Danimarka sinemasının gözde yönetmenlerinden Susanne Bier,
ülkesinin sinemasını tüm dünyaya sevdiren isimlerden. Hem sevilen dizilerin
mimarı olan hem de yaptığı filmlerle Oscar heykelciğine kadar uzanan Bier, aynı
zamanda Dogma 95’e de filmleriyle katkı sağlamıştır. Özellikle Elsker dig for Evigt’i
tam anlamıyla Dogma 95’e bağlı kalarak çeker. Böylece küçük bir hazine olan
Dogma külliyatına katkıda bulunan ender isimlerden biri olduğundan yeri en
azından benim nazarımda ayrıdır.
Susanne Bier’ın filmografisi, aslında hikâye açısından
bakınca tek bir noktada toplanmaktadır. Sanki başta bir hikâye vardı ve o
hikâye üzerinden tüm filmlerin senaryosu ortaya çıktı. Zira genelde
senaryolarını Anders Thomas Jensen’e yazdıran ya da birlikte yazan Bier, çok
önem verdiği aile kurumunu tüm senaryolarına odak noktası seçmektedir. Sonuçta
her ne kadar senaryoları Jensen yazsa da Bier’in belli başlı temel noktaları
belirttiğini düşünmekteyim. Örneğin aile (genelde üç çocuklu ve mümkünse ikisi
ikiz olur), üçüncü dünya ülkeleri, genelde ölüm sebebiyle çatlak alan aile ve
ona yama olan bir başkası ile ailenin yeniden tamamlanması, hareketli kamera,
süsten, gösterişten uzak olma, karakterlere yapılan yakın çekim ve özellikle
gözlere odaklanan kamera açısı ve daha niceleri… Bier sineması denilince ilk
akla gelenlerdir. Bazı konulara ya da ayrıntılara fazlasıyla takıntılı bir
yönetmen anlaşılacağı gibi Bier.
Özellikle oldukça seçkin bir ülkede yaşamasına rağmen,
üçüncü dünya ülkelerini, orada yaşanılan haksızlıkları, sefaleti az da olsa
beyaz perdede dillendirmesi takdiri hak etmekte bana kalırsa. Kimi zaman
Hindistan, kimi zaman Afganistan kimi zaman da Afrika düşer perdeye. Elbette
filmin odağı olmayan bu mevzular, ana hikâyeyi besleyerek bile az çok derdini
aşikâr eder.
Birçok başarılı yönetmen gibi bir süre sonra soluğu
Hollywood’da alan Bier, etkisinden pek de bir şey kaybetmeyerek yoluna devam
etmekte elbette. Fakat özellikle Jensen filmlerinden de oldukça aşina olduğumuz
ekip ile Danca filmlerine devam etmesini dileyerek, en sevilen beş filmine daha
yakından bakmaya sizleri davet ediyorum.
1) Efter Brylluppet (Düğünden Sonra) – 2006
Danimarka’nın o yıl Oscar’da adaylık almasını sağlayan Efter
Brylluppet, Bier’ın en iyi filmi mi bilemem ama seyirciyi en çok etkileyen,
gözyaşlarına boğan filmi olduğuna kimsenin itirazı olmaz sanırım. Zira oldukça
klişe diyebileceğimiz noktalarıyla karşımızda duran hikâye, oyunculuklar (Mads
Mikkelsen ve Rolf Lassgård), çekim açıları (hareketli kamera ve karakterlerin
yüzlerine, özellikle de gözlerine yapılan yakım çekim), kurgusu (birçok
karakterin hikâyesinin başarılı bir şekilde birbirleri ile bütünleşmeleri) ve
elbette başarılı yönetimiyle seyirciyi tam anlamıyla kendine bağlıyor.
Hindistan’da bir yetimhanede kendini öğrencilerine adamış
bir öğretmen olan Jacob, yüklü bir bağış yapmak isteyen fakat ayaklarına gelme
şartı artı koyan şirket ile görüşmek amacıyla kendisinin de memleketi olan
Kopenhang’a gider. Burada akıl almaz tesadüfler, yürek burkan geçmiş, tahmin
edilemez gerçekler, verilmesi zor kararlar gerçekleşmek için sıraya girerler. Biz
seyircileri de merak, gözyaşı, şaşkınlık ve daha nice duygu sarıp sarmalar.
Bir an bile nefes almadan izlenilen ve birkaç yama yapılmış
gibi duran sahne dışında asla tahmin edilemeyen senaryosuyla en başta Anders
Thomas Jensen’i takdir etmek gerek. Yalnız böylesine etkileyici bir filme
yakışmayan final sahnesi, filmin en büyük noksanı oluyor ne yazık ki. Yine bazı
klişe söylemleri, sıkıntılı finalini, sonradan yama yapılmış hissi uyandıran
kimi sahnelerini görmezden gelirsek Efter Brylluppet, son derece bağlayıcı bir
film. Bazı sahnelerinin aklınıza mıh gibi çakılacağını iddia bile edebilirim.
2) Hævnen (Daha İyi Bir Dünyada) – 2010
Bier’ın Oscar sahibi filmi Hævnen, birbiriyle kesişen iki ailenin ve özellikle
de ailelerin arkadaş olan çocuklarının dünyasında gezinen etkileyici bir dram.
Üstelik bu çocukların hayatına odaklanan filmin bünyesinde, Elias’ın babasının
doktorluk yaptığı, Afrikalıların hayatı da eklenirse… Bir yandan annesi
kanserden öldüğü için tüm öfkesini başkalarından almaya çalışan bir çocuk, bir
yandan kendi halkından insanlara işkence, eziyet yapan bir adam var. Orta
sınıfa mensup, gayet seçkin bir hayat yaşayan beyaz insan Christian’ın intikam
isteği ve öfke nöbetleri ile Afrikalı yoksul ve oldukça çileli bir hayat
yaşayan siyah insanların intikamlarını alma şekilleri arasında pek de bir fark
olmadığını gözler önene seriyor Bier esasen. Bu paralellik zaten filmin en
çarpıcı yanı oluyor. Fakat iki tarafa da eşit düzeyde yer vermeyen Bier, daha
çok Christian ile Elias arasındaki karakter zıtlığından beslenmeyi tercih
ediyor.
Siyah ile beyaz ya da kahverengi ile mavi arasındaki
kontrasın en güçlü hissedildiği Bier filmi olan Hævnen, güçlü ile güçsüz ya da
iyi insan ile kötü insan arasındaki ayrımın muğlâklığını ispatlayan bir
başyapıt kesinlikle. İzlerken neyin doğru neyin yanlış olduğuna, hangisini
destekleyeceğinize, yüreğinizin kimin peşinden gideceğine asla emin
olamayacaksınız. Bu da hem kimseyle özdeşlik kuramamanıza hem de sürekli
kendinizi sorgulamanıza sebep olacak. Ve akıllarda dolu soru işaretiyle sizi
baş başa bırakacak bir film var karşınızda.
3) Elsker dig for Evigt (Açık Kalpler) – 2002
Bier’ın her şeyiyle Dogma 95 akımının takipçisi olan filmi Elsker
dig for Evigt’in senaryosu yine Anders Thomas Jensen’in kaleminden kotarılır.
Bier, bu filminde her filminin siluetini oluşturan iki ailenin birbirlerindeki
eksik parçaları tamamlaması takıntısını tam anlamıyla ete kemiğe büründürür.
Birbirine âşık iki genç evlenmek üzerelerdir. Fakat ansızın gelen görünmez kaza
tüm planları alt-üst eder. Felç olan Joachim (Nikolaj Lie Kaas), sevgilisi Cæcilie
(Sonja Richter), Joachim’e arabasıyla çarpan Marie (Paprika Steen ) ve
Marie’nin doktor olan kocası Niels (Mads Mikkelsen) arasında gelişen ilişki var
olan düzenin yıkılmasına sebep olur. Belki de zaten çürümüş olan bir evliliği
ayakta tutan tek sağlam taşın aradan çekilmesine neden olur beklenmedik kaza.
Kim bilir?
Bier’in Dogma kurallarının hepsini sadık bir şekilde
uyguladığına bizzat şahit olduğumuz filmde yer yer gerçek kişilerin kayda
geçmiş hayatını izliyormuş hissine kapılmamak imkânsız. Gereksiz müziklerden,
yapmacık mekânlardan, göz alıcı, aldatıcı ışık oyunlarından uzak olan filmde
Bier kamerası ile karakterlerine oldukça yakın mesafeden bakıyor. Hareketli
kamerasıyla istediği oyunları yapmaktan kendini men etmeyen yönetmenimiz
seyircide yabancılaşmayı sağlamak için en çok karakterlerin fiziksel
bütünlüğünü bozmayı tercih ediyor. Karakterleri genelde sadece göz olarak
gördüğümüz anlar, kulağımıza sürekli izlenenlerin bir film olduğunu, kendimizi
kaptırmamız gerektiğini hatırlatıyor.
4) Brødre (Kardeşler) – 2004
Hollywood tarafından remake’i yapılacak kadar kıskanılası
bir yapım olan Brødre, Bier’in kalıplarının biraz dışına çıktığı, Dogma
akımından ise oldukça uzaklaştığı filmlerindendir. Zaten Hollywood’un remake
işine girişmesi de bunun en büyük kanıtı değil midir? Lakin her ne kadar
kurallarından taviz verdiği bir film olsa da Brødre, hala Bier’ın vazgeçmediği
birçok alışkanlığını barındırmaktadır. Filmlerinde sürekli farklı ırk, sınıf ya
da karakter üzerinden kontras kuran yönetmenimiz bu kez de Afganlar ile
Danimarkalılar, sorumsuz, başını beladan kurtarmayan kardeş ile her zaman
takdir edilecek işlere imza atmış, başarılı, sorumluluk sahibi kardeşi karşı
karşıya getirir. Çatışmasını da bunlar üzerine kurarak oldukça etkili
hikâyesini anlatmayı başarır.
Jannik, hapisten yeni çıkmıştır. Ailenin yola gelmeyen
elemanıdır. Michael ise bir binbaşıdır. Ve yakında Afganistan’a gidecektir
görev için. Bu gidiş, evli ve iki çocuk babası Michael için zorlu bir
ayrılıktır. Fakat onları çok daha zorlu imtihanlar beklemektedir. Bu süreçte
Jannik ile Sarah arasında yaşanan yakınlık, Michael cephesinde, hem
Afganistan’da yaşadığı büyük travmanın üstüne hissedilmesi, patlamaya hazır
fitili ateşler. Yine eksilen bir ailede, aile dışından birinin bu eksikliğe
yama yapmasının bir örneği yaşanılır. Şiddetin fazlasıyla kendine yer bulduğu Brødre,
Michael’in kriz geçirdiği sahnede The Shining’e de naif bir selam gönderir.
5) Things We Lost in the Fire (Yitirdiğimiz Şeyler) – 2007
Her başarılı ve Hollywoodlu olmayan yönetmen gibi Bier’da
bir süre sonra ruhunu şeytana satmış ve İngilizce olarak Hollywood
oyuncularıyla film çekmiştir. Elbette yine Bier’ın kusursuz gözüyle ete kemiğe
bürünen Things We Lost in the Fire, çok iyi bir filmdir. Ne de olsa
başkarakterlere hayat veren isimler Halle Berry ve Benicio Del Toro’dur. Bier
yine bir ölümle sökük alan aileye, giden karakterin tam zıttı olan birini yama
yapar. Fakat diğer filmlerinde de olduğu gibi yama söküğün büyümesine engel
olur. Elbette bu süreç hem söküğü alan anne ve iki çocuğu için hem de yama olan
uyuşturucu bağımlısı, eski avukat Jerry için hayli zorludur. Ne de olsa Jerry,
en yakın arkadaşının ailesine eklemlenecektir. Sonunda birbirlerini gerçekten
tanıyıp anlayan, zorlukların birlikte üstesinden gelen karakterler, bir süre sonra tamamen birbirlerinden güç
alarak hayata tutunduklarını fark ederler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder