31 Temmuz 2018 Salı

Agnès Varda Sineması




Fotoğrafçı, Yeni Dalga'nın büyükannesi, feminist, yönetmen ve mükemmel bir insan denilince benim ilk aklıma gelecek isim muhakkak Agnès Varda olur. Belçika doğumlu bir Fransız olan Varda, fotoğrafçı olmak isterken sinemanın büyüsüne kapılmış biri. Elbette fotoğraf çekmeyi de asla bırakmamış, sanatın her alanına muhteşem bakış açısıyla dokunmayı bilmiştir. Kendisi gibi yönetmen olan eşi Jacques Demy ile birlikte bir ömür birlikte olmuş, eşini kaybettikten ve yaşı kemale erdikten sonra bile film çekmeye devam eden bu güzel insan, muhakkak ki filmlerle nefes alıp onlarla gençleşenlerden.

Hep aynı saç şekliyle adeta kendine has bir tarz geliştiren Varda'da değişen tek şey yüzündeki ona daha da bilge bir hava veren kırışıklıkları ve hafif kilosu olsa gerek. Gencecikken alnına düşen kâkülü ile kamera başında verdiği poz ile akıllarda yer eden Varda, şimdilerde verdiği muzip karelerle de yıllarca hafızalarımızdan çıkmayacak gibi.

Fransız Yeni Dalgası'nın sadece erkeklerden oluşan bir akım olmadığının kanlı canlı ispatı hatta en başta anılması gereken ismi olan Varda, özellikle biz kadınların da en büyük kahramanlarından. Zira Varda'nın kadınlar tarafından bir kahraman olarak görülmesinin tek sebebi de Fransız Yeni Dalgası değil elbet. O aynı zamanda hem filmlerinde hem de yaşantısında feminizmi içselleştirmiş, feminizmin anlamını çarpıtanlara gerçek anlamını göstermiş bir aktivist. Evli olan, filmlerinde erkek karakterlerin hayatına da dokunan, birçok erkek yönetmenle mesleğinde de beraber hareket etmiş biri olarak zaten yanlış anlaşılması mümkün değil. Aktivist olarak da tanımladığım Varda'nın mücadelesi sanmayın ki sadece feminizm gibi kısıtlı bir alanda etkisini gösterir.  

O çoğu Fransız Yeni Dalgacıları gibi hem ülkesindeki hem de tüm dünyadaki zulmün, haksızlıkların arkasında durmuştur. Kimi zaman ta Küba'ya giderek devrimin insana güven ve mutluluk zerk eden fotoğraflarını çekerek bunları tüm dünyaya, dosta düşmana ilan etmiş hem de filmleriyle alttan alta rahatsızlıklarını dile getirmiştir. Kimi zaman takside açık olan radyodaki haberlerden kimi zaman karakterlerimizin yürüdüğü yollardaki afişlerden kimi zaman da bizzat belgesellerinde konuşan tanıklardan öğreniriz dünyanın, insanlığın durumunu, gidişatı.

Yeni Dalga'nın ilk filmi olarak kabul edilen La Pointe – Courte’den itibaren sayısız kısa metraj, belgesel, uzun metraj kurmaca için kamera arkasına hatta belgesellerde zaman zaman kamera önüne geçen Varda, incelikle dokunmuş, dolu dolu kadın karakterleri ile kimi zaman seyircilerine seyri zor anlar yaşatmıştır. Seyircinin sadece bir izleyici olmasını istediği için renkleri gereğinden fazla çarpıcı kullanarak, alışılmadık ses kullanımı yaparak, sahnenin ortasına pat diye yazılar sokarak, kamerasıyla muzip hareketler yaparak filme yabancılaşmamızı fazlasıyla başarır. Karakterleriyle özdeşlik kurmanın ise bahsi bile yapılamaz.

Kelimelerin kifayetsiz kalacağı bu muhteşem kadının bir hazine olan filmografisinden beş tanesi ile onu biraz daha yakından tanımayalım.


1) Cléo de 5 à 7 Souvenirs et Anecdotes (Beşten Yediye) - 1962

Varda’nın ikinci kurmaca uzun metrajı olan Cléo de 5 à 7 Souvenirs et Anecdotes, ünlü bir şarkıcının hayatından yalnızca iki saate odaklanmaktadır. Öğleden sonra beş ile yedi arasında kanser olduğundan şüphelendikleri için verdiği tahlilin sonucu bekler Cléo (Corinne Marchand). Tam olarak gerçek zamanlı olarak çekilen filmde, kendimiz yaşadığımızda çok kısa ve önemsiz geçen bu zaman aralığı, karakterimiz için uzun ve çetrefillidir. En önemlisi de Cléo, bu kısacık zaman aralığında muhteşem bir dönüşüm geçirir.  İnsanlar tarafından izlenilmeye, beğenilmeye ve şımartılmaya alışmış, adeta bir süs bebeği gibi yaşamış olan Cléo, ilk başlarda her ne kadar bu gidişata devam etse de sonunda ilk olarak isyan eder. Ve daha sonra da radikal kararlar (peruksuz saçla ve ihtişamsız kıyafetlerle dışarı çıkma, insanların bakışlarını umursamadan yürüme, toplu taşıma aracına binme gibi) alır. 

Cléo, tabiri caizse hayatı hakkındaki kararı öğrenmeden önce kendisi o hayat üzerinde büyük bir devrim gerçekleştirir. Zira filmin de amacı kahramanımızın hasta olup olmadığını merak ettirmek değildir. Tüm mesele Cléo’nin değişimine, dönüşümüne bizi tanık etmektir. Zaten kahramanımızın nihayetini filmin daha en başında falcı vasıtasıyla öğreniyoruz. Yani Varda, klasik sinema kodlarına göre filmin en çarpıcı yanını baştan aşikâr ederek yoluna devam etmiştir. Çünkü bu tür oyunlar Yeni Dalga için zırvalamadan başka bir şey değildir ne de olsa.  Yeni Dalga’nın yönetmen ve oyuncularına selam gönderen, özellikle kamera ve ses kullanımı (duymamızın imkânsız olduğu sesleri şiddetli, duymamız gerekenleri ise hiç duyurmamak, saat tik takları gibi) ile tam bir yabancılaşma yaratan filmin, renkli bir şekilde başlayıp siyah-beyaza döndüğünü de fark etmemiş olamaz kimse sanırım.




2) Les glaneurs et la glaneuse... deux ans après (Toplayıcılar) – 2000

Yeni Dalga’yı ortaya çıkaracak kadar yeniliğe açık olan Varda, elbette dijital çağın nimetlerine de sırtını dönmez. Eline geçirdiği dijital kamera ile yirminci yüzyıla damgasını vuracak bir belgesele imza atar. Bunda elbette seçtiği konunun çarpıcılığın da payını inkâr edemeyiz. Varda, toplayıcılığın geçmişinden günümüze nasıl bir seyir izlediğini oldukça eğlenceli ama bir o kadar da çarpıcı bir şekilde dile getiriyor.

Tarlalardan ekin toplayan kadınlardan, atıkları toplayan evsizlere, çöplerden beslenen kayıp gençliğe, atıklarla sanatını icra eden sanatçılara kadar oldukça geniş bir yelpazeye yayıyor meselesini yönetmenimiz. İlerleyen yaşına rağmen hem kamerasıyla çekim yapıp hem de oradan oraya koşturan Varda, kimi zaman atılmış yamuk-yumuk bir patatesten kimi zaman da yoldan geçen araçlar ve eliyle sanat yaratabilen eşsiz bir kadın olarak varlığını her daim hissettiriyor filmde. Onun o eşsiz varlığıyla, yaptığı muziplikleriyle, yorumlarıyla adeta şaha kalkan bu eşsiz belgeselin benim için zaman zaman açıp izlenecek bir başucu filmi olduğunu söylemeliyim. Belki sizin için de öyle olur kim bilir.




3) Le Bonheur (Mutluluk) – 1965

Varda’nın filmografisinin ilk renkli filmi olan Le Bonheur, tabiri caizse kendini renklerin diline bırakan bir başyapıt. Varda, bu filmi sadece renkli çekmeyip, adeta renklerle oyun oynamaktadır. Çoğunluğu doğanın birbirinden cennet köşesinde geçen filmde, suyun mavisini, ağaçların yeşilini, sazların sarısını hiç bu kadar etkileyici görmediğinizi düşünmekten kendinizi alamamanız muhtemel. Her sahne geçişini de farklı bir rengin perdeyi kaplamasıyla yapmayı tercih eden Varda, bu hareketiyle akıllara özellikle Jean-Luc Godard’ın Une Femme Est Une Femme filmini getiriyor.
Varda’nın seslerden daha çok renklere odaklandığı Le Bonheur, bir adamın iki kadına birden âşık olarak mutlu olabileceğini perdeye yansıtıyor. Evli, çocuklu ve gerçek olamayacak kadar mutlu olan François, tesadüf eseri rastladığı başka kadına da anında vurulur. Ve onunla da tıpkı masallardaki gibi bir ilişki yaşamaya başlar. Modern toplum babında bu asla kabul edilemez durum, gayet sıradan bir mevzuymuş gibi ele alınır. Filmi büyük bir melodrama çevirebilecek tüm yaşanılanlar fazlasıyla küçümsenip, geçiştirilir. Elbette tüm bunlar Varda’nın ustalığıyla hayat bulur.

Gerçekten de her ne kadar tüm anlarından mutluluk aksa da, renklerin güzelliği içimizi ısıtsa da film asla katharsise izin vermeyerek amacına ulaşıyor. Lakin filmin ulaştığı başarı sadece bununla sınırlı değil. Varda’nın bu çok tartışılan filmi Le Bonheur, klasik sinema kodlarına her anlamda savaş açıyor. İyi de yapıyor.



4) Sans Toit Ni Loi (Yersiz-Yurtsuz) – 1985

Varda’nın tıpkı Cléo de 5 à 7 Souvenirs et Anecdotes’de olduğu gibi odağına bir kadını aldığı Sans Toit Ni Loi, sadece benzerlik konusunda, bununla da sınırlı kalmıyor. Yine filmin sonuna saklanan trajedi en başta bizlere gösterilmektedir. Mona (Sandrine Bonnaire) ilk olarak ölmüş bedeniyle biz seyircileri karşılıyor. Daha sonra Mona’nın ölmeden önce yaşadıklarını perdeye getiren film, medeni toplumun bizlere dayattığı birçok şeyi inkâr eden, hayata, yaşadıklarına karşı oldukça duyarsız bir karakter olarak çiziyor onu. Mona, Cléo karakterinin tam tersi biri diyebiliriz tek kelimeyle. O ne kadar görünürse Mona o kadar görünmez. Cléo, ne kadar ölüme karşı tedirginse Mona o kadar kaygısız, kabullenen konumunda oluyor.

Modern toplumun mülkiyet edinme, iş, aile, düzenli bir hayat, evlilik, çocuk gibi tüm dayatmalarını elinin tersiyle iten –var olanı, önüne sunulanı bile reddedecek kadar- ne istediğini bilen, tercihlerinin getirilerini de aynı kararlılıkla göğüsleyebilen inanılmaz bir kadındır Mona. Feminist yanıyla da gönüllerde taht kuran Varda’nın belki de düşüncelerini en çok yansıtan karakterlerinden biridir Mona. Kadın ve özgürlük üzerine yapılan bu muhteşem güzelleme, Mona’yı yargılamadan izleyenlere büyük bir hediye olacaktır.




5) La Pointe - Courte (Paralel Yaşamlar) – 1955

Varda’nın bu ilk gözbebeği aynı zamanda öncülerinden olduğu Fransız Yeni Dalgası’nın da ilki olarak kabul edilmektedir. Filmine mekân olarak bir balıkçı kasabasını seçen Varda, bu kasabanın sakinlerinin hayatlarını ise Lui ile Elle’nin ilişkisine paralel ilerletmektedir. Dört yıldır evli olan, görünürde pek de bir sıkıntısı olmayan çiftimizin sarsıntıdaki ilişkisi, köyde yaşanılan rutin olaylarla (doğum, ölüm, aşk gibi) seyrini değiştirir. İlk etapta eşinden ayrılmayı kafasına koymuş olan Elle, zamanla kocasını aslında çok sevdiğini ve onu kaybetmek istemediğini anlar. Elbette bu durumda herkesten ve her şeyden uzak olmaları, sürekli baş başa olmaları ile alakalı.

Tüketim toplumunun her şeyi anında tükettiği gibi ilişkilerin, evliliklerinde anında harcandığı çağımızda tükendiği zannedilen bir aşkın doğuşu, geçim sıkıntısı içerisindeki kasabalıların hayatıyla nasıl da iç içe anlatılır. Bu nasıl bir bakış açısı, nasıl bir meziyettir anlaşılması güç. Varda, ilk eserinde zaten yükselecek ayak seslerinin ilk tınısını verir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder