31 Temmuz 2018 Salı

Susanne Bier Sineması



Danimarka sinemasının gözde yönetmenlerinden Susanne Bier, ülkesinin sinemasını tüm dünyaya sevdiren isimlerden. Hem sevilen dizilerin mimarı olan hem de yaptığı filmlerle Oscar heykelciğine kadar uzanan Bier, aynı zamanda Dogma 95’e de filmleriyle katkı sağlamıştır. Özellikle Elsker dig for Evigt’i tam anlamıyla Dogma 95’e bağlı kalarak çeker. Böylece küçük bir hazine olan Dogma külliyatına katkıda bulunan ender isimlerden biri olduğundan yeri en azından benim nazarımda ayrıdır.

Susanne Bier’ın filmografisi, aslında hikâye açısından bakınca tek bir noktada toplanmaktadır. Sanki başta bir hikâye vardı ve o hikâye üzerinden tüm filmlerin senaryosu ortaya çıktı. Zira genelde senaryolarını Anders Thomas Jensen’e yazdıran ya da birlikte yazan Bier, çok önem verdiği aile kurumunu tüm senaryolarına odak noktası seçmektedir. Sonuçta her ne kadar senaryoları Jensen yazsa da Bier’in belli başlı temel noktaları belirttiğini düşünmekteyim. Örneğin aile (genelde üç çocuklu ve mümkünse ikisi ikiz olur), üçüncü dünya ülkeleri, genelde ölüm sebebiyle çatlak alan aile ve ona yama olan bir başkası ile ailenin yeniden tamamlanması, hareketli kamera, süsten, gösterişten uzak olma, karakterlere yapılan yakın çekim ve özellikle gözlere odaklanan kamera açısı ve daha niceleri… Bier sineması denilince ilk akla gelenlerdir. Bazı konulara ya da ayrıntılara fazlasıyla takıntılı bir yönetmen anlaşılacağı gibi Bier.

Özellikle oldukça seçkin bir ülkede yaşamasına rağmen, üçüncü dünya ülkelerini, orada yaşanılan haksızlıkları, sefaleti az da olsa beyaz perdede dillendirmesi takdiri hak etmekte bana kalırsa. Kimi zaman Hindistan, kimi zaman Afganistan kimi zaman da Afrika düşer perdeye. Elbette filmin odağı olmayan bu mevzular, ana hikâyeyi besleyerek bile az çok derdini aşikâr eder.

Birçok başarılı yönetmen gibi bir süre sonra soluğu Hollywood’da alan Bier, etkisinden pek de bir şey kaybetmeyerek yoluna devam etmekte elbette. Fakat özellikle Jensen filmlerinden de oldukça aşina olduğumuz ekip ile Danca filmlerine devam etmesini dileyerek, en sevilen beş filmine daha yakından bakmaya sizleri davet ediyorum.

1) Efter Brylluppet (Düğünden Sonra) – 2006

Danimarka’nın o yıl Oscar’da adaylık almasını sağlayan Efter Brylluppet, Bier’ın en iyi filmi mi bilemem ama seyirciyi en çok etkileyen, gözyaşlarına boğan filmi olduğuna kimsenin itirazı olmaz sanırım. Zira oldukça klişe diyebileceğimiz noktalarıyla karşımızda duran hikâye, oyunculuklar (Mads Mikkelsen ve Rolf Lassgård), çekim açıları (hareketli kamera ve karakterlerin yüzlerine, özellikle de gözlerine yapılan yakım çekim), kurgusu (birçok karakterin hikâyesinin başarılı bir şekilde birbirleri ile bütünleşmeleri) ve elbette başarılı yönetimiyle seyirciyi tam anlamıyla kendine bağlıyor.

Hindistan’da bir yetimhanede kendini öğrencilerine adamış bir öğretmen olan Jacob, yüklü bir bağış yapmak isteyen fakat ayaklarına gelme şartı artı koyan şirket ile görüşmek amacıyla kendisinin de memleketi olan Kopenhang’a gider. Burada akıl almaz tesadüfler, yürek burkan geçmiş, tahmin edilemez gerçekler, verilmesi zor kararlar gerçekleşmek için sıraya girerler. Biz seyircileri de merak, gözyaşı, şaşkınlık ve daha nice duygu sarıp sarmalar.

Bir an bile nefes almadan izlenilen ve birkaç yama yapılmış gibi duran sahne dışında asla tahmin edilemeyen senaryosuyla en başta Anders Thomas Jensen’i takdir etmek gerek. Yalnız böylesine etkileyici bir filme yakışmayan final sahnesi, filmin en büyük noksanı oluyor ne yazık ki. Yine bazı klişe söylemleri, sıkıntılı finalini, sonradan yama yapılmış hissi uyandıran kimi sahnelerini görmezden gelirsek Efter Brylluppet, son derece bağlayıcı bir film. Bazı sahnelerinin aklınıza mıh gibi çakılacağını iddia bile edebilirim.



2) Hævnen (Daha İyi Bir Dünyada) – 2010

Bier’ın Oscar sahibi filmi Hævnen,  birbiriyle kesişen iki ailenin ve özellikle de ailelerin arkadaş olan çocuklarının dünyasında gezinen etkileyici bir dram. Üstelik bu çocukların hayatına odaklanan filmin bünyesinde, Elias’ın babasının doktorluk yaptığı, Afrikalıların hayatı da eklenirse… Bir yandan annesi kanserden öldüğü için tüm öfkesini başkalarından almaya çalışan bir çocuk, bir yandan kendi halkından insanlara işkence, eziyet yapan bir adam var. Orta sınıfa mensup, gayet seçkin bir hayat yaşayan beyaz insan Christian’ın intikam isteği ve öfke nöbetleri ile Afrikalı yoksul ve oldukça çileli bir hayat yaşayan siyah insanların intikamlarını alma şekilleri arasında pek de bir fark olmadığını gözler önene seriyor Bier esasen. Bu paralellik zaten filmin en çarpıcı yanı oluyor. Fakat iki tarafa da eşit düzeyde yer vermeyen Bier, daha çok Christian ile Elias arasındaki karakter zıtlığından beslenmeyi tercih ediyor.

Siyah ile beyaz ya da kahverengi ile mavi arasındaki kontrasın en güçlü hissedildiği Bier filmi olan Hævnen, güçlü ile güçsüz ya da iyi insan ile kötü insan arasındaki ayrımın muğlâklığını ispatlayan bir başyapıt kesinlikle. İzlerken neyin doğru neyin yanlış olduğuna, hangisini destekleyeceğinize, yüreğinizin kimin peşinden gideceğine asla emin olamayacaksınız. Bu da hem kimseyle özdeşlik kuramamanıza hem de sürekli kendinizi sorgulamanıza sebep olacak. Ve akıllarda dolu soru işaretiyle sizi baş başa bırakacak bir film var karşınızda.



3) Elsker dig for Evigt (Açık Kalpler) – 2002

Bier’ın her şeyiyle Dogma 95 akımının takipçisi olan filmi Elsker dig for Evigt’in senaryosu yine Anders Thomas Jensen’in kaleminden kotarılır. Bier, bu filminde her filminin siluetini oluşturan iki ailenin birbirlerindeki eksik parçaları tamamlaması takıntısını tam anlamıyla ete kemiğe büründürür. Birbirine âşık iki genç evlenmek üzerelerdir. Fakat ansızın gelen görünmez kaza tüm planları alt-üst eder. Felç olan Joachim (Nikolaj Lie Kaas), sevgilisi Cæcilie (Sonja Richter), Joachim’e arabasıyla çarpan Marie (Paprika Steen ) ve Marie’nin doktor olan kocası Niels (Mads Mikkelsen) arasında gelişen ilişki var olan düzenin yıkılmasına sebep olur. Belki de zaten çürümüş olan bir evliliği ayakta tutan tek sağlam taşın aradan çekilmesine neden olur beklenmedik kaza. Kim bilir?

Bier’in Dogma kurallarının hepsini sadık bir şekilde uyguladığına bizzat şahit olduğumuz filmde yer yer gerçek kişilerin kayda geçmiş hayatını izliyormuş hissine kapılmamak imkânsız. Gereksiz müziklerden, yapmacık mekânlardan, göz alıcı, aldatıcı ışık oyunlarından uzak olan filmde Bier kamerası ile karakterlerine oldukça yakın mesafeden bakıyor. Hareketli kamerasıyla istediği oyunları yapmaktan kendini men etmeyen yönetmenimiz seyircide yabancılaşmayı sağlamak için en çok karakterlerin fiziksel bütünlüğünü bozmayı tercih ediyor. Karakterleri genelde sadece göz olarak gördüğümüz anlar, kulağımıza sürekli izlenenlerin bir film olduğunu, kendimizi kaptırmamız gerektiğini hatırlatıyor.



4) Brødre (Kardeşler) – 2004

Hollywood tarafından remake’i yapılacak kadar kıskanılası bir yapım olan Brødre, Bier’in kalıplarının biraz dışına çıktığı, Dogma akımından ise oldukça uzaklaştığı filmlerindendir. Zaten Hollywood’un remake işine girişmesi de bunun en büyük kanıtı değil midir? Lakin her ne kadar kurallarından taviz verdiği bir film olsa da Brødre, hala Bier’ın vazgeçmediği birçok alışkanlığını barındırmaktadır. Filmlerinde sürekli farklı ırk, sınıf ya da karakter üzerinden kontras kuran yönetmenimiz bu kez de Afganlar ile Danimarkalılar, sorumsuz, başını beladan kurtarmayan kardeş ile her zaman takdir edilecek işlere imza atmış, başarılı, sorumluluk sahibi kardeşi karşı karşıya getirir. Çatışmasını da bunlar üzerine kurarak oldukça etkili hikâyesini anlatmayı başarır.

Jannik, hapisten yeni çıkmıştır. Ailenin yola gelmeyen elemanıdır. Michael ise bir binbaşıdır. Ve yakında Afganistan’a gidecektir görev için. Bu gidiş, evli ve iki çocuk babası Michael için zorlu bir ayrılıktır. Fakat onları çok daha zorlu imtihanlar beklemektedir. Bu süreçte Jannik ile Sarah arasında yaşanan yakınlık, Michael cephesinde, hem Afganistan’da yaşadığı büyük travmanın üstüne hissedilmesi, patlamaya hazır fitili ateşler. Yine eksilen bir ailede, aile dışından birinin bu eksikliğe yama yapmasının bir örneği yaşanılır. Şiddetin fazlasıyla kendine yer bulduğu Brødre, Michael’in kriz geçirdiği sahnede The Shining’e de naif bir selam gönderir.




5) Things We Lost in the Fire (Yitirdiğimiz Şeyler) – 2007

Her başarılı ve Hollywoodlu olmayan yönetmen gibi Bier’da bir süre sonra ruhunu şeytana satmış ve İngilizce olarak Hollywood oyuncularıyla film çekmiştir. Elbette yine Bier’ın kusursuz gözüyle ete kemiğe bürünen Things We Lost in the Fire, çok iyi bir filmdir. Ne de olsa başkarakterlere hayat veren isimler Halle Berry ve Benicio Del Toro’dur. Bier yine bir ölümle sökük alan aileye, giden karakterin tam zıttı olan birini yama yapar. Fakat diğer filmlerinde de olduğu gibi yama söküğün büyümesine engel olur. Elbette bu süreç hem söküğü alan anne ve iki çocuğu için hem de yama olan uyuşturucu bağımlısı, eski avukat Jerry için hayli zorludur. Ne de olsa Jerry, en yakın arkadaşının ailesine eklemlenecektir. Sonunda birbirlerini gerçekten tanıyıp anlayan, zorlukların birlikte üstesinden gelen karakterler,  bir süre sonra tamamen birbirlerinden güç alarak hayata tutunduklarını fark ederler.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder