Fotoğrafçı, Yeni Dalga'nın büyükannesi, feminist, yönetmen
ve mükemmel bir insan denilince benim ilk aklıma gelecek isim muhakkak Agnès
Varda olur. Belçika doğumlu bir Fransız olan Varda, fotoğrafçı olmak isterken
sinemanın büyüsüne kapılmış biri. Elbette fotoğraf çekmeyi de asla bırakmamış,
sanatın her alanına muhteşem bakış açısıyla dokunmayı bilmiştir. Kendisi gibi
yönetmen olan eşi Jacques Demy ile birlikte bir ömür birlikte olmuş, eşini
kaybettikten ve yaşı kemale erdikten sonra bile film çekmeye devam eden bu
güzel insan, muhakkak ki filmlerle nefes alıp onlarla gençleşenlerden.
Hep aynı saç şekliyle adeta kendine has bir tarz geliştiren
Varda'da değişen tek şey yüzündeki ona daha da bilge bir hava veren
kırışıklıkları ve hafif kilosu olsa gerek. Gencecikken alnına düşen kâkülü ile
kamera başında verdiği poz ile akıllarda yer eden Varda, şimdilerde verdiği
muzip karelerle de yıllarca hafızalarımızdan çıkmayacak gibi.
Fransız Yeni Dalgası'nın sadece erkeklerden oluşan bir akım
olmadığının kanlı canlı ispatı hatta en başta anılması gereken ismi olan Varda,
özellikle biz kadınların da en büyük kahramanlarından. Zira Varda'nın kadınlar
tarafından bir kahraman olarak görülmesinin tek sebebi de Fransız Yeni Dalgası
değil elbet. O aynı zamanda hem filmlerinde hem de yaşantısında feminizmi
içselleştirmiş, feminizmin anlamını çarpıtanlara gerçek anlamını göstermiş bir
aktivist. Evli olan, filmlerinde erkek karakterlerin hayatına da dokunan,
birçok erkek yönetmenle mesleğinde de beraber hareket etmiş biri olarak zaten
yanlış anlaşılması mümkün değil. Aktivist olarak da tanımladığım Varda'nın
mücadelesi sanmayın ki sadece feminizm gibi kısıtlı bir alanda etkisini
gösterir.
O çoğu Fransız Yeni Dalgacıları gibi hem ülkesindeki hem de
tüm dünyadaki zulmün, haksızlıkların arkasında durmuştur. Kimi zaman ta Küba'ya
giderek devrimin insana güven ve mutluluk zerk eden fotoğraflarını çekerek
bunları tüm dünyaya, dosta düşmana ilan etmiş hem de filmleriyle alttan alta
rahatsızlıklarını dile getirmiştir. Kimi zaman takside açık olan radyodaki
haberlerden kimi zaman karakterlerimizin yürüdüğü yollardaki afişlerden kimi
zaman da bizzat belgesellerinde konuşan tanıklardan öğreniriz dünyanın,
insanlığın durumunu, gidişatı.
Yeni Dalga'nın ilk filmi olarak kabul edilen La Pointe – Courte’den
itibaren sayısız kısa metraj, belgesel, uzun metraj kurmaca için kamera
arkasına hatta belgesellerde zaman zaman kamera önüne geçen Varda, incelikle
dokunmuş, dolu dolu kadın karakterleri ile kimi zaman seyircilerine seyri zor
anlar yaşatmıştır. Seyircinin sadece bir izleyici olmasını istediği için
renkleri gereğinden fazla çarpıcı kullanarak, alışılmadık ses kullanımı yaparak,
sahnenin ortasına pat diye yazılar sokarak, kamerasıyla muzip hareketler
yaparak filme yabancılaşmamızı fazlasıyla başarır. Karakterleriyle özdeşlik
kurmanın ise bahsi bile yapılamaz.
Kelimelerin kifayetsiz kalacağı bu muhteşem kadının bir
hazine olan filmografisinden beş tanesi ile onu biraz daha yakından
tanımayalım.
1) Cléo de 5 à 7 Souvenirs et Anecdotes (Beşten Yediye) - 1962
Varda’nın ikinci kurmaca uzun metrajı olan Cléo de 5 à 7
Souvenirs et Anecdotes, ünlü bir şarkıcının hayatından yalnızca iki saate
odaklanmaktadır. Öğleden sonra beş ile yedi arasında kanser olduğundan
şüphelendikleri için verdiği tahlilin sonucu bekler Cléo (Corinne Marchand). Tam olarak gerçek zamanlı olarak çekilen filmde, kendimiz yaşadığımızda çok kısa ve önemsiz geçen bu zaman aralığı, karakterimiz için uzun ve çetrefillidir. En önemlisi de Cléo, bu kısacık zaman aralığında muhteşem bir dönüşüm geçirir. İnsanlar tarafından izlenilmeye, beğenilmeye ve şımartılmaya alışmış, adeta bir süs bebeği gibi yaşamış olan Cléo, ilk başlarda her ne kadar bu gidişata devam etse de sonunda ilk olarak isyan eder. Ve daha sonra da radikal kararlar (peruksuz saçla ve ihtişamsız kıyafetlerle dışarı çıkma, insanların bakışlarını umursamadan yürüme, toplu taşıma aracına binme gibi) alır.
Cléo, tabiri caizse hayatı hakkındaki kararı öğrenmeden önce kendisi o hayat üzerinde büyük bir devrim gerçekleştirir. Zira filmin de amacı kahramanımızın hasta olup olmadığını merak ettirmek değildir. Tüm mesele Cléo’nin değişimine, dönüşümüne bizi tanık etmektir. Zaten kahramanımızın nihayetini filmin daha en başında falcı vasıtasıyla öğreniyoruz. Yani Varda, klasik sinema kodlarına göre filmin en çarpıcı yanını baştan aşikâr ederek yoluna devam etmiştir. Çünkü bu tür oyunlar Yeni Dalga için zırvalamadan başka bir şey değildir ne de olsa. Yeni Dalga’nın yönetmen ve oyuncularına selam gönderen, özellikle kamera ve ses kullanımı (duymamızın imkânsız olduğu sesleri şiddetli, duymamız gerekenleri ise hiç duyurmamak, saat tik takları gibi) ile tam bir yabancılaşma yaratan filmin, renkli bir şekilde başlayıp siyah-beyaza döndüğünü de fark etmemiş olamaz kimse sanırım.
2) Les glaneurs et la glaneuse... deux ans après (Toplayıcılar) – 2000
Yeni Dalga’yı ortaya çıkaracak kadar yeniliğe açık olan
Varda, elbette dijital çağın nimetlerine de sırtını dönmez. Eline geçirdiği
dijital kamera ile yirminci yüzyıla damgasını vuracak bir belgesele imza atar.
Bunda elbette seçtiği konunun çarpıcılığın da payını inkâr edemeyiz. Varda,
toplayıcılığın geçmişinden günümüze nasıl bir seyir izlediğini oldukça
eğlenceli ama bir o kadar da çarpıcı bir şekilde dile getiriyor.
Tarlalardan ekin toplayan kadınlardan, atıkları toplayan
evsizlere, çöplerden beslenen kayıp gençliğe, atıklarla sanatını icra eden
sanatçılara kadar oldukça geniş bir yelpazeye yayıyor meselesini yönetmenimiz.
İlerleyen yaşına rağmen hem kamerasıyla çekim yapıp hem de oradan oraya
koşturan Varda, kimi zaman atılmış yamuk-yumuk bir patatesten kimi zaman da
yoldan geçen araçlar ve eliyle sanat yaratabilen eşsiz bir kadın olarak
varlığını her daim hissettiriyor filmde. Onun o eşsiz varlığıyla, yaptığı
muziplikleriyle, yorumlarıyla adeta şaha kalkan bu eşsiz belgeselin benim için
zaman zaman açıp izlenecek bir başucu filmi olduğunu söylemeliyim. Belki sizin
için de öyle olur kim bilir.
3) Le Bonheur (Mutluluk) – 1965
Varda’nın filmografisinin ilk renkli filmi olan Le Bonheur,
tabiri caizse kendini renklerin diline bırakan bir başyapıt. Varda, bu filmi
sadece renkli çekmeyip, adeta renklerle oyun oynamaktadır. Çoğunluğu doğanın
birbirinden cennet köşesinde geçen filmde, suyun mavisini, ağaçların yeşilini,
sazların sarısını hiç bu kadar etkileyici görmediğinizi düşünmekten kendinizi
alamamanız muhtemel. Her sahne geçişini de farklı bir rengin perdeyi
kaplamasıyla yapmayı tercih eden Varda, bu hareketiyle akıllara özellikle
Jean-Luc Godard’ın Une Femme Est Une Femme filmini getiriyor.
Varda’nın seslerden daha çok renklere odaklandığı Le Bonheur,
bir adamın iki kadına birden âşık olarak mutlu olabileceğini perdeye
yansıtıyor. Evli, çocuklu ve gerçek olamayacak kadar mutlu olan François,
tesadüf eseri rastladığı başka kadına da anında vurulur. Ve onunla da tıpkı
masallardaki gibi bir ilişki yaşamaya başlar. Modern toplum babında bu asla
kabul edilemez durum, gayet sıradan bir mevzuymuş gibi ele alınır. Filmi büyük
bir melodrama çevirebilecek tüm yaşanılanlar fazlasıyla küçümsenip, geçiştirilir.
Elbette tüm bunlar Varda’nın ustalığıyla hayat bulur.
Gerçekten de her ne kadar tüm anlarından mutluluk aksa da,
renklerin güzelliği içimizi ısıtsa da film asla katharsise izin vermeyerek
amacına ulaşıyor. Lakin filmin ulaştığı başarı sadece bununla sınırlı değil. Varda’nın
bu çok tartışılan filmi Le Bonheur, klasik sinema kodlarına her anlamda savaş
açıyor. İyi de yapıyor.
4) Sans Toit Ni Loi (Yersiz-Yurtsuz) – 1985
Varda’nın tıpkı Cléo de 5 à 7 Souvenirs et Anecdotes’de
olduğu gibi odağına bir kadını aldığı Sans Toit Ni Loi, sadece benzerlik
konusunda, bununla da sınırlı kalmıyor. Yine filmin sonuna saklanan trajedi en
başta bizlere gösterilmektedir. Mona (Sandrine Bonnaire) ilk olarak ölmüş
bedeniyle biz seyircileri karşılıyor. Daha sonra Mona’nın ölmeden önce
yaşadıklarını perdeye getiren film, medeni toplumun bizlere dayattığı birçok
şeyi inkâr eden, hayata, yaşadıklarına karşı oldukça duyarsız bir karakter
olarak çiziyor onu. Mona, Cléo karakterinin tam tersi biri diyebiliriz tek
kelimeyle. O ne kadar görünürse Mona o kadar görünmez. Cléo, ne kadar ölüme
karşı tedirginse Mona o kadar kaygısız, kabullenen konumunda oluyor.
Modern toplumun mülkiyet edinme, iş, aile, düzenli bir
hayat, evlilik, çocuk gibi tüm dayatmalarını elinin tersiyle iten –var olanı,
önüne sunulanı bile reddedecek kadar- ne istediğini bilen, tercihlerinin
getirilerini de aynı kararlılıkla göğüsleyebilen inanılmaz bir kadındır Mona. Feminist
yanıyla da gönüllerde taht kuran Varda’nın belki de düşüncelerini en çok
yansıtan karakterlerinden biridir Mona. Kadın ve özgürlük üzerine yapılan bu
muhteşem güzelleme, Mona’yı yargılamadan izleyenlere büyük bir hediye
olacaktır.
5) La Pointe - Courte (Paralel Yaşamlar) – 1955
Varda’nın bu ilk gözbebeği aynı zamanda öncülerinden olduğu
Fransız Yeni Dalgası’nın da ilki olarak kabul edilmektedir. Filmine mekân
olarak bir balıkçı kasabasını seçen Varda, bu kasabanın sakinlerinin
hayatlarını ise Lui ile Elle’nin ilişkisine paralel ilerletmektedir. Dört
yıldır evli olan, görünürde pek de bir sıkıntısı olmayan çiftimizin
sarsıntıdaki ilişkisi, köyde yaşanılan rutin olaylarla (doğum, ölüm, aşk gibi)
seyrini değiştirir. İlk etapta eşinden ayrılmayı kafasına koymuş olan Elle,
zamanla kocasını aslında çok sevdiğini ve onu kaybetmek istemediğini anlar.
Elbette bu durumda herkesten ve her şeyden uzak olmaları, sürekli baş başa
olmaları ile alakalı.
Tüketim toplumunun her şeyi anında tükettiği gibi
ilişkilerin, evliliklerinde anında harcandığı çağımızda tükendiği zannedilen
bir aşkın doğuşu, geçim sıkıntısı içerisindeki kasabalıların hayatıyla nasıl da
iç içe anlatılır. Bu nasıl bir bakış açısı, nasıl bir meziyettir anlaşılması
güç. Varda, ilk eserinde zaten yükselecek ayak seslerinin ilk tınısını verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder