygunlarına şoförlük yapar.
Çünkü onun şu hayatta iyi bildiği tek şey belki de hızlı ve kusursuz araba
kullanmaktır kuşkusuz. Lakin hayatında her şeyi düzene koymuş bu yalnız adamın
illa ki başı derde girmeli değil mi? Peki, kapı komşusu bu görevi üstlenir mi
dersiniz? Hiç kuşkunuz olmasın. Güzeller güzeli Carey Mulligan ile hayat bulan,
kocası hapishanede olduğu için küçük oğluyla yaşam mücadelesi veren Irene ondan
yardım ister. Bu yardım isteğini geri çevirmeyen kahramanımız yine en iyi
bildiği şeyi yaparak yardımcı olur.
Muhteşem görüntüleri, az konuşan karakterleri, neon
ışıkları, insanın âşık olacağı müzikleri ve adeta seyirciyi koltuğa yapıştıran
aksiyon sahneleriyle büyüleyici film, Drive. Bu hikâyenin özgün bir yanı yok
diyenlere de, filmi bir de Refn gözünden izlemelisiniz derim.
3)Only God Forgives (Sadece Tanrı Affeder) – 2013
Refn’in Bangkok’da çektiği ve yine Ryan Goling’i başrole
oturttuğu sondan bir önceki filmi olan Only God Forgives, adeta şiddetin
estetik ile birleşimine ev sahipliği yapıyor. Refn’in Drive’da fazlasıyla
ustalaştığını zaten ispatladığı görüntü konusunda bu filmde adeta bir tık daha
ileriye gidiliyor. Uzak Doğu’nun mistik havasıyla bütünleşen görüntüler, yine
yerel müziklerin can alıcılığıyla şahlanıyor. Kısacası yönetmenimiz kendi
tarzını bir de yerel kültürün nimetleriyle birleştirerek gerçekten farklı bir
işe imza atıyor. Lakin bana kalırsa Drive’daki yönetmenlik bu filmde bir nebze
tökezliyor. Psikopat kardeşi, canice işlediği cinayetten hemen sonra
temizlenince, fetiş annesi ile intikam planları yapmak zorunda kalan Julian ile
kendi adaletini yaratan polis memuru Kim’in hikâyesi tipik bir intikam
hikâyesinden bambaşka bir seyir izliyor.
Bakmakta zorlanılacak denli ağır şiddet görüntülerinin ve
kusursuz, akıllardan çıkmayacak birkaç sahnesiyle hatırlanacak Only God
Forgives, herkesin zevk alacağı bir film değil elbette. Ama yine de şans
verilmeli nihayetinde.
4)Bronson – 2008
Bronson, 80'li
yılların İngiltere'sinde 34 yıl boyunca hapishanede kalan Michael Peterson adlı
adamın gerçek hikâyesini anlatmakta. İşlediği bir suçtan ötürü kısa bir
süreliğine hapishaneye giren fakat aşırı şiddet içeren davranışlarından ötürü
sürekli mahkûmiyetini uzatan, gerçek olamayacak kadar anlaşılması güç bir kişilik
Michael. Çocukluğundan beri ünlü olmak isteyen ve kendine bu amacını
gerçekleştirmek için mekân olarak da hapishaneyi seçen bu psikopat karakter
kendine tıpkı sanatçılar gibi farklı bir isim de seçer. Charles Bronson adı ile
bütünleşen ve adını duyurmak için elinden gelen şiddeti ardına koymayan Bronson,
amacına fazlasıyla ulaşır. Böylesine zorlu bir karakterin altından, tüm
vücudunu etkili kullanarak öne çıkan Tom Hardy, filmde Bronson'un sahnede kendi
hikâyesini anlattığı anlarda da çok çok başarılı.
Bronson'un kendi
dilinden dinlediğimiz aşırı şiddet dolu, tüyler ürpertici, fazlasıyla rahatsız
edici bu filmi sinirleriniz elveriyorsa izlemelisiniz. A Clorkwork Orange
filmindeki Alex, Funny Games'teki Paul ve Peter gibiler nasıl varsa ve bunların
acımasız, saldırgan tutumlarını nasıl anlamak güçse Bronson da tam da onlardan
biri.
5)Pusher – 1996
Nicolas Widning Refn,
kariyerinin ilk filmiyle ülkesi dışında da çok büyük ilgi gören Pusher'e imza
atar. Danimarka'da ve Danca çekilen film, ülke sinemasının o güne değin pek de
alışık olmadığı bir tarzı dener. Suç-aksiyon türünde diyebileceğimiz Pusher,
sonrasında oldukça sevilmesinden dolayı devam filmlerinin çekilmesini de
sağlar. Aslında konu olarak birçok Hollywood filmlerinden alışık olduğumuz bir
mevzu vardır karşımızda. Kendi çapında uyuşturucu satarak yaşayan Frank, bir
yerde baltayı taşa vurur. Ve maalesef tüm olumsuzluklar üst üste binmekte
gecikmez. Herkes ona geç ya da erken bir şekilde sırtını döner, ihanet eder,
yüz üstü bırakır. En yakın arkadaşı, iş yaptığı aracı, sevgilisi... Frank ne
kadar çabalarsa çabalasın içine girdiği girdaptan bir türlü kurtulamaz. Onun
suskunluğu bizi daha da çaresiz kılarken bir yandan da başarılı bir oyunculukla
hayat bulan yüz ifadesinin etkisi altına gireriz. Frank, ne düşünür, ne ister
sadece tahmin etmeye çalışırız. Zira aklından geçenlere asla eyleme geçmeden
şahit olamayız.
Refn, Pusher ile suç dünyasını, fahişeleriyle, uyuşturucu
satıcılarıyla, fillerin altında ezilen çimenlerin zavallı durumunu ve çoğunun
umutsuzca son bulan hayatlarını oldukça çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder